25 Ekim 2011 Salı

KADIKÖY YAZILARI I: REXX SİNEMASI (BİR SANATÇININ DRAMI)

Sinemaseverlerde bir kıpırdanma başlar mart sonu nisan başı civarında. Festival yaklaşmaktadır, bir bilet heyecanı alır herkesi… Son yıllarda Lale Kart çıkmazdan önce, o gişelere hücum edişlerimiz aklımda, herşey ne çabuk değişiyor! Program alınır, uzun uzun itinayla incelenir, çizelge üzerinde teknik bir alışkanlık gerektiren zaman oturtma ayarı yapılır. Sonra sinemalara koşulur, birinden diğerine, günde 3 film izlendiği olur (hatta bazı kahramanlar bunu 4’e çıkarırlar)… Tabi bir de “sosyal” ek aktiviteler vardır: aralarda İnci’den profiterol yenir, Balık Pazarında midye tava-bira bir güzel mideye indirilir, kafelerde film kritiği yapılır… Gözler hep tanıdık insanları arar…

Bir bahar akşamı rastladım size
sevinçli bir telaş içindeydiniz....

Genelde 5 sinemada gösterilir filmler 2 hafta boyunca, bunlardan 4 tanesi Beyoğlu’nda 1 tanesi de İstanbul’un en sanatsever semtlerinden biri olan Kadıköy’dedir. Kadıköylüler iyi bilirler Sakız Gülü Sokağını da, Rexx Sinemasını da…
“Rexx? Nereden çıktı bu Rexx yahu, 40 yıllık Reks sineması…!Öz be öz Türkçe alfebede olan harflerle yazılırdı adı…!”
“40 hatta 50 yıl önce de adı başkaydı bunun, Hale Sinemasıydı 1961’de yıkılana kadar…”
“Ondan önce de Febüs’tü zaten…”
“Febüs…Febüs… Hani şu mitolojik Apollon’un ışık tanrılığını öven sıfatı “Phoebus” mu? Yoksa ondan önce de adı Apollon’du mu diyeceksin!?”

derinden bakınca gözlerinize
neden başınızı öne eğdiniz

Apollon Tiyatrosu’ydu benim adım, Avrupa’daki örneklerime benzerdim. Kadıköy’de varlığı bilinen en eski tiyatro salonuydum. Kadıköy Rum cemaati tarafından, Banker Zani Stefanos Skilitçis’in bağışladığı arsa üzerine 1873 yılında yaptırılmıştım. Dönemine göre oldukça yüksek bir değer olan 850 Osmanlı Lirası harcamışlardı benim için. Dışım kagir, içim ahşaptandı. Üç kat localarım vardı çok şık hanımefendileri beyefendileri ağırladığım. Şıkır şıkırdım…
Rumlar Teatron Halkidonas (Kadıköy Tiyatrosu) diye çağırırlardı beni, o zaman Sakız Gülü Sokağı da Teatron Sokağıydı; Türklerdi Apollon Tiyatrosu diye çağıranlar. Çok güzel temsiller oynandı güzel sahnemde. Atina’da Yunan Tiyatro Arşivi’nde 1889 ve 1890’da oynanmış iki eserin Rumca-Osmanlıca iki afişini görebilirsiniz… Ancak özellikle Meşrutiyet Sonrasında verilen gazete ilanlarında görürsünüz ne çok, ne çeşitli temsiller verilmiştir şimdi olmayan biricik sahnemde.

İçimde uyanan eski bir arzu
dedi ki yıllardır aradığın bu

Ancak düşündükçe, beni bir yandan onurlandıran, bir yandan kahreden, bir yandan sevindiren, lafın kısası çok karmaşık duygulara iten bir anılar silsilemi hatırlarım. Yıllardan 1920’ydi. Sıkıntılı zamanlardı o günler her açıdan. Savaştan yeni çıkılmıştı, mütareke yıllarıydı. Tüm olumsuzluklara rağmen sanat insanın içini ısıtmaktaydı. 1920’ye kadar sahnemde Ermeni kadınlar hünerlerini sahneleyebilmişlerdi, Türk Müslüman kadınlarının sahne alması konuşulamazdı bile, dini kurallara aykırıydı. O zamanlar Darülbedayi vardı, 1914’te Operatör Doktor Cemil Topuzlu Paşa’nın Şehreminliği döneminde kendisinin çaba ve teşvikiyle Batılı tarzda bir konservatuar kurumu olarak kazandırılmıştı şehrimize. Tiyatro da böylece gelişecek ve çağdaşlaşacaktı yavaş yavaş.
İşte bu dönemde 1918 yılında, savaştan yenik çıktığımız bir durumda, yönetim kurulunun kararıyla beş Türk kızı Darülbedayi’ye öğrenci olarak alınmıştı. Tepkiler olmamış mıydı? Olmaz mı! Hem de ne tepkiler! Yine de “sadece dersleri izleyecekler ve sadece kadınlara verilecek temsillerde rol alacaklar” bahanesiyle eğitimlerine devam etmişlerdi. Beyza, Refika, Behire, Memduha ve Afife’ydi adları… Bu pırıl pırıl kızlardan 3’ü bir müddet sonra tiyatrodan ayrılmıştı. Kalanlardan Refika 6 Lira aylıkla tiyatronun suflör yardımcılığı, Afife de 5 Lira aylıkla stajyer oyuncu kadrolarına atanmıştı. Yanıyordu içi Afife’nin oyunculuk ateşiyle. Ancak bir türlü fırsat gelmiyordu kendisine, o da istiyordu sahneye çıkmayı… Dayanamadı en sonunda o kadar istediği şeyin hem bu kadar yakınında, hem bu kadar uzağında olmaya, O da ayrıldı tiyatrodan.
1920’nin ilkbaharında Hüseyin Suad’ın “Yamalar” piyesini oynatacaklardı sahnemde. Başrol oyuncusu gözde sanatçı Eliza Binemeciyan’dı. Tiyatroyu, bizi yüzüstü bırakıp Paris’e gitti oyuna sadece 9 gün kala. Ne yapacaktık, çaresizdik… Hemen Afife’yi düşündük rol için, arayıp bulduk kendisini. Teklifimizi duyunca sevinçten havalara uçmuştu. Değişen tiyatro panolarında Afife’nin kimliği de değişti ve Jale olarak yazıldı adı. Ne kadar da yücelmişti o gece, neredeyse ben de kendimi tutamayıp ağlayacaktım. Düzgün vücudu, duyarlı oyunculuğu ve en önemlisi de “temiz” Türkçesiyle hem hayranlık hem de şaşkınlık uyandırmıştı seyircide. Çok sonra o geceyi Afife de anlatmıştı: ”Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. O ağlama sahnesinde, orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım. Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Muharrir Suat Bey kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü:”Bizim sahnelerimize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin” dedi.”
Bu olağanüstü başarı sonrasında hemen ertesi hafta Afife’yi “Tatlı Sır” piyesinde oynatmaya karar verdiler. İşte zaten kıyamet de o zaman kopacaktı. Koltuklarım tıklım tıklım dolmuştu, sahnede bir Türk kadının oynayacağını bu sefer duyan sanatseverlerin bir kısmı geceyi Kadıköy’de geçireceklerini göze alarak İstanbul’dan gelmişlerdi. Herkes çok heyecanlıydı. Afife müthiş oynuyordu, gözkamaştırıcıydı… Tanrım ne kadar da güzeldi sahnede Türk kadınının sesini duymak! Ancak sevincimiz kursağımızda kalmıştı, işte orada polisler… komiserleri fuayemde Hüseyin Suad’a sahneye çıkarılan Türk kızının ikinci bölüme çıkamayacağını, çıkarsa tutuklanacağını söylüyor. Odasına kadar geldiler Afife’nin, önce sakin karşıladı onları ancak bir müddet sonra sinirlenince kendisi, rızasıyla gelmezse sürükleyerek götüreceğini söyleyen komisere; “Sen sürüklersin ama ben de camı kırar, sokağa fırlar gelir yine sahneye çıkarım!” diye bağırıyordu. Oyunun ikinci yarısı bir türlü başlamayınca halk da sinirlenmeye ve tepki göstermeye başladı. Yatıştırmaya çalıştılar seyirciyi ama nafile, Afife’yi istiyorlardı onlar, aslında gerçek bir sebep istiyorlardı…
Halid Fahri ağzından kaçırıvermişti o sebebi; “Çıkamaz, sahneye… Bu gece de çıkamaz, haftaya da. Bekleyelim Türk kadınını sahneye serbestçe çıkaracak inkılabı…!” Ona uymuş “çıkacak, çıkacak” diye tempo tutuyordu halk. Kimisi paniğe kapılmış önündekini eze eze dışarı kaçmaya çalışıyordu. Zar zor kendine getirdiler sarhoş şairi, yoksa herkesin tutuklanmasına sebebiyet verecekti. Dışarıda toplanmış bir grup genç; “Afife’yi polis götürürse kurtaracağız” diye tempo tutmaktaydı. Sahnemin altından kaçırarak yan sokağa çıkardılar Afife’yi ve bir otomobile bindirerek evine yolladılar.
Tüm bunlardan sonra yılmamışlardı, bir hafta sonra yine benim sahnemde “Odalık” piyesini oynattılar. Oyunun sonuna kadar bir şey olmadı. Bu sefer kurnaz davranmıştı emniyet, etrafımı sarmışlardı oyun biter bitmez Afife’yi götürmek için. Ancak bayan oyunculardan biri bu hazırlığı görüp haber vermişti ve emektar Siroçkin makine diresinden dışarı kaçırmıştı onu… Yine de daha sonra tutuklanıp karakola götürülmesine engel olamamıştı kimse… Hırpaladılar onu “Dinini, milletini unutan sen misin?” diye…
Bundan sonra kaderlerimiz çoğunlukla birbirine paralel bir rotada yol almıştır… Babası bile istememiştir Afife’yi, evden ayrılmak zorunda kalmıştır… Büyük mübadele sonrasında eskisi kadar dolmamıştır koltuklarım… Darülbedayi’deki ücretli görevine son verilmiştir, parasız ve güvencesizdir artık… Sinemaya çevirdiler beni ismim Hale artık… Önüne geçilmeyen başağrıları çekmektedir Afife, doktoru morfin tedavisi verir ona… Yaşlandım zamanla, döşemelerim gıcırdamaya başladı, küf kokuyordum artık… Sahneye çıkmak için verdiği mücadeleyi nefsine karşı veremedi Afife, morfinman oldu, 1941’de 39 yaşında devrildi bir çınar… 1951’e kadar Hollywood klasikleriyle idare ettim ancak artık yeni sinemalar vardı, kimse tercih etmiyordu beni, 1961’de en sonunda yıkıldım…

Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önce nerelerdeydiniz…



Not 1: Efendiler... Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız. Yaşamlarını büyük bir sanata adayan bu çocukları sevelim." Mustafa Kemal Atatürk / 1930
Not 2: Aradaki dörtlükler büyük bestekar, udi ve tamburi Selahattin Pınar’a aittir. Aynen bestede olduğu gibi başlayan bir aşkla bağlanmıştır Afife Jale’ye. 6 Şubat 1960'da Todori'nin lokantasında, yanında söz yazarı Selim Aru olduğu halde, yemek yemek üzereyken yine bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir.
Not 3: Konuyla ilgili anılarından yararlandığım Adnan Giz’e teşekkürlerimi borç bilirim…

16 Ekim 2011 Pazar

O Nar Olmadan Önce Yeni Gelenlerin Şehri İdi... Ya da Basit Bir Granada Hikayesi

Nüfusu 500.000’e çıkmıştı. Batı Avrupa İslam topraklarının son kalesiydi, öncesinde bir bir düşen her şehrin sakini kaçıp oraya sığınmaktaydı. Bir tarafında neredeyse tüm cihanı besleyecek kadar geniş ve bereketli bir ova, bir tarafında ise kısa bir zaman sonra yüksek bir tepesinde gerçekleşecek, bir daha hiç görülmeyecek sevgiliye ünlü son bakışın ve tarihi konuşmanın şahidi Sierra Nevada, nam-ı diğer “Karlı Sıradağlar”… Birbirinden Darro Nehri ile ayrılan iki tepe üzerinde kurulmuştu bu görkemli kent; Albayzin ve La Colina Roja(Kırmızı Tepe).
Bundan önce çok daha önemli şehirler bir bir Hristiyan yeniden fethine boyun eğmişlerdi. Birbiri ardına Cordoba (Kurtuba), Sevilla (İşbiliyye), Murcia (Mursiyya)  anahtarlarını teslim etmişlerdi Hristiyan yöneticilere. Ancak o dönemlerde adil davranmıştı Hristiyan yöneticiler de Müslümanlara. Birlik ve beraberlik içinde yaşayıp gitmişlerdi tıpkı daha önce yüzyıllarca Müslüman yöneticilerin hakimiyeti altında yaşadıkları gibi. Ancak şimdi durum farklı idi, artık devir Isabel ve Fernando’nun koyu Katolik inancı çevresinde birleşmiş Hristiyan İspanya’nın devri idi. Artık onlardan olmayanlara yer yoktu. Isabel ve Fernando onlardan olmayanlara dünyayı dar etme konusunda hemfikirlerdi ve bu kararlarını evlilik yoluyla mühürlemişlerdi. Ronda ve Malaga da düşmüştü son yıllarda, artık kaçacak tek bir yer kalmıştı…: “Garnatha”, nam-ı diğer; yeni gelenlerin tepesi…
Bu şehir Hristiyanlarca Granada ve “nar” yapılmadan çoook önce Garnatha ve yeni gelenlerin şehri olmuştu. Önceleri sadece Albayzin tepesinde kurulu idi, bir tarafında saray halkı bir tarafında yerel halk yaşar idi… Ne zaman ki geldiler Nasriler ve gördüler ki Albayzin bir hayli gelişmiş, o zaman karşıdaki Kızıl Tepeye yerleşmeye karar verdiler… Kızıl Tepe ise üzerine daha sonra bu hanedan tarafından kondurulan Kızıl Saray (Al-hamra) ‘ın anlamına uyarlanarak bu şekilde söylenegelmişti… Oysa başka bir adı vardı bu tepenin çoook öncelerde; “Sabıka”, nam-ı diğer; geçmiş bulunan şey; yani bir anlamda “başı sonu belli olmayan”…
Kırmızıoğullarıydı onlar…1238’de Granada’ya son Müslüman Hanedan olarak yerleştiler. Liderleri Yusuf ibn Nasr Al Ahmar idi, Hz. Muhammed’in yakın arkadaşı Saad ibn Ubad’ın torunlarındandı. Aile adları olan Ahmar (Kırmızı) daha sonra yaptırdıkları Elhamra Sarayında yaşadı, onlar Nasr’dan (muzaffer) türeme Nasriler olarak bilindiler yıllar yılı… Yine bu aileden Yusuf ve V.Muhammed idi 14.yy ortalarında bu görkemli sarayı yaptıran… Ve Dünya tarihini değiştiren o yüce yıla kadar yönettiler bu şehri…
“Kırmızı Saray” dediler adına, kimse yazmadı söylemedi bu kızıllığın gerçek nedenini uzunca süre… Güneşin son ışıkları buraya vurur, tuğlasındaki kızıl toprak iyice kızıllaşır dediler. Hayatın her evresinde, klişeleri daha çok sevdi sıradan insan… Gerçek ve yalın olan, efsanelerin yarattığı aynı çarpıcı etkiyi yaratamadı hiçbir evresinde hayatın … Oysa bu kırmızılık çoook önce, Kırmızıoğullarıyla başlamıştı… Ben-i Ahmarlarla… Ama yazmadılar onlar, bırakmadılar ciddi belgeler. Yalın olan unutuldu, hikayesi efsanelerle harmanlanarak anlatıldı ve Binbir Gece Masallarından fırlama bir rol kesildi bu özünde mütevazı inşa edilmiş saraya.
Nasrilerden önce askeri-politik merkez idi, sonradan geliştirildi ve genişletildi. 13Hektarlık arazi üzerinde kurulmuştu. 2km’den fazla sur sistemi içinde barındırdığı 2000 kişiyi dışardan gelecek tehlikelere karşı korurdu. Bu surlar üzerinde rasgele yerleştirilmiş 30kule bulunurdu ki bunlardan en yücesinde daha sonra Dünya Tarihini değiştirecek olan o yılda Hristiyan Sancakları asılmıştı. Askeri bölüm Alcazaba, Sultanın ve ailesinin yaşadığı Saray bölümü, tüm üretimin yapıldığı İslami şehir Medina ve bostan şeklinde düzenlenmiş bahçelerden oluşurdu. Yıllar sonra balayında buralara gelip çok beğenen, Isabel ve Fernando’nun torunu Şarlken bir ek Saray yapılmasını emredecekti. Nasri Saraylarına bitişik inşa edilecekti o saray da… Görkemli, kocaman, kudretli… Oysa diğeri gelenleri korkudan titretmek için değil, içinde huzurla yaşamak için inşa edilmişti. Gerek mimarisiyle olsun, gerek insanda yarattığı hissiyatla olsun bambaşkaydı bu iki saray.
Avlular etrafında inşa edilmişti. Bu avluları çevreleyen odaların bazılarının ne amaçla kullanıldığı kesin bilindi, bazıları ise efsanelerle anlatıldı. Bir zamanlar tüm saray parlak renklerle boyalı imiş; kırmızı, mavi, yeşil ve altın rengi… Halılarla, yastıklarla, duvarlarda asılı kumaşlarla göz alıcı biçimde döşeliymiş. Sarayla ilgili en önemli bilgileri 1362’de yapılan şenlikleri coşkuyla kaleme almış Vezir İbnü-l Hatib’in yazdıklarından biliyoruz… Kimbilir ne kadarı doğru, ne kadarı dalkavukluk amaçlıydı yazdıklarının… Binlerce defa Nasri sultanlarının veciz sözü tekrarlanıyordu stucco duvarlarda “La galibe ill’allah”, “Allah’tan başka galip yoktur”….
Şimdi bir bu “Allah’tan başka galip yoktur” yazısına, bir de Şarlken döneminde eklenmiş ve imparatorun mottosu olmuş “Plus Ultra” yazısına bakıyorum. Bir zamanlar kilise zoruyla her yerde İspanya topraklarından öte “No plus ultra” yani “ötesinde bir şey yok” diye Latince “fetvalar” verilirken, işte dünyayı değiştiren o yıl sonrasında bakılıyor ki ötesinde çok şey var; o zaman o “no” düşüyor ve motto tam tersi bir anlam kazanıyor. Tezata iyice bakıyorum ve sadece gülümsüyorum…
Mersinli Avlunun ortasındaki havuzda Comares Sarayının ünlü yansımasını görüyorum. Bir zamanlar kökleri aşağı alınmış ağaçların üstünden bağdaş kurmuş halde meyve topladıkları cennet bahçesi tasvirini düşünüyorum.            Cuarto Dorado’ya giriyorum ve gözüm orada iki kapının arasına yerleştirilmiş tahtında oturan hükümdara takılıyor. Orada halktan insanları dinliyor… Onun burada oturduğuna hiç şüphe yok çünkü duvara kazınmış Ayetelkürsi herşeyi belirtiyor:
“Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez.O, yücedir, büyüktür.”
Aynen bunun gibi Elçiler Salonunun da bu amaçla kullanıldığından hiç şüphe yok. Hemen girişin karşısındaki o pencereli oyuntu, şüphe yok ki tahtın yerleştirildiği yerdir. Kafamı kaldırıp tavana bakıyorum ve marküteri işçiliğinin en güzel örneklerinden biriyle karşılaşıyorum… Tam 8000  sedir ağacı parçası kullanılarak yapılmış enfes tavan işçiliği ile… Ve kubbe altında yazan Mülk Suresi;
1)Mutlak Hükümdarlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun herşeye gücü yeter. 2)O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır. 3)O ki, birbiri ile ahenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah’ın yaratışında bir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? 4)Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) aciz ve bitkin halde sana dönecektir. 5)And olsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.
Alevli ateş azabı… Ancak bu azabı tam da bu odada yaşayan, son Nasri Sultanı Ebu Abdullah XII. Muhammed, nam-ı diğer Boabdil olmalıydı. Tam da burada dünya tarihini değiştiren o yılda hasmı Fernando karşısında Hristiyan yeniden fethini (reconquista) tamamlayan antlaşmanın şartlarını kabul etmişti… Basiretsiz bir yöneticiydi Boabdil, olduğu yere araya annesini de koyarak binbir türlü saray entrikası, alavare dalavere ile gelmişti. Annesi üzerine Hristiyan bir kadın koklayan babasını affedememişti, oğlunu galeyana getirmiş ve birlikte babayı tahttan indirmişlerdi. Dizlerine kapanmak istemişti Fernando’nun, şehrin anahtarlarını teslim ederken… İşte orada Katolik Kraliçe Isabel, muzaffer bir tebessümle durmaktaydı. Dirseklerinden tutup ayağa kaldırdı hasmını Fernando; ve gitmesine izin verdi Boabdil’in. Yanına annesini de alıp karşı kıyılara Fas diyarına doğru yola çıktı Boabdil ve Karlı Sıradağların artık şehrin görünmez olduğu bir tepesinden son kez baktı sevgili Granada’sına ve derin ve acı bir iç çekti… Gözlerinden ince, sicim gibi gözyaşları süzüldü. Hiddetlendi annesi, sertçe çıkıştı oğluna; “Sus” diye haykırdı… “Sus ağlama kadın gibi, erkek gibi müdafaa edemediğin şehrin arkasından”…
Tarih 2 Ocak 1492 idi. Çok yakında tüm dünya tarihi değişecekti…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
















2 Ekim 2011 Pazar

Bir Saray İçinde Kurulan Görkemli Şehir: Split


Akdeniz'in tarifsiz bir önemi olmuştur her zaman hayatımda. İlk önce ailecek yaptığımız gezilerde yurdumuzun kahverengi tabelalarının gösterdiği yerlere gire çıka, daha sonra ise gemi turları ile Avrupa'da tarihi limanlara gire çıka masmavi deniz ile Roma tarihi özdeşleşmeye başlamıştır aklımda.

Hikayeler, efsaneler, mitoloji, sezarlar hepsi birbirine karışır ve Akdeniz'in mavisiyle yoğrulur. Avrupa'nın Latin etkisinde kalmış ve Akdeniz yumuşaklığına, şefkatine, zevkine, nüktesine sahip bölgeleri her zaman için daha çok çekmiştir beni. İnsanıyla, yemeğiyle, müziğiyle, kültürüyle, katman katman tarihiyle ve ortak Romalı geçmişiyle görkemli bir kültür şölenidir "iki toprak arasındaki" deniz...!
İşte bu toprakların Adriyatik Kıyılarında bir şehir var ki, belki o olmasa İstanbul da İstanbul olmayacaktı. Hırvatistan'ın başkent Zagreb'ten sonra ikinci büyük şehri olan Split aynı zamanda Adriyatik Kıyılarının en büyük yerleşimi. Bugün nüfusu 200.000 kişiye ulaşmış ve 91 - 95 savaşı sonrası yaralarını hızla saran Hırvatistan'ın turizm cennetlerinden biri olmuş.
Split'i benim gönlümde bir numaralı Hırvat şehri yapan özelliği ise Romalı geçmişi ve tüm eski şehrinin bir sarayın içinde kurulmuş olması: Diocletianus Sarayı... Split, MÖ 6.yy'da "Aspalathos" adlı bir Yunan Kolonisi olarak kuruluyor. Bu kelime "katırtırnağı" anlamına geliyor. Hemen Katalan şarkıcı Joan Manuel Serrat'ın eşsiz "Mediterraneo" adlı şarkısındaki "çamlara yeşil, katırtırnaklarına sarı rengi vereceğim" dediği mısrayı ve batıdan doğuya, kuzeyden güneye tüm Akdeniz'de ortak olan 2 bitkiyi hatırlıyorum...
Şehrin adı tarih boyunca Yunan - Roma - Slav - Venedik etkisi ile söylene söylene Aspalathos - Spalatum - Spalatro - Spjlet ve en sonunda Split olarak evrim geçirerek günümüzdeki Hırvatça'ya yerleşiyor. Romalılar Adriyatik sahillerine MÖ 229 - 221 arası süren ve Balkan Yarımadası'nın büyük bölümünde bulunan ve bugünkü Arnavutların atasını oluşturan İliryalı kavimlerle yaptıkları savaşlar sonucu yerleşmişler. Kıyı bölgelerine yine İliryalıların bir kolu olan Dalmatae'den gelen "Dalmaçya" adını vermişler. Dalmaçya bölgesinin yönetim başkenti de Split'e bir taş atımı uzaklıktaki Salona olmuş yıllar boyunca...
Split'in Split olması ise Roma İmparatorluğunun 51. İmparatoru Diocletianus'un (yönetimi MS 284 - 305) emekli olduğunda doğduğu toprakların civarında bir saray yaptırmaya karar vermesiyle başlıyor. Onun hükümdarlık yaptığı 3.yy sonları İmparatorluğun artık çok zor zamanlardan geçtiği ve sona yaklaştığı bir krizin eşiğiydi. Ve hatta Diocletianus kendi rızasıyla tahttan feragat eden ilk Roma İmparatoru olmuştur. Salona'da yaptıracağı saray için yeterli alan bulamayan imparator yakınlardaki geniş ve bakir koyu seçer 38.000m2 lik sarayını kondurmak için... Bu saray surlarla çevrili, 16 kuleli, bir taraftan bir Roma villası, bir taraftan da askeri bir castrum olacak şekilde planlanmış ve 8 - 10 bin kişiyi barındıracak şekilde inşa edilmiş. İçinde Jüpiter, Venüs ve Kybele'ye adanmış tapınaklar ve ölümünden sonra imparatorun son istirahatına yatacağı bir anıtmezar inşa edilmiş. Denize bakan cephede imparatorun hafif meltemi içine çekip, yürüyüş yapacağı revaklı yol, aşağıda binanın kot farkını ortadan kaldırmak için inşa edilmiş devasa bodrum katı...
Sarayın yapımı MS 305'te bitmiş ve zaten bu tarihte de Diocletianus, imparatorluk görevinden istifa etmiş. Kendisini iktidara yeniden davet edenlere gururla villasını ve Split'e fon oluşturan Marjan Tepesinde düzenlettiği bahçeleri gösterip; "Bunları bırakıp nasıl geleyim...!" diye cevap verirmiş.
Batı Roma İmparatorluğu MS 476'da çöktükten sonra saray uzunca süre boş kalmış. Ta ki 7.yy' da tüm bölgede etkili olan Slav akınları buralara da ulaşana kadar. Slavlardan kaçan bölge halkı sarayın içinde kendine sığınak bulmuş. İmparatorum mozolesi yağmalanmış ve sonra kiliseye çevrilmiş. Yavaş yavaş kalıcı olarak yerleşen ve hatta Slavlarla karışan halk saray içinde evler, sivil yapılar, kiliseler inşa etmeye başlamışlar. Ve en sonunda sarayın içinde Split'in eski kenti oluşmuş.
Bugün UNESCO tarafından tarihi miras listesine alınmış olan Diocletianus Sarayının içinde dükkanlar, evler, restoranlar, 3000 kişilik bir nüfus vb. bulunmakta. Hatta eski Roma'da şehri kuzey -  güney ekseninde bölen Cardo Maximus'un devasa kolonu bir banka binasının içinde kalmış. Diocletianus etki alanı olan Doğu toprakları ve Mısır'dan 200 sütun ve 12 sfenks getirtmiş. Her ne kadar sfenkslerin kafaları Hristiyanlar tarafından daha sonradan uçurulsa da; hala 2 tanesini sağlam görmek mümkün..!
İşte böyle ilginç bir şehir Split...
Peki neden Split olmasa İstanbul olmazdı diye sorduğunuzu duyar gibiyim! O zaman tekrar bakalım Diocletianus'a... Onun döneminde merkezi kuvvet zayıflamış ve her imparator sonrası iç savaşlar çıkmakta. Bunu fırsat bilen düşman kavimler de Roma topraklarına saldırmakta...  Diocletianus merkezi kuvveti sağlamlaştırmak için kendinden sonra işlemeyecek Tetrarki (dörtlü yönetim) adlı sitemi kurmuş. Bu sistemde imparatorluk Doğu ve Batı olarak ikiye ayrılmış ve her bölümün başında birer Augustus (kıdemli imparator) ve birer Ceasar (genç imparator) olmak üzere dört imparator beraberce yönetmişler tüm toprakları. Diocletianus döneminde bu yönetim sayesinde krizden çıkılmış, sınırlar kuvvetlendirilmiş ve imparatorluğa düzen gelmiş. Öyle ki, onun dönemindeki tetrarkiyi oluşturan Diocletianus - Galerius (Doğu) ve Maximianus - Constantius Chlorus (Batı) dörtlüsünün, orijinal olarak İstanbul'da bulunan ve 1204'te IV. Haçlı Seferi yağması sonrası Venedikliler tarafından götürülüp San Marco Bazilikası'nın bir köşesine konulan ve imparatorları birbirine sarılır halde gösteren porfir heykel, bu yönetimin dünyaca ünlü sembolü olmuştur.
Diocletianus ve Maximianus ikilisi yönetimden ayrıldıktan sonra yardımcıları; kademe atlayıp bu sefer kendilerine yardım edecek Ceasarlar atamışlar. Bu tetrarki fiilen 313 yılına kadar devam etmiş ve tetrarkinin 3. ayağında en sonunda düzeni bozacak, toplu yönetimi dağıtacak ve başkenti Doğuya taşıyarak kendi adıyla yeniden takdis edecek bir imparator tek başına Augustus olmuş: I. Konstantin...! Başka bir deyişle; eğer Diocletianus olmasa dörtlü yönetim olmayacaktı ve dörtlü yönetim olmasa Konstantin başa geçemeyecekti ve Konstantin başa geçmese Konstantinapolis olmayacaktı... Diocletianus muhteşem sarayının temellerini atarken aslında bir yandan da Yeni Roma'nın temellerini attığının asla farkında değildi...!

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK