28 Temmuz 2011 Perşembe

PARİS ÖLMEK İÇİNDİR…BÖLÜM 2:DÜNYANIN EN ÇOK ZİYARET EDİLEN MEZARLIĞI; PERE LACHAISE

Paris'teki en büyük mezarlık; tam 48hektar…! Adını Fransa’nın 72 yılla en uzun süre tahtta kalma rekoru kıran ve kendini mitolojik Apollo ile özdeşleştirdiği için “Güneş Kral” lakabıyla da tanınan XIV. Louis’nin günah çıkardığı rahip Pére François de la Chaiseden alıyor. Bu rahibin 17.yy sonlarında yaşadığı ve bir zamanlar bugünkü mezarlıktaki şapelin yerinde olan Cizvit evi ve arsası; 1804 yılında belediye tarafından satın alınmış. Aynı yıl Napolyon tarafından kurulan mezarlık yıllar içinde genişletilmiş.
Bugün dünyanın en ünlü mezarlıklarından biri ve en çok turist çeken(!) mezarlık olarak ayrı bir saygınlığı var. Peki nedir yılda yüzbinlerce turisti kendine çeken bu yerin sırrı? İlk açıldığında şehirden bir hayli uzakta kaldığı için, ölü yakınları arasında ölülerini gömmek için pek rağbet görmemiş. “Ne yapalım ne edelim de bu mezarlığı daha cazip bir hale getirelim” diye düşünen yöneticilerin aklına en sonunda dahiyane bir fikir gelmiş: La Fontaine ve Moliére’den kalanları buraya getirmek…! Açıldığı yıl şaşalı bir transferle gerçekleştirilen bu pazarlama icraatı gerçekten de mezarlığın popülaritesini bir hayli arttırmış. Bir diğer büyük transfer şöleni de 1817 yılında, 12.yy’ın ölümsüz aşıkları Abélard  ve  Héloise’ dan kalanlar mezarlığa getirildiğinde yaşanmış. Ve böylelikle Pére Lachaise artık “ünlülerin” gömülmeyi tercih ettiği bir mezarlık halini almış… Bir zamanlar birkaç düzine mezardan oluşan bir yerken; bugün, 300.000 bedenin son istirahatı için gömülmüş olduğu adeta devasa bir ölüler mabetidir.
Mezarlığa metro ile ulaşmak mümkün. Tabi birkaç girişi var, 2 Nolu hattaki Philippe Auguste durağı ana girişe yakın, 3 Nolu hattaki Pére Lachaise durağı ise yan girişe 500mt uzaklıkta, yine 3 Nolu hattaki  Gambetta durağında inildiğinde başka bir yan girişten girip önce Oscar Wilde’ın mezarını görüp oradan yokuş aşağı bir rota izleyerek ana kapıya gelinebilir. Benim tercihim ana girişi kullanmak oldu. Girişin hemen yakınında bulunan ofisten ziyaretçilere bedava planlar dağıtılıyor ve başlanıyor kişinin hevesi, zamanı ve enerjisine göre süren bir saklambaç oyununa…! Benimkisi tam 4 saat sürdü. Önce biraz zorlanıyorsunuz aradığınız kişileri bulmak için, öyle hiç de görüldüğü gibi kolay değil. En sonunda baktım kolay kolay çıkamayacağım işin içinden, bir kenara oturdum ve başladım görmek istediğim mezarları ve numaraları çıkarmaya, daha sonra kendimce bunları başka bir sıraya koydum ve rotama entegre ettim. Gezim bu işlemden sonra daha rahat oldu. Ve bu kişisel gezim boyunca, ardına irili ufaklı gruplar takmış gezdiren birçok meslekdaşımı gördüğümü de eklemeden edemeyeceğim!
İşte geldim, Abélard  ve  Héloise’ın mezarının önündeyim ve hatırladım birden… İstanbul’dayım, Aksanat Kültür Merkezi’nde. Sene 1996, karşımda Tilbe Saran ve Cüneyt Türel. Bir tarafta filozof ve şair Abélard ve bir tarafta güzel öğrencisi Héloise… Biri 37 diğeri 15 yaşında ve fikirsel alışverişe dayanan ilişkileri kısa sürede fiziksel ilişkiyle de birleşerek ömür boyu sürecek bir aşka dönüşüyor… Ve işte burada, karşımda, Pére Lachaise’de aşkları sonsuzluğa kavuşuyor! Ancak birbirlerine yazdıkları o mektupları kanlı canlı karşımda okumaları, hala aklımda…
Devam ediyorum yürümeye ve yaşlı başlı amcalar klasik Fransız nezaketiyle “bonjour” diye selamladıktan sonra kimi aradığımı soruyorlar. Amaçları sadece yardımcı olmak… “Sağol amca, ben bir rota yaptım ona göre ilerliyorum” gibi kabaca bir cevap veremeyeceğimden dolayı bir anda ağzımdan “Jim Morrison” çıkıyor…”La”, orada… James Douglas Morrison, 1943-1971… Zaten orada kümelenmiş kalabalık,  yeri haritadan daha iyi işaret ediyor. Görenlerin aşırı tepkilerinden olsa gerek, çevresine bir bariyer konulmuş. Tam köşesine “olması gerektiği” gibi bir “peace” işareti kondurulmuş. Yanındaki ağaçın üzerine bilimum kalemlerle bilimum insan bilimum akıllarına geleni dökmüş… Olması gerektiği gibi... Ve ben hatırlıyorum, sene 1992, sinemalarda Oliver Stone’un The Doors’u gösteriliyor. Okul formalarımızın gömlek cebinden filmin soundtrack albümü görünüyor. Okul koridorlarında “She lives on Love Street…” nameleri yankılanıyor… Bu sıradışı hayat 3 Temmuz 1971’de Paris’te, Beautreillis Sokağındaki kiralık bir apartman dairesinin banyo küvetinde son buluyor. Ve işte şimdi o da karşımda, 40yıl sonra ilginçtir ki başında en çok insan gördüğüm mezar onunkisi…
İlerliyorum… İşte aradığım şey tam da önüme çıktı, tabi ya…! Daha uygunu olmazdı: Bir dikilitaş! Ve hatırlıyorum, Kahire’de dünyanın insanı en derinden etkileyen müzesindeyim ve karşımda grubum. Diyorum ki onlara; “Değerli misafirlerim, bu karşımızda gördüğümüz büst mısırbilimin babası sayılan Jean François Champollion’a ait. Yanında gördüğünüz de bir kazı esnasında kazayla bulunan ve yüzyıllarca çözülemeyen hiyeroglif yazısının çözülmesinde en büyük faydayı sağlayan Rosetta Taşı’dır. Taşın üzerindeki yazıt Mısır’da halkın kullandığı dil olan “demotik”, hiyeroglif ve Antik Yunanca olarak yazılmıştır. Ve bu sayede Champollion hiyeroglifi deşifre etmiştir. Tahmin edersiniz ki bu gördüğünüz taş orijinal değildir, sadece kopyadır. Bilin bakalım orijinali nerededir? Evet zaten başka bir cevap düşünülemezdi, Londra diyenler kazandılar…” Rahat uyu Champollion, Dünya sana çok şey borçlu…!
Tabi ki bu mezarlıktaki ünlülerin hepsiyle ilgili bir hikaye anlatacak olsam bu yazı asla bitmez. Dolayısıyla yavaş yavaş son hedefime doğru yaklaşıyorum. Ancak kimleri görmüyorum ki yaklaşırken; Honoré de Balzac , Georges Bizet, Frédéric Chopin, Eugéne Delacroix,Max Ernst, Yves Montand, Joachim Murat , bizimkilerden Yımaz Güney, Ahmet Kaya ve adını burada saymadığım daha niceleri…
Ancak hedefimden önce bir kişi daha var ki ondan bahsetmek isterim… Küçücük çocuğum, ailece arabaya sığışmış tatile gidiyoruz ve Zülfü Livaneli’nin “Ada” albümünü dinliyoruz…  Ve en sevdiğim şarkı geliyor;
Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar kar üstüne
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya kül
Yazarım adını

Yıllar geçiyor ve Figueras’a Gala-Salvador Dali Müzesi’ni gezmeye giderken misafirlerime anlatıyorum “İşte size Salvador Dali’yi anlatırken bol bol bahsini ettiğim Rus kökenli gizemli kadın Gala, daha önceleri bu mısraların yazarı Paul Eluard ile evliydi…” İşte o da burada, son derece alçakgönüllü bir mezarda karşımda durmakta… “Ey Özgürlük” diye fısıldıyorum ustaya…!

Hedefime doğru hızla ilerliyorum artık… Aklıma neler gelmiyor ki…! Ama en çok müzik geliyor, melodiler geliyor. “Tu me fais tourner la tete! (Başımı döndürüyorsun…)” diyor o melodiler, “La Foule(Kalabalık)” diyorlar, kalabalık içinde birbirinden kopan çiftin hüzünlü hikayesini anlatıyorlar, “La Vie En Rose” diyorlar, “Padam Padam” diyorlar; önce 14 Temmuz’u sonra da sarkastik biçimde çocukluğumuzun Karam yağları reklamını hatırlıyorum. Ve birden alıp beni Çiçek Pasajına götürüyorlar… Bir rakı sofrasında bir zamanların efsanevi Madam Anahitine soruyorum: “Bayan Anahit, Edith Piaf bilir misiniz?” , şöyle küçümser bir bakış fırlatıyor bana dev Anahit ve diyor ki:”Hepsini bilirim, hangisini istersin?”… Çal be Madam Anahit, hepsini çal… Paris ölmek içindir Anahit,  önce yaşamak ve sonra ölmek…

C’EST FINI
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK


























25 Temmuz 2011 Pazartesi

PARİS ÖLMEK İÇİNDİR... BÖLÜM 1: SAINT DENIS

Saint Denis… Fransa’nın koruyucu Azizi. Efsaneye göre aziz, Paris’in en yüksek tepesinde 250 yılları civarında başı vurularak idam edilmiş. Daha sonra kafasını da alarak 6000 adım atmış ve son nefesini vermiş. Başının vurulduğu yere “Montmantre” yani “Şehit Tepesi “ denmiş. Bugün biz burayı özellikle 19.yy’da Baron Haussmann’ın geniş çaplı imar planları yüzünden merkezi terk edip, şehirden uzakça bu tepede kendilerine daha uygun imkanlar bularak yerleşen insanların yarattığı rahat ortam sayesinde zaman içinde bu mahallenin sakinleri arasına katılan ressamlar sayesinde biliyoruz. Hatta genelde “Ressamlar Tepesi” olarak adlandırıyoruz, çoğu zaman kelimenin terminolojik anlamının işaret ettiği olayı atlayarak…
Şehit Aziz elinde kafasıyla bir zamanlar Catulliacus Mezarlığı olarak bilinen yere kadar gelmiş son nefesini vermeden önce. 313 yılında İmparator Konstantin’in Hristiyanlığa karşı hoşgörüyü kurumsallaştıran Milano Fermanı’nı ilan etmesinden sonra, Hristiyanlar tarafından bir tapınma merkezi haline getirilen bu yerde Kral I. Dagobert  bir Bazilica inşa ettirmiş. Zaman içinde başka Hristiyanların da buraya gömülmesi gelenek halini almış.
Karolenj Hanedanlığının ilk krallarından Kısa Pepin’in bu Bazilika’da ikinci defa taç giymesinden sonra yapıyı genişlettirmek istediği biliniyor. Bu isteği ölümünden sonra oğulları Carloman ve sonradan İngiltere ve İskandinavya hariç tüm Roma ve Cermen Avrupası’nı egemenliğine katarak Karolenj Hanedanlığını tarihin gelmiş geçmiş en büyük krallıklarından biri haline getiren  Charlemagne (Şarlman) tarafından gerçekleştirilmiş. Aynı Roma St.Pietro Bazilikası örneğini izleyerek apsisin altında inşa edilen bir kripta; müritlere, Saint Denis ve onunla birlikte katledilen iki diğer azizin (St.Rusticus ve St.Eleutherus) röliklerine tapınma olanağı vermiş….
Gel zaman git zaman 12.yy’da şehrin Başpiskoposu olan Suger  yeni bir kilise yaptırmış. İşte bu kilise Romanesk üsluptan Gotik üsluba geçişin ilk örneğini oluşturması açısından, bu mimari akımın da öncüsü olarak kabul edilir. “Gotik” kelimesi yaygın olarak kullanılmaya başlanmazdan önce bu akıma “Fransız Stili (Opus Francigenum)” deniliyormuş. Sonrasında inşa edilen Fransız Katedrallerinden çoğu bu yeni üslubu örnek almış.
Fakat bu olağanüstü özellikteki kült yerinin belki de en önemli ve etkileyici özelliği; 7.yy’da hükümdarlık yapmış I. Dagobert’ten başlayarak 19.yy’ın ilk çeyreğinde hükümdarlık yapan ve en sonunda yönetimi “Cumhuriyet”e bırakan son Fransız Kralı XVIII.Louis’ye kadar neredeyse tüm Fransız Krallarının da burada gömülmüş olmaları. Kralların taç giyme törenleri geleneksel olarak bir başka görkemli Fransız Gotiği örneği olan Reims Katedralinde gerçekleştirilirken, Kraliçelerin taç giyme törenleri çoğunlukla St. Denis Bazilikası’nda gerçekleştirilirmiş.
“Fransa’nın Kraliyet Nekropolis’i” olarak da anılan kilisenin defin alanlarında kimler yok ki? Hoş bazı mezarlar başka yerlerden getirilmiş de olsa bir hayli –komple- bir nekropol gerçekten de…! En çok ilgi çekenler arasında XVI. Louis ve Marie Antoinette’in şehitlik anıtı gelmekte. “Ekmek bulamayanlar pasta yesinler” fenomeniyle tarihin en tanınan ve en renkli figürlerinden olan Marie Antoinette, Avrupa’nın büyükannesi olan Avusturya İmparatoriçesi Maria Theresa’nın 15. çocuğu (!) olarak dünyaya gelir ve en sonunda kocasıyla aynı kaderi paylaşarak Place de la Concorde’da vatan hainliği suçlamasıyla giyotinle idam edilir… Önce bugünkü Madeleine Kilisesi’nin olduğu yere gömülürler ve üstleri kireçle örtülür.  Ancak kalıntıları daha sonra Saint Denis’e getirilir. II. Henry ve Floransalı güçlü Medicilerin dışarı gönderdiği en önemli gelinlerden biri olan Catherine de Medici’nin mezarları da yine en görkemliler arasında…

Saint Denis Paris’in kuzeyinde merkeze 10km uzaklıkta, bugün Fransa’nun Ulusal Stadının (Stade de France) hemen yakınında bulunmaktadır. Muhit bugün tamamen siyahi göçmenlerin yaşadığı bir bölge haline gelmiş… Metro ile 13.Hattın Basilique Saint Denis durağından iki dakikalık yürüyüş mesafesindedir.
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
























15 Temmuz 2011 Cuma

FC BARCELONA: Mes Qué Un Club

Barcelona’nın ünü şehri aşmış La Rambla’sında yürüyorum Madrid’li arkadaşımla bir gün… Karnımız acıkıyor ve gözümüze kestirdiğimiz ilk restoranda karnımızı bir güzel doyurduktan sonra sıra geliyor hesap kavgasına. Arkadaşım hesabı almaya gelmiş garsona kendinden emin bir edayla “sakın ondan para alma, O İspanyol değil” diyor, garsonun cevabı ise ikimizi de şok etmeye yetiyor: “size İspanya’da olduğunuzu kim söyledi?” ve dönüp benim elimdeki 50Euro’luk banknotu alıyor. Arkadaşımın ağzında evirip çevirdiği küfre katıla katıla gülüyoruz. Barcelona… mes qué un club…

Hayatımda futbolla hiç ilgilenmedim ancak ilginçtir ki 2 defa futbol maçına gittim, ki bunlardan biri Barça’nın Ali Sami Yen’de Galatasaray’ı yendiği maçtır. Yıllar yılı Barcelona’ya gittim. Bazı bazı esti aklıma: gideyim de şu Camp Nou Stadını ziyaret edeyim diye, ancak hep bir üşengeçlik hep bir boşvermişlik… Diyeceğim, bunu birkaç gün önce gerçekleştirdim en sonunda  ve gittim stada!
İşte bu deneyimimdir beni bu yazıyı yazmaya iten, çünkü çok düşündürdü kulübün mottosu olan ve stadın koltukları üzerinde de devasa boyutta yazan “mes qué un club (bir kulüpten daha fazlası)” beni. Ben tabi ki (bunu biraz da utanarak söylüyorum) futbolla ilgim olmadığı için bu mottoyu da bilmiyordum ve görünce aklıma gelen tek şey: Bu mottonun anlamının ne kadar fazla yorum farklılığına açık olduğu…
Barcelona’nın özellikle son yıllarda ne kadar büyük sportif başarılara imza atmış olduğunu hepimiz çok iyi biliyoruz. Bu motto öncelikle buna işaret ediyor, ki sadece futbol alanında değil, aynı zamanda basketbol, voleybol ve daha birçok spor dalında son derece başarılılar. Kupalarını stadın ziyaretinde gani gani görüyoruz, bir tarafta futbol kupaları, diğer tarafta diğer spor dallarından kazanılan kupalar! Ne yalan söyleyeyim kıskanmadım değil…
Kulüp yardım kuruluşlarına yaptığı bağıştan ötürü de sempati ve takdir topluyor. Barcelona, kuruluşundan itibaren forma reklamı almamış. 14 Temmuz 2006 tarihinde, kulüp UNICEF ile forma reklamı konusunda beş yıllık anlaşma yaptığını duyurmuş. Kulüp bu anlaşma sonucunda, hiçbir ücret almayıp, bu süre boyunca yılda 1.5 milyon  UNICEF'e bağışta bulunmaktadır.
Futbolla ilgili harika makaleleri olan ve “Futbol Asla Sadece Futbol Değildir” kitabının yazarı Simon Kuper’in uzun uzun irdelediği “kimlik kazanımı” geliyor aklıma. Hakikaten de futbolun bu kadar önemli olmasının altında yatan en büyük nedenlerden biri de insanlara arayışı içinde oldukları kimliği sağlaması… Barça’lı olmanın gururu, Barça her golü attığında, her kupayı kazandığında taraftarın da gururlanması, mutlu olması. Hani bizim taraftarların da dediği gibi “seninle ağlarız, seninle güleriz” tadında bir şey…Kulüp üyelerinin sayısını inceliyorum ve vardığım sonuçlar beni hayli şaşırtıyor. FC Barcelona’nn üye sayısı: 173.071; bunlardan 132.707’ si erkek, 40.994’ü kadın… 64.036’sı Barcelona’lı, 86.355’i Katalunya bölgesinin geri kalanından ve 23.040’ı Katalunya dışından…!
Köklü okullu geleneğinden dolayı 3 büyüklerden Galatasaray’ı inceliyorum, bir şekilde en çok üye sayısına bu kulübün sahip olacağı düşüncesi daha mantıklı geliyor bana… ve ulaştığım sonuçları paylaşıyorum: Galatasaray Spor Kulübü'nün kuruluşundan bugüne kadar geçen süre içinde üye sayısı: 15.695.
4.238 üye vefat etmiş, 2.415 üyenin kayıtları geçici olarak kapatılmış olup, 8.750 aktif üye mevcuttur.
173.000 nereee 8750 nere… Bu adamlar mes qué un club yazmasınlar da ne yazsınlar…!

Sonra İber Yarımadasının geçmiş diktatörleri geliyor aklıma… Antonio Oliveira de Salazar geliyor, Portekiz’i 3F ile yönettim deyişi geliyor (Futbol, Fiesta”şenlik”, Fado “Mina Urgan’ın deyimiyle Portekizliler'in bizimkinden kat kat daha güzel olan arabesk müziği”) Futbol olmasa bu ülkeyi yarım saat yönetemezdim deyişi geliyor… Madrid şehrinin kuzeye doğru genişletilmesi projesinde Bernabeu Stadı’nın inşası sırasında “Generalisimo” Franco’nun   "bana 100 bin kişilik bir uyku tulumu yaptırın" demesi geliyor aklıma…

İşte mes qué un club’un siyasi anlamına yol veren de tam bu olmuştur: Franco ve dikta yönetimi! Zor bir coğrafyadır İber Yarımadası, bizim “Portekiz ve İspanya’dan oluşur”umuzdan çok fazla ve çok ötedir. Yakın dönem acıları vardır, hiç üstüne konuşmak istemedikleri… İç Savaş, bir ideoloji savaşında her haneden kaybolan en az bir can… Ve Franco döneminde Katalan Bayrağı yasaklanınca, Barça’nın renkleri etrafında birleşmişlerdir Katalanlar. Barça’nın renkleri bir anda bir spor kulübünün renkleri değil, özgürlüğün ve demokratik hakları koruyan bir ideolojinin renkleri olmuştur. Zaten kulüp üyelerinin “Katalunya dışındakiler” hanesinin bu kadar kabarık olmasının en büyük nedenlerinden biri de bu kanımca…
Camp Nou… 22Euroluk giriş ücretini ödemeye meraklı o kadar büyük bir kalabalık var ki kuyruk gözümü korkutuyor bir an… Rehberlik kokartımla “Acentalar” bölümünden sıra beklemeden bilet almayı başarıyorum. Önce müze bölümünde biraz önce bahsini ettiğim kupaları görüyorum, sonra kalabalığın ardına takılıp başlıyorum gezmeye; basın tribünü, soyunma odaları, fotoğraf çektirilen bilimum noktalar ve en sonunda futbolcuların sahaya çıktığı tünelden tezahürat sesleri arasında ben de yürümeye başlıyorum ve hatta havaya giriyorum sanki maça çıkacakmışım gibi… Ve çim sahanın yamacına varınca işte görüyorum orada, tam karşıda: MES QUE UN CLUB…!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK


13 Temmuz 2011 Çarşamba

BOLOGNA’DA BİR GARİP KULE…

Daha Üniversite 1. sınıftaydım rehberliğe başladığımda… İlk turum İtalya’ya olmuştu… İtalya; ilk göz ağrım, birçok yerinde binlerce anımın olduğu, kendimi orada olunca hep çok mutlu hissettiğim ülke… Yalnız bu ülkede özel olarak her zaman çok sevmiş olduğum bir şehir var ki bahsini ayrı olarak etmek isterim…
La Grassa (yağlı, şişman) derler ona…! Öyle güzeldir yemekleri!  Tüm dünyada “ragu alla bolognese (Bologna usulü yahni-Bolonez sos)” olarak tanınan sos burada sadece “ragu” ya da “tagliatelle al ragu” olarak bilinir. Hamuru yumurtalı olan ve bizim erişteler benzeri yassı ve yayvan olan bu makarna çeşidi ağır etli sosu çekmesi bakımından idealdir. Bolognalılar bu konuda çok hassaslar, bu sosun asla spaghetti gibi ince hamurlu, sosu yeterince içine çekemeyecek bir makarna ile hazırlanmaması gerektiğini söylerler. Fakat ne hikmettir ki tüm dünyada spaghetti ile hazırlanır!
Bereketli Po Ovasının kıyısında bulunan şehrin lokal mutfağında aynı zamanda salam ve peynir çeşitleri önemli bir yere sahip. Tarihi taa Ortaçağ’a uzanan otantik pazarında dolaşırken gördüğümüz şarküteri dükkanları akıllara durgunluk verici…! Özellikle mortadella bu yöreye özgüyken, prosciutto ve salami de üretimin önemli parçalarıdır. Çeşit çeşit parmesan peynirleri ve aslı güneyde daha güzel olan, gerçek manda sütünden yapılmış tadına doyumsuz mozzarellalar…! Bunun yanında envai çeşit şarküteri ürünleri ve yöresel şaraplarla Bologna; gurme, gurman, şişman, boğaz düşkünü, zevk düşkünü, ağız tadını bilen vb… her insanın mutlaka ziyaret etmesi gereken bir merkez!
Otantik Pazar demişken, bir yerlisinin anlattığına göre burada Ortaçağ’da kurulan balık pazarında günlük taze balıkları bir kenara koyarlarmış, bir önceki günün balığını da kuyruğunu keser, diğer bir tarafa koyar ve fiyatını da düşük tutarlarmış… Bayat balığı tazeden daha pahalı satmanın erdem ve beceri olduğu günümüzde, bu küçük anekdot pek hoşuma gitti!
La Dotta (bilmiş) derler ona…! Dünyada kurulduğundan beri hala varlığını sürdüren en eski üniversite buradadır. 1088’de kurulan Bologna Üniversitesi (Alma Mater Studiorum) ilk kurulduğunda öğrencilerin münferit şekilde öğretmenlere ders karşılığı para ödediği, derslerin genelde hocanın evinde verildiği dağınık bir düzendeyken, Papa adayı Kardinal Carlo Borromeo (daha sonra Pius IV adıyla Papalık tahtına oturacaktır ve reform karşıtlığıyla tanınacaktır) tarafından 1563’te yaptırılan Archiginnasio Sarayı içerisine alınan Üniversite ilk defa belli bir merkezin içinde toplanacaktır. Napolyon’un İtalya seferi sonrasında Üniversite Via Zamboni’deki bugünkü yerine taşınmıştır. 
Archiginnasio’nun günümüzde bir bölümü kütüphane, diğer bir bölümü ise müze olarak kullanılmaktadır. Müze kısmında, öğrencilerin ve öğretmenlerin armalarının tavanlarda ve duvarlarda fresk şeklinde bezenmiş olduğunu görüyoruz. En ilginç bölüm ise Anatomik Tiyatro dedikleri derslik. II.Dünya Savaşı’nda neredeyse tamamıyla yıkılmasına rağmen İtalyanlar özüne uygun olarak yeniden inşa etmesini bilmişler! İçeri girince, ortada bir zamanlar kadavraların açıldığı bir masa, çevresinde olayı gözleyen ve not tutan öğrenciler için oturma yerleri ve tam karşıda olanı biteni anlatan hocanın locası göze çarpıyor... Ve her dönemin ünlü hekimleri… Bir bakışta Bergamalı Galenus’un, Koslu Hipokrates’in ahşap heykelleri gözüme çarpıyor. Ve hocanın durduğu yerin solunda Batı Dünyası'nda Anatominin yeniden yaratıcısı olarak tanınan, 1306-1324 yılları arasında kilisenin tüm karşıtlığına rağmen kadavraları kesen ve üzerinde dersler veren Mundinus’un heykeli… Bugün özellikle hukuk bölümüyle tanınan üniversitenin hocalarından biri de Umberto Eco…
La Rossa (kırmızı) derler ona…! Kuşbakışı baktığınızda yüksekçe bir yerden, Avrupa’nın en az yeşilli şehrini görürsünüz. Bir kiremit denizi gibidir birbirine sıkça yaklaşmış binaların çatılarının oluşturduğu… Bu binaların hemen hemen hepsi arkadlıdır. Yağmurda, karda, çamurda ıslanmadan yürürsünüz bu zarif arkadlar boyunca, güneş çıkınca ise hemen sığınırsınız yine bu arkadların gölgesine. Oysa bir de politik nedeni vardır Kızıl Şehir diye adlandırılmasının; II.Dünya Savaşı sırasında İtalyan direnişinin merkezi olan kent daha sonra aynı zamanda Komunist Parti’nin de merkezi olmuştur.
Ancak belki de en güzel takma adı: Kuleli Şehir’dir Bologna’nın… Hiç kuşkusuz onlarca kulesiyle bir zamanların Manhattan’ ıymış. Ancak bu kuleler finans merkezi olmaktan çoook uzakta, o zamanlar çeşitli başka amaçlarla kullanılmış. Genellikle zengin ailelerin korunma-saldırı amaçlı 12 ve 13. Yüzyıllarda inşa ettirdikleri bu kulelerin sayısıyla ilgili görüşler 80’den 180’e kadar değişmekte. Günümüze kalanların sayısı 20 civarında, ki bunlardan "İki Kule" olarak tanınanlar şehrin simgesi durumunda. Asinelli ve Garisenda adındaki bu garip görünüşlü kulelerin biri bir tarafa, bir diğeri ters tarafa doğru eğilmişler… Adlarını kendilerini yaptıran ailelerden alan kulelerin inşa tarihleri 1109-1119 olarak kabul edilir. Uzun olan Asinelli 97metredir, kısa olan Garisenda ise orijinal olarak 60mt olarak inşa edilmesine karşın eğikliğinin tehlikeli bir hal almasından dolayı 14.yy’da 48mt’ye indirilmiş…
Bakın uzun yıllarını sürgünde geçirmiş ve Bologna Üniversitesi’nde de bir dönem öğrenim görmüş, Dünya Edebiyatının en önemli isimlerinden Dante Alighieri ne diyor bu garip kule Garisenda için ölümsüz eseri İlahi Komedya’da:

Bir bulut geçerken, eğik olduğu yönden
Garisenda’ya bakan biri,
nasıl ters yöne eğilmiş görürse kuleyi,
öne eğilmesini beklerken,
Antheus da öyle göründü gözüme,
başka bir yola sapmak geldi içimden.
Ama o, Lucifer’le Yahuda’yı yutan uçurumun dibine
indirdi özenle;
uzun süre eğik kalmadı,
bir gemi direği gibi yeniden yukarı kalktı.
OTUZBİRİNCİ KANTO , 136-145


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

     

BULUTLARIN GÜNEYİ YUNNAN

Yunnan Çin’in hem coğrafi hem de etnik bakımdan en çeşitli bölgesi. Asya’da çok ender yerler insana böyle bir görsel uyarı sağlar; bir tarafta Tibet dağları, diğer tarafta platolar, düzlükler, tepeler ve hatta sıcak su kaynaklarıyla dolu volkanik bölgeler. Ve bu toprakları sulayan efsanevi nehirler; Yangtze, Mekong ve Nu… Daha da ilginci bu nehirlerin yörede birbirine paralel akmaları ve bu yüzden paralel oldukları alanın tümünün UNESCO tarafından doğal miras listesine alınması! En güneyinde yarı-tropik ormanları aştınız mı ver elini Laos, Myanmar ve Vietnam! Çin’in başka hiçbir yerinde flora ve fauna bu kadar çeşitli değildir. Yunnan’a özgü 15.000çeşit bitki ve çiçek vardır ve ünlü açelyası tam 450çeşittir!
Belki de en önemlisi; Çin’de kabul edilmiş 56 etnik azınlık gruptan 25 tanesinin Yunnan’da yaşaması. Yunnan, doğudan Han kültürünün, kuzeybatıdan Tibet etkilerinin ve güneydoğu Asya’nın zengin kültür birikiminin bir araya gelip harmanlandığı görkemli bir mozaik! Ayrıca Çin’de karşılaşacağınız en rahat, stres ve bürokrasiden en uzak yer. İklimi de nispeten daha yumuşak olduğu ve saydığımız diğer öğelerden ötürü tüm yıl boyunca yerli Çinli turistin gözdesi!
Yaklaşık Türkiye’nin yarısı kadar bir yüzölçümene sahip Yunnan’ın nüfusu 46milyon. 8.yy’da Yunnan’ı 6 prens yönetirmiş. Efsaneye göre bunlardan bir tanesi kuzey Çin’e bir görevle giderken yolda nereden geldiği sorulmuş. Cevap olarak “Sichuan”ın yağmurlu kemerinin güneyinden demiş. Bu cevap taa imparatorun kulağına kadar gitmiş ve haşmetli, prensin ülkesini Yun-nan “bulutların güneyindeki ülke” olarak adlandırmış…
Batılılar buralara 19.yy sonunda gelmeye başlamış olsalar da Çin’in Güneybatısını Batı dünyasına gerçek anlamda açan kişi Dr.Rock olmuş. Asya’nın egzantrik gurbetçileri bol olsa da Avustralya- Amerikalı  botanist ve kaşif Dr.Joseph Rock (1884-1962)dikkat çekici. 27yıl boyunca Lijiang’ı memleket edinen Rock, bölgenin bitki çeşitleri topluyor, florasını inceliyor ve hatta Çin’den topladığı 80.000çeşit bitkiyi batıya gönderiyor.Yörenin yerel halkı Naxi’lerle ilgileniyor, dillerini öğreniyor ve bir sözlük yayınlıyor. 1920 ve 30larda National Geographic’te muhabir olup kendi yazılarını yayınladıktan sonra da Batılı ilk defa Çin’in bu bölgesiyle tanışıyor.
Bölgenin başkenti yaklaşık 5.7milyon nüfuslu Kunming. Hem yumuşak havası hem de her daim güzel çiçekler ve bitkilerle kaplı olması  “ölümsüz bahar şehri” diye çağrılmasını sağlamış. Her ne kadar eski Kunming’in ahşap evleri günümüze kalmamış olsa da şehrin trafiğe kapalı ana caddelerinde yürüyüş yapmak, süs havuzlarında küçük oltalarıyla balık tutan çocukları gözlemlemek, tahta nargilelerinde tütün içip satranç oynayan yaşlılara bakmak ve belki de yol boyu yolunuzu bekleyen kör masörlere yol ortasında kısa bir masaj yaptırmak sizi başka bir dünyaya çekip götürecektir.
Kunming aynı zamanda Güneybatı Çin’den Tibet’e giden çay ticaret rotasının da başlangıcı. Yunnan genel olarak yüksek bir bölge çünkü Himalayaların uzantılarıyla Yunnan-Guizhou platosu birbirini burada kucaklıyor. Kunming 1890mt de , Dali 2000, Lijiang  2400 ve Shangri-la 3100mt’de. Bu bereketli bölgede birçok mahsülün yanında çay da yetiştiriliyor ve bir zamanlar çay içmenin keyiften öte hidratasyon için gerekli olduğu Tibet’e yapılan ticaret, bölgenin en önemli geçim kaynaklarındanmış. İşte bu ticarette kullanılan yıllanmış ve preslenmiş pu-erh çayının da anavatanıdır Yunnan. Gidilen her yerde preslenmiş pu-erh kalıplarını görüyoruz. 2700yıllık geçmişi olan davul yapımcılığı da Kunming’in önemli yerel özelliklerinden ve en iyi örnekleri Bölge Müzesinde görüyoruz.
Buradan 80km ötede bulunan Taş Orman Yunnan gezisinin en önemli öğelerinden. Formasyonu 270milyon yıl önce başlayan ve bir zamanlar okyanus tabanı olan bu orman, suların çekilmesiyle geride kalan kireçtaşı yatağının devamlı erozyonla şekillenmesiyle oluşmuş. Ünlü yönetmen James Cameron’a başyapıtı “Avatar”ı çekmekte ilham kaynağı olan Taş Orman UNESCO koruması altında ve tabi ki filmin gişe başarısından sonra özellikle yerli turist akınına uğramış durumda!
Dali, Bai etnik azınlık grubunun yarısını oluşturduğu 3.5milyonluk bir şehir. “Kulak Biçimli” anlamında Erhai gölünün kıyısında ve sırtını da Feng Shui’ye uygun olarak Cangshan dağlarına vermiş, eski şehri son derece iyi durumda olan ve yerel mimarisiyle göz doyuran bir kent. Bai yerel dilde “beyaz” demek ve saflık ile sadakat sembolü. Bu yüzden beyazın çok hakim (özellikle tek katlı ev mimarisinde) kullanıldığını görüyoruz. Yerel kıyafetiyle yollarda yürüyen kızların özellikle başlıkları çok dikkat çekici. Yapılışları 9. ve 11.yylara tarihlenen 3 Pagoda ise Dali’nin olmazsa olmazları. Lijiang’a doğru yola çıkmadan önce sabahları kurulan Xizhou yerel pazarına uğrayarak değişik görüntülere şahit olunabilir.
Özellikle Dali-Lijiang arası yol kırsal Çin’i tanımak için çok güzel bir fırsat. Tarlada çalışan insanlar, taraçalandırılmış ve setler haline getirilmiş toprakta ekilmiş çeşit çeşit mahsüller. Tek katlı, basit ama oldukça bakımlı evler vb…
Lijiang kesinlikle Yunnan’a yapılacak olan bir gezinin baştacı. Her ne kadar burada daha çok Naxi azınlık grubunun adı geçse de aslında Bai, Pumi, Lisu, Tibet ve Yi gruplarının da birlikte yaşadığı, Tibet tarzı mimarisiyle, salkım söğütlerin iki yanında sıralandığı Arnavut kalıdırımı sokaklarıyla, ve devamlı yanınızdan akan derenin sesinin verdiği rahatlık duygusuyla size “iyi ki geldim buralara” dedirten bir şehir. Bu akan dereler üzerinde kurulmuş olan 354köprü, şehre hemen “Köprüler Şehri” yakıştırması yapılmasını sağlamış.
1996 yılında şiddeti 7’nin üzerinde olan bir deprem şehre çok büyük zarar verir ve sonrasında eski şehir UNESCO Tarihi Miras Listesine alınarak restore edilir. Bugün Eski Şehir’de akşam geç saatlere kadar açık kalan hediyelik eşya, çay dükkanları ve barlar ve önlerindeki yerel kıyafetli insanlar turistlerin (özellikle yerli) yolunu gözlemekte. Her an her yerde folklorik bir gösteriyle karşılaşma ihtimaliniz çok yüksek.
Şehre fon oluşturan Jade Ejderha Kar Dağı 5596mt zirvesiyle son derece görkemli. Bizler de 3000mt’sine teleferikle çıkıp burada Kuzey Amerika’dakilere birebir benzeyen totemlerle karşılaşıyoruz. Yol üzerinde bölgede çokça bulunan ve etinden de faydalanılan “yak”lar görüyoruz. Asya Halklarının geneli gibi Çinliler de Dağ Manzarasına mest oluyorlar. Laf aramızda olunmayacak gibi de değil! Aşağı inmeden önce ben de bizim paramızla yaklaşık 2TL verip ahşap  bir  dilek nazarlığı sallandırıyorum.
Kültür Devriminin dine karşı acımasız ve sert tutumunun yumuşamasından sonra Budizme ve Çin’in yerel dini Taoizm’e büyük esneklikler sağlanıyor. Dolayısıyla birçok tapınak gezme olanağı buluyorum. İçlerinde çok yıpranmış da olsa “Baisha Freskleri” dikkat çekecek şekilde sadece burada, Çin’deki değişik dini inançları bünyesinde birleştiren son derece enteresan bir doküman. Bu ziyaretler sonrası dışarıda gördüğüm birçok insanın hala Mao döneminin tek tip şapkasını ve/veya kıyafetini kullanıyor olması globalleşmenin kasıp kavurduğu devrimizde otantikliğin son kırıntılarına şahit oluyormuşum izlenimini veriyor bana.
Siyah Ejder Göletinde bir öğleden sonra gezintisi ise gündelik hayatı en iyi gözlemleyeceğiniz mekan. Gölet – tapınak – dağ üçlüsünü aynı kadraja alarak çekilen fotoğraflar Yunnan’la ilgili hemen her kitabın kapağını süsleyen bir kare. Parkın doğal güzelliğinin yanında içinde yok olmaya yüz tutumuş Dongba kültürünü tanıtan müze de hayli önemli. Hiyeroglif benzeri basit bir yazısı olan ve eski şaman ritüellerini izleyen bu kültür gezimde en çok dikkatimi çekenlerden.
Lijiang’dan ayrılmadan önce Naxi orkestrası ve müziğinden de bahsetmekte fayda var. Özünde saray müziğini icra eden orkestranın çaldığı yaklaşık 20çeşit enstürman var. Orkestra üyeleri bir hayli yaşını başını almış, şefleri nispeten daha genç ve 83yaşında. “Biz öldükten sonra bu müzik unutulacak” diyor ve bizleri her akşam sahneye çıktıkları tiyatroya müziklerini dinlemeye çağırıyor!
Lijiang’dan sonra yolculuk bir doğa harikası ve dünyanın en derin nehir kanyonu olan Tiger Leaping Geçiti'ne devam ediyor. Burası dünyanın üçüncü en büyük nehri olan 6300km’lik Yangtze  üzerindeki en dar geçiş yeri ve efsaneye göre burada kendisini kovalayan avcılardan kaçan bir kaplan bir yakadan diğerine sıçradığı için “kaplanın sıçradığı”  geçit olarak bilinen yerdir. Buraya gelmeden önce ise Yangtze Nehri’nin ilk kıvrımını ve bu görkemli nehrin nasıl 180 derecelik bir dönüşle akış yönünü değiştirdiği görülür. Bu dönüş ülkeyi coğrafi olarak Kuzey ve Güney şeklinde bölmekle beraber, bu bölünüş aynı zamanda kültüreldir de.  Biz 2500mt’de kısa ve keyifli bir yürüyüş yaparken, profesyonel yürüyüşçüler çok zorlu, zigzag şeklinde bir parkuru tırmanarak 3900mt’lere kadar ulaşan irtifada günlerce süren yürüyüş turlarına katılırlar!
Zhongdian ya da nam-ı diğer Shangri-La gezimdeki son durak. Kademeli olarak artık 3160mt’ye ulaşmışım. Burada mimari de coğrafya da Tibet tarzı bir görünüme bürünüyor. Kutsal dağlar, havada uçuşan dua bayrakları ve Budist sutraları da bu görünüme katkıda bulunuyorlar. James Hilton’un Lost Horizon adlı eserinde Shangri-La olarak tanıttığı bölgenin burası olduğunu iddia eden yerel yönetim biraz da turizmi geliştirmek adına Zhongdian adını 2001yılında Shangri-La olarak değiştiriyor. Kitapta burası Kunlun Dağlarıyla çevrelenmiş, mistik, uyum içinde bir vadi olarak tanımlanır…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK





12 Temmuz 2011 Salı

BİR FLORANSA KAÇAMAĞI ÖYKÜSÜ: FERZAN ÖZPETEK FİLMLERİNİ HEP SEVDİM

Ferzan Özpetek filmlerini hep sevdim… Çünkü dünyada aşkın, sevginin, arkadaşlığın ne kadar “derin” olduğunu işleyen birçok yönetmen var. Ancak bu duyguların aynı zamanda ne kadar “geniş” olduğunu, bu kadar iyi anlatan çok az insan var. Bu kadar geniş, yıllar sonra seni bir rüyanın peşinde koşturacak ya da hiç bilmediğin bir geçmişte hiç bilmediğin duygularla karşılaştıracak ya da sana bir anda materyal tüm değerleri geride bıraktıracak ya da tüm dünyayı karşına aldırtacak kadar “geniş”…
En çok da kurulan masaları, donatılan sofraları sevdim onun filmlerinde. Belki de hangi dili konuşursa konuşsun, en önemli ortak noktası kültürlerin; kare olsun, dikdörtgen olsun, yuvarlak olsun fark etmeksizin, bir masanın etrafında yemek yerken paylaştıkları, hissettikleridir. En iyi Cahil Periler’de gördük bunu, biz de orada olmak istedik… O sofranın, o paylaşımın bir parçası olmak istedik. Ya da 30larındaki Lorenzo ile 40larındaki Davide’nin misafirlerine yemek hazırlarken bir taraftan sosu da biz hazırlamak istedik(Saturno Contro). Antonia 15yıllık eşi Massimo’yu bir kaza sonucu kaybettikten sonra bir şüpheyle “hayatında başka biri daha var mıydı” sorusuna cevap bulduğunda yine o “geniş” kavram çıktı karşımıza(Cahil Periler).  Ya da Lorenzo birdenbire hiç beklenmeksizin öldüğünde arkasından mahvolan Davide’nin çaresiz çığlığını benim gibi dev ekranda izleyen kaç kişinin gözleri dolmuştur… Francesco ile Mehmet’in bir hamamda geçen sürrealist sohbetleri ya da daha önce İstanbul’a hiç gelmemiş Marta’nın bir vapurda okuduğu o mektup içimizi titretmedi mi? En çok da genç Giovanna ile yaşlı Simone’nin “Historia de un Amor” şarkısı eşliğinde kendi iç hesaplarını yaptıkları o dakikalarda karşı pencereden onları izlemeyi istemedik mi…?
Ve tabii ki müzik! Yaptığı her güzel şeyi müzikle zenginleştirerek daha çok duyu organımıza hitap eder duruma getiren Özpetek, film müziği seçimlerinde de olağanüstü! Ma che Freddo Fa, 50Mila, Passione gibi şarkıları defalarca İtalya’da gruplarımla dinlediğimde, filmlerini izlerkenki aynı sıcak duyguları hissediyorum. Ya da Cuore Sacro’nun operasal müziklerinde Irene’nin içindeki değişimi daha iyi kavrıyorum.
Ve vazgeçilmez figüranları Özpetek’in, kanımca Türkiye’nin en iyi entelektüellerinden Serra Yılmaz ve dev müzisyen Sezen Aksu. Onların katkıları olmasaydı, bu filmlerde kesinlikle bir şey eksik kalırdı!
Ferzan Özpetek filmlerini hep sevmişimdir… Ancak bu sefer sinemaya yeni bir filmini izlemeye değil, bavulumu hazırlamış Floransa’ya gidiyorum. Çünkü bir gelenek varmış İtalya’da, başarılı, kendini ispatlamış yönetmenlerden bir opera sahneye koymalarını isterlermiş. Bunu Özpetek’e de teklif etmişler birkaç defa ancak O, çeşitli nedenlerden ötürü daha önce böyle bir projeye soyunmamış. Demek artık vakti geldi ki, opera sanatının asıl doğum yeri olan Floransa’da, Maggio Musicale Fiorentino Tiyatro’sunda aynı adlı İtalya’nın en eski müzik festivalinin açılışına Ferzan Özpetek’in sahneye koyduğu “Aida” yı izlemeye gidiyoruz hem de Zubin Mehta yönetiminde. Aslında bu bir organizasyon, kültür turlarının öncüsü FEST Travel’ın düzenlediği bir gezinin lideri olarak gidiyorum Floransa’ya.
Yanımda 29kişilik, kültür tutkunu seçkin bir grup, içimde bu organizasyonun bir parçası olmanın mutluluğu, varıyoruz tiyatroya… Filmlerde gördüğüm kırmızı halılar, asil kıyafetleriyle atlı korumalar, İtalya’da daha önce de tanık olduğum baş döndürü bir şıklık ve zerafet. Çalışanların 1saatlik grevi sonrası başladı Aida… Aynı sinemasal dil, aynı genişlik ve taa içime işleyen o sesler ve müzik. Ufacık detaylarla kocaman işler yapan Ferzan’ın o tanıdık aurası…! Gerisini zaten basın yazdı… Herşey ama herşey çok güzeldi…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK