26 Kasım 2011 Cumartesi

BİZ BEYOĞLU’NDA TİYATROLARI YA ÇOK PİŞMİŞ YA DA İŞ MERKEZİ OLARAK SEVERİZ…!

Kendinden önce gelenlerden farklıydı O… Babası öldüğünde koskoca bir imparatorluğu yönetmeye pek de yaşı tutmadığı için amcası çıktı tahta, ama yeğenine iyi davrandı. Gelenek olduğu üzere “kafes” hayatı yaşatsa da ona, iyi bir eğitim almasına da izin verdi. Dünya tarihinin dönüm noktası olacak bir dönemde, amcasının ölümü ardından iktidar basamaklarını çıkmıştı. O zamanlar yerine göre hasmı, yerine göre dostu olan Fransa Kralı XVI. Louis ile mektuplaşırdı ve bunun sonucu olarak, kafasına köklü değişiklikler yapmayı koymuştu… Ve köklü değişiklikler oldu da… Mektup arkadaşının kellesi Concorde Meydanında giyotin altına girerken, Fransız Devriminin ateşi de tüm dünya düzenini alt üst etmekteydi…
İşte böyle bir dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun başındaydı III. Selim! Kendisi aynı zamanda bestekardı ve saraya gelen yabancı bir opera topluluğunu ilk defa izleyen sultandı. “Opera” sözcüğüne daha önceleri sadece yabancı ülkelerde elçilik görevini icra eden memurların daha sonra saraya sundukları sefaretnamelerde rastlanmıştı… Oysa şimdi “kanlı canlı” Osmanlı Sarayında da opera izlenmekteydi ve Fransa’da devrim olmaktaydı…!
Daha sonraları yerine geçen yeğeni II. Mahmud döneminde asıl değişim olacaktı bu topraklarda da…Yeniçeri Ocağını kaldıran hükümdar 1826’da reformun her alanda olmasını arzu etmekteydi. Mehteran Bölüğü de tarihe karıştığı için yerine Avrupai tarzda bir bando kurdurmuştu. Ve bu bandoya başöğretmen olarak 1828’de Giuseppe Donizetti’yi İtalya’dan getirtmişti ve maestro İstanbul’da tam 28 yıl kalmıştı. (Daha sonra kardeşi Gaetano Donizetti’nin ünlü operaları burada da sahnelenecektir.) Yine bu dönemde İmparatorluk başkentine Avrupa’dan birçok kumpanya gelmeye başlamıştır…
İstanbul’da ilk opera sahnesi kaçınılmaz olarak zengin Galata Bankerlerinin ikamet ettiği, bugün “İstiklal Caddesi” dediğimiz Cadde-i Kebir (Grand Rue de Pera)’de açıldı. Büyük çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu bu kaymak tabaka için önemli bir “ihtiyaçtı” Avrupa’daki benzerleriyle boy ölçüşecek bir salon. 1839 yılında Giustiniani adlı bir Venedikli tarafından şehre kazandırılan “Fransız Tiyatrosu” halka açık ilk operet ve müzikli oyunların temsil edildiği yer olarak tarihe geçmiştir ve maalesef sadece tarihte kalmıştır. Adı her ne kadar “Fransız” olsa da mimarisi tipik İtalyan tarzında, nal şeklinde ve altı kattan oluşmaktaymış. Balkonu yokmuş ancak her katında kadifelerle döşenmiş 26 locası varmış. Kadifenin ve altın heykellerin parlaklığı, gören herkesin gözlerini kamaştırırmış… Peki şimdi nerede bu güzide tiyatro? Yok… Tarih oldu… Yerinde Elhamra Pasajı bulunmakta ve salonun olduğu yer de 1999’daki yangın sonrasında kullanılmaz hale gelince gece klübüne çevrilmiş!
O tarihten sonra birbiri ardına salonlar açılmaya ve temsiller verilmeye başlanmış. Öyle ki bir ara Verdi’nin Aida operası Beyoğlu’nda 3 ayrı salonda sahnelenmiş. Bu sahnelerden biri  de önce “Bosco” ve daha sonra “Naum Tiyatrosu” olarak bilineni… Önce Bartolemeo Bosco adlı bir illüzyonistin, Halepli Hristiyan, ancak Osmanlı tebaasından Naum ailesinin  Galatasaray’daki yanan konaklarının yerine inşa ettirdiği ahşap salon var. Bosco şehirden ayrılmaya karar verince, 1844 yılında işletmeyi alıp kendi adıyla tekrar açan Mihail Naum, salonun perdelerini Bellini’nin “Norma”sı ile açmış… Metinleri Türkçe’ ye çevrilip oynanan ilk opera ise Donizetti’ nin “Belisario” su olmuş. Naum Tiyatrosunda sahnelenen bazı operalar Avrupa gazetelerine haber olacak önemdeymiş. Hatta Paris’teki operanın mimarı Garnier’ nin yayınladığı bir “Dünya Tiyatrolar Kılavuz” unda Naum Tiyatrosunun da adı  bulunmakta. Burada temsil seyredenler arasında Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz de bulunmaktaymış. Yaşasa her Avrupa şehrinde hayranlıkla baktıklarımıza benzer bir opera binamız olacakmış bizim de… Ancak yaşamıyor… Ahşap yapı  geçirdiği bir yangın sonrasında 1846’da yeniden inşa edilmiş. Ve fakat 1870 büyük Beyoğlu yangınıyla yeniden tamamen yanınca yerine Hristaki (Çiçek) Pasajı inşa edilmiş…
Naum Tiyatrosu’nda opera izlediğini söylediğimiz Abdülmecid’in bu sanata karşı öyle bir ilgisi vardı ki, bu onu Avrupa’daki saraylardaki gibi bir “Saray Tiyatrosu” açma emri vermesine kadar götürmüştür. Bugün İnönü Stadının bulunduğu yokuşta 12 Ocak 1859’da görkemli bir merasimle 300 kişi kapasiteli salonun resmi açılışı yapılmış. İçinin dekorasyonunu Paris Operasının da dekoratörü olan Sechan yapmış. İlk Türk tiyatro eseri olan “Şair Evlenmesi” ni Şinasi, bu saray tiyatrosunda oynanması için yazmıştır. Çok kısa ömürlü olan salon 1863’te çıkan bir yangın sonrası kullanılmaz hale gelmiş… Tamir de edilememiş. Uzun süre harap kaldıktan sonra bir dönem tütün deposu olarak kullanılmış ve en sonunda 1939’daki yol düzenlemesi sırasında tamamen yıkılmış. Ardından hiçbir iz bırakmadan bu nadide eser de kaybolmuş…
Konu tiyatro olunca, bu sanata Ermenilerin büyük katkısı gözardı edilemez. Genel Ermeni cemaati içinde günümüzde oldukça ufak bir azınlık oluşturan “Katolik Ermeniler” Elmadağ’da ihtiyaçtan dolayı 1830larda Surp Agop Hastenesinin temellerini atmışlar. 1850li yıllarda da hastaneye gelir sağlaması amacıyla Şan Tiyatrosu kurulmuş. 1978’de Egemen Bostancı sahneyi kiralayınca yıldızlı geceler başlamış ve 80li yıllar ülkemizde müzikallerin en yoğun ilgi gördüğü dönem olmuş. Sahnesinden kimler geçmemiş ki…! Ancak şimdi geçemiyor… 7 Şubat 1987’de Ortaoyuncular’ın “Muzır Müzikali” temsilinden sonra tiyatroda yangın çıkar…. Bu oyun toplumun bir kısmı tarafından çok tepki almaktaymış ve o gece oyun bittikten 10 dakika sonra esrerengiz bir biçimde, yanmış… Trajik bir şekilde hala şehrin göbeğinde bir harabe olarak duran yapı, çevresindeki otopark ve diğer yapılarla birlikte bir iş-kütür-alışveriş ve yaşam alanı projesine dönüştürülecekmiş… Projenin adı; “Şan City”…
Abdülmecit’in döneminde Donizetti öldükten sonra Musiki İşlerinin başına Gautelli Paşa getirilir. Ve 1870li yıllarda Paşa’ya bir arsa veriliyor, tiyatro binası yapsın, işletsin diye… Ancak bu yıllar Osmanlı’nın çok güç durumda olduğu ve borçlarını ödeyemeyip moratoryum ilan ettiği yıllar. Paşa Şehremanetiyle sorun yaşayınca imtiyazını 6. Daireye devrediyor(Bugünkü Beyoğlu Belediyesi). Bazı kaynaklar işte bu karmaşa içinde kurulan Tepebaşı Dram Tiyatrosunun yapımını Şehremini Rıdvan Paşa’ya atfetmektedir. Cumhuriyet aydınlanmasının, imparatorluk döneminden devraldığı iki büyük sanat kurumundan biri olan Darülbedayi (Güzellikler Evi/Bugünkü Şehir Tiyatroları), ilk oyunu olan “Çürük Temel”i burada sahnelemiştir. Muhsin Ertuğrul, Muammer Karaca, Reşit Gürzap ve daha niceleri burada sahne almıştır. İstanbul Operası’nın kuruluşu vesilesiyle 1959’da, Puccini’nin “Tosca” sının galasında, burada sahne almış Leyla Gencer’i dinleyen İstanbullular uzun süre bu temsili unutamayacaklardı! Ama o gece de, Tepebaşı Dram Tiyatrosu da “dramatik” olarak sadece hatırlayanların hafızasında kaldı...  7 Ocak 1970’de “yangın tehlikesi var” denerek boşaltıldı. Ve o yılın nisan ayında beklenen tehlike geldi, Tepebaşı Dram Tiyatrosu yandı. Bununla tabi ki kalmayacaktı; 1984’te üzerine 70bin ton beton dökülecekti ve güya bir “kültür” merkezi yapılacaktı. Ayaklanan sanatseverlere de yeni bir tiyatro sözü vermişti dönemin belediye başkanı. Sonuç şöyle olacaktı: 40.000mt2 lik otopark, kiraya verilecek 3000mt2 lik sergi salonu, 14.000mt2 lik alan Belediyenin borcuna karşılık TRT’ ye satılır…
Bunlar sadece en beylik örneklerdi… Odeon Tiyatrosu, Şark Tiyatrosu, Opera, Site, Galata Tiyatroları… Üzerine St. Antoine Kilise’sinin inşa edildiği Concordia Tiyatrosu… Bu örnekler, bu kentte ve hatta sadece Beyoğlu’nda, Tanzimattan günümüze, 250’ye kadar çıkartılabilir…  Biz böyleyiz, biz burada tiyatroları ya çok pişmiş ya da iş merkezi olarak severiz…!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

22 Kasım 2011 Salı

10 MÜTHİŞ “CANZONE NAPOLETANA” (NAPOLİ ŞARKISI) VE ANLAMLARI

Hayatım boyunca 3 vazgeçilmez tutkum olmuştur; gezmek, müzik ve Akdeniz. Gezip gördüğüm yerler arasında müzik kültürüyle Akdenizliliği kendinde en güzel buluşturan yer Napoli olmuştur, tarifsiz bir tutkum vardır bu şehre…! Tarifsiz çünkü herşeyi gördüğüyle yargılayan, derinine inmeyi bilmeyen/beceremeyen, çizginin ötesini anlayamayan algılar için Napoli çöpleriyle, pis ara sokaklarıyla, hırsızlarıyla, camdan cama gerilmiş ve her daim üzeri dolu çamaşır ipleriyle berbat bir şehirdir. Biraz Akdeniz, biraz görkemli bir şekilde şehre fon oluşturmuş Vezüv Yanardağı, biraz süslü binalarla bezenmiş Plebisit Meydanı durumu kurtarır onlar için… Şehre günübirlik olarak Roma’dan turlarla gelmiş misafirleri hırsızlık tehlikesi yüzünden asıl tarihi bölüm “Spaccanapoli”ye götürmek kimsenin aklından bile geçmez… Degrade olmuştur Napoli, bunu ben bile yadsıyamam ancak her ne kadar prestij basamaklarını önce teker teker sonra yuvarlanarak inmiş olsa da; üstündeki toz üflendiğinde aynı mücevherdir benim için Napoli…!
Hele hele müzik kültürü bakımından eşsizdir bu şehir! Müziğin, insan ruhunu en yüksek mertebede kavrayan türü olan operanın da uzun yıllar merkezi olmuştur. San Carlo Tiyatrosu dünyada hala ayakta duran en eski ve en müthiş salonlardandır… Bir zamanların en prestijli müzik okulu olan Napoli Konservatuarı’nın da 17, 18 ve 19. Yy. lar boyunca klasik müzikle ilgili ve zamanla ün kazanmış hemen hemen her kişi; ya öğrenci, ya hoca, ya gözlemci ya da sadece turist olarak, girmiştir kapısından. Hatta bu kapının baktığı meydanda Vincenzo Bellini’nin bir heykeli durur gururlu bir biçimde…! (İronik olarak her daim kafasında kuşlar ve kaidesi graffiti çizili olarak…)
İşte böyle bir müzik ortamının ve geleneğinin olduğu bu güzel şehrin Margellina bölgesinde, Piedigrotta Kilisesinin olduğu yerde 1830larda bir müzik festivali düzenlenmeye başlanır. Bu festivalin ilkinde ödüle layık görülen şarkı “Ti Voglio Bene Assaje”dır. Ve bu festival, sonraki tekrarlarında da, onyıllar sonra hala ağızlardan düşmeyen, hafızalardan silinmeyen klasikler bırakacaktır. “Te voglio Bene Assaje” çok sevilmiştir ve bestesi genelde ünlü kompozitör Gaetano Donizetti’ye ithaf edilmiştir. Bu yeni bir tarzın doğuşuna sebep olmuştur: Canzone Napoletana… Yerel Napoli şivesiyle söylenmektedir ve direk olarak operadan “inmiştir”…

1848 yılında yine çok büyük başarı sağlamış olan “Santa Lucia” kasıp kavurmaktadır ortalığı. Bu şarkıda Napoli; "suolo beato, ove sorridere volle il Creato" (Yaratanın üzerine gülümsediği kutsal toprak) olarak tasvir edilmektedir.  Borgo Santa Lucia denen ve şehrin en güzel mahallesine yapılmış bir güzellemedir bu şarkı ve burada bu mahalle “Armoninin imparatorluğu” ilan edilmiştir… İtalya’da değişim, birleşim ve milliyetçilik rüzgarlarının estiği Risorgimento (Yeniden Yükseliş)döneminde de Napoli şivesinden, İtalyanca diline çevrilip söylenen ilk Napolitan şarkı olmasıyla da ayrıca ünlüdür Santa Lucia…

Ancak “Canzone Napoletana” denince belki de ilk akla gelecek şarkı; binlerce versiyonu yapılmış, onlarca dilde söylenmiş, 100+ yıllık “O Sole Mio” dur… Elvis Presley’inden, Pavarotti’sine, Enrico Caruso’sundan Bryan Adams’ına onlarca değerli insanın kendine göre yorumladığı ve artık adeta bir “mitos” haline gelmiş ölümsüz şarkı! Basit ve çok sade bir biçimde fırtına sonrası insanın yüzüne gülen güneşe yazılmıştır… Basit ve sade… Güneşe duyulan şükran… Basitçe, güneşe bir güzelleme… Sahi kaçımız 21.yy koşuşturması içinde fırtına sonrası yüzümüze gülen güneşi selamlıyoruz…?

1880’de Luigi Denza tarfından bestelendi… Yıllarca yaptığım gemi turlarında, Napoli’den her ayrılışımızda animasyon ekibi çalardı İtalyan Costa Gemilerinde ve ne için yazılmış olduğunu merak ederdim… Araştırma sonucunda yıllardır gruplarıma anlattığım bir hikaye vardı elimde…! Evet, ünlü “Funiculi Funicula” şarkısı, 1880 yılında Vezüv Yanardağı’nın krater ağzına ulaşmak için inşa edilmiş olan ilk “Füniküler” için yazılmış olan bir şarkıydı…! Sonradan birçok fotoğrafına baktım bu füniküleri kullanarak yukarı çıkan balon etekli hanımefendilerin, fötr şapkalı, takım elbiseli beyefendilerin fotoğraflarına!

Bugüne kadar hiçbir turum olmadı ki, o muhteşem körfezin göründüğü anda, otobüste “Torna a Surriento” şarkısını misafirlerime dinletmediğim… 1902’de Ernesto de Curtis tarafından bestelendi. Ne hayaller kuruldu, ne kadar duygusallaşıp, ne kadar hassaslaşıldı her seferinde… Türkçe’ye çevirince “Sorrento’ya Geri Dön” gibi,  hayli “bayağı” bir anlam çıkıyor… Oysa yazılış amacı da aynen Türkçe çevirisi gibiydi: Şarkının sözleri De Curtis’in kardeşi olan Giambattista’ya,  Sorrento “Kaymakamı” Tramontano tarafından sipariş verilmişti. O sıralar İtalya Başbakanı olan Guiseppe Zanardelli, Kaymakamın bu küçük şehirde bulunan otelinde kalmıştı ve bu önemli şahsı uğurlamak anısına da bahsi geçen muhteşem şarkı bestelenmişti… Evet, bazen de çok güzel şeylerin arkasında çok sıradan olaylar yatar. Belki de hayat, insanın herşeyi olduğu gibi kabul edebilme savaşından öte bir şey değildir…

Canzone Napoletana dendiğinde hatırlanması gereken isimlerin en başlarında gelen biri de Renato Carosone’dir ve eşi Marisa için yazmış olduğu Maruzzella’yı da bu listenin içine almamak olmaz… Plajda durmuş eski eşinin ardından iç acıtan bir ağıt yakmaktadır… Erkek milleti işte…! Kimbilir ne yapmıştı…
Şimdi bir önce erkek milleti deyince, beyler lütfen kızmasınlar bana…! “Kadın milleti” de az değil hani…! Bakın İtalyan müziği deyince hemen herkesin aklına getireceği Toto’ya; kendisini aldatan karısından dolayı ne büyük acılar çekip bestelemiş “Malafemmena”yı (Kötü Kadın!!!)…

Siyasi içerikli şarkılar da üretmiştir Napoli. II. Dünya Savaşı Sırasında ABD işgali altında kalan şehrin karanlık ortamında, siyahi askerlerle Napolili dilberlerin ilişkileri sonucu ortaya çıkan melez çocuklarının dünyasını anlatmaktadır “Tammuriata Nera” adlı şarkı… Ciro, Peppe gibi adlar verilmiş olan çocukların ve savaşın dramını yansıtır…


Yine Carosone imzalı, 55 yıllık müthiş bir şarkı… “Tu Vuo Fai L’Americano”…! 1950ler… O dönemler Napoli’nin Avrupa’ya giriş limanı olduğu, Transatlantik gemilerle şehrin kaotik sokaklarına binlerce Amerikalının döküldüğü günlerdir… Bu Amerikalılardan etkilenip whisky-soda içmeye, beyzbol oynamaya, rock&roll dansı yapmaya hevesli oğullarına öz be öz “Neapolitan” kültürünü hatırlatmaya çalışan bir ana-babanın isyanıdır…! Oysa bu kendi kimliğini unutan ve “Bir Amerikalı gibi olmaya çalışan” Napolili çocuk, Camel sigara içebilmek için gereken parayı annesinin cüzdanından aşırmaktadır… Bu şarkı o kadar ama o kadar hoşuma gidiyor ki, 2 müthiş filmdeki versiyonunu burada paylaşmak istiyorum… “Talented Mr. Ripley” filmindeki ve “It Started In Naples” filminde Napoli deyince adını anmadan geçmeyi “ayıp” kabul ettiğim Sophia Loren’in versiyonuyla…


Son olarak sözleri Salvatore di Giacomo adlı şaire ait olan ve 1885 yılında bestelenmiş,  Canzone Napoletana’nın en anlamlı örneklerinden “Era de Maggio” adlı aşk şarkısıyla konumu bitiriyorum… Bu şarkının da hem bir klasik versiyonunu hem de ünlü Napoli şarkılarını “Noapolis” adlı muhteşem bir albümde kendi yorumuyla toparlamış olan İsrailli Noa’nın yorumuyla paylaşıyorum…


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
DAYANAMADIM…! BONUS TRACK







20 Kasım 2011 Pazar

100 YILLIK GİZEM: MACHU PICCHU

4300metrede, yüksek And Dağları Platosunda ufacık olarak doğuyor… Zamanla güçleniyor, gürbüzleşiyor, kocaman oluyor ve coşuyor! Geçtiği yerlere hayat veriyor, bir yandan da aşağıya ve daha aşağıya doğru yol alıyor. Sadece asillerin girebildiği ve yaşayabildiği başkent Cusco yakınından geçiyor ve Pisac’a varıyor. Buradan itibaren eskiden İnkaların Samanyolu takımyıldızının yeryüzündeki izdüşümü kabul ettikleri Kutsal Vadiyi oluşturuyor… Çok uzun zamanlar, asırlar, binyıllar sürüyor bunu yapması! Bu kadar yüksekte, birçok coğrafyada mostan öteye bir şey yetişmezken, onlar yüzlerce mısır, binlerce patates ve daha birçok ürün çeşidi yetiştirmeyi başarıyorlar…
Tüm bunları mümkün kılan Urubamba’ydı. Bazen Vilcanota ve bazen de Wilcamayu’ydu. Ama anlamı hep ve değişmez olarak aynıydı: Kutsal Nehir… Ve bu nehir, 100 yıldır gizemini koruyan şehrin yamacından hızını kesmeden devam edip artık ormanın derinliklerine gidiyordu. Yükseklerde başlayan yolculuğu yüce Amazon’un şefkatli bedenine kavuşmasıyla son buluyordu…
Yüksek bir zirvenin en tepesinde durmuş, coşkun akan Urubamba’yı izliyordu gözünü bir an bile kırpmadan. Uçsuz bucaksız vadiye bakıyor ve tüm bu zenginliği kendisine bahşeden toprak ana Pachamama’ya dua ediyordu içinden… Çok topraklar katmıştı ülkesine Sapa İnka “Tek Kral”, çok icraatlar yapmıştı. Tarih daha sonraları onu en büyük İnka Kralı olarak anacaktı, ancak onun bundan haberi bile yoktu. Kendinden sonra gelen oğlu daha da genişletecekti babasıyla başlayan İmparatorluk devri topraklarını. Batılı tarihçiler daha sonra bu ikiliyi Makedonyalı Filip ve oğlu Büyük İskender’e benzeteceklerdi. Oysa onun ne Batıdan, ne Helenden ne de Roma’dan haberi vardı… Sade ve basitçe Pachacutec’ti adı, “Dünyayı sallayan” dı… ve Batı’da asla onunki kadar geniş sınırları olan bir devlet kurulmamıştı!
Onun devrinde kurulmuştu yüksek platoyla ormanın derinlikleri arasındaki sınırda; sırtını Machu Picchu’ya (Yaşlı Tepe) dayamış, yüzünü Huayna Picchu’ya (Genç Tepe) dönmüş bu 100 yıldır gizemini koruyan şehir. Kimbilir ne amaçlarla kurdurmuştu bu şehri… Ancak hiçbir şey tam net değildi çünkü halkı yazı yazmayı bile bilmiyordu.  Arkalarından yazılı bir belge bırakmamışlardı… Yükseklerde, 2400metredeki bu şehrin etrafı; daha da yüksek, üzeri buzullarla kaplı zirvelerle çevriliydi. İnkalar dağların alçak rakımlarını üzerinde hasat yapabildikleri için, yüksek rakımlarını ise koruyucu özelliklerinden ötürü ulvi sayar ve kutsal kabul ederlerdi. Yükseklerdeki yamaçları taraçalandırırlardı, böylece hiç yoktan tarım yapacak alan kazanırlardı. Yağmurlu sezonda da erozyonu önlemiş olurlardı. Bu taraçaların en altına büyük taş bloklar, bir üstüne küçük taş parçacıkları, sonra sırayla kil, nehir kumu ve toprak koyarlardı. Yağmur yağdıkça toprak ihtiyacı olanı alır, kum suyu direk bir aşağı katmana iletir, kil ise bir şey iletmez ve zamanla kil tabakasından buharlaşarak dışarı çıkan su, bir aşağıdaki katman üzerinde sera etkisi yapardı… Taşlık katmana direk ulaşan fazla su ise küçük taşlar arasından damıtılarak en alt katmana kadar inerdi kendiliğinden… Akıllılardı, öyle olmak zorundalardı, zor çok zor bir coğrafyada yaşıyorlardı.
İnkalar ve onlardan önce gelen medeniyetlerin hiçbiri ormanın derinliklerine girmeyi göze alamamıştı. Belki de Pachacutec coğrafyanın bu bölümüne de gözünü dikmişti, o yüzdendi bu Gizemli Şehri inşa ettirmesi. Ormanın içine bir fetih yürüyüşü yapacaktı belki de… Tarım taraçalarının büyüklüğü ancak ve ancak 300-600 kişiyi devamlı olarak besleyebilecek büyüklükteydi. Araştırmalar da en fazla 1000 kişinin devamlı burada ikamet etmiş olabileceğini göstermekteydi. Ruhani amacı dağlarla çevrili konumundan ötürü şüphe götürmezdi ancak yine de bir gizem vardı. Belki de yüksek plato insanının hem günlük yaşamında hem de dini ritüellerinde çokça ihtiyaç duydukları “koka yaprağı” ticaretini kolaylaştırmaktı amacı. Ne de olsa koka yaprağı yüksek platoda yetişmiyordu, daha alçak yüksekliklerde ve daha tropik ortamda yetişebileceği ormandan getiriliyordu… Bazıları da Pachacutec’in kendisine basitçe yeni bir “konut” yaptırmak istediği için inşa ettirdiğini söylediler…
Sebep ne olursa olsun, bu Gizemli Şehrin durumunda sebepten çok sonuç öne çıkmıştır!
Kaç tane basamak tırmandık bilemiyorum, dakikalarca çıkıyoruz ancak en sonunda insan gözünün ölümlü dünyada görebileceği en güzel manzaralardan biri oluyor ödülümüz! Bir çoğumuzun belki de aklından aynı şey geçiyor; “iyi ki de İspanyol Conquistadorlar (Fatihler) bulamamışlar burayı”…! Orman kaplamış zamanla, az nüfusu da kırılan şehri. 400 kadar ceset kalıntısı bulunmuş, hiçbiri mumyalanmamış ve hiçbiri cenin pozisyonunda olmaksızın… Oysa İnkalar zengin olsun, fakir olsun ölülerini mutlaka mumyalar ve dünyaya geliş pozisyonları olan cenin pozisyonuna getirirlermiş… Akıbetini kimse bilmeden, sessizce, unutulmuşluğun içine gömülmüş Conquistadorlar tüm kıtayı sardıktan bir süre sonra… Ve uzunca bir süre o unutulmuşluğun içinde safi gizemiyle birlikte uykuya dalmış…
1800lerin sonunda bölgeye ulaşanlar olmuş,  hatta arkalarından bölgeye geldiklerine dair işaretler bile bırakmışlar. Ancak bu Gizemli Şehri dünya kamuoyunun dikkatine sunma onuruna misyoner çocuğu ve misyoner torunu, arkasına Yale gibi ciddi bir kurumun desteğini almış öğretim üyesi, Hiram Bingham nail olmuş... Aslında birkaç yıldır bölgede araştırmalar yapmaktaymış. Kendisini yukarı çıkarıp bu muhteşem yeri gösteren çocuğa sadece 1 Sol ödemiş… Tarih 24 Temmuz 1911’miş, günümüzden tam 100 yıl önce…












19 Kasım 2011 Cumartesi

PERU’NUN 5 HARİKA BAYAN ŞARKICISI

YMA SUMAC (İNKA PRENSESİ): Sesi 5 oktav aralığındaydı, bu ses yelpazesine sahip çok az şarkıcı gelip geçti bu dünyadan… Daha da şaşırtıcısı hiç eğitim almamıştı, hatta ve hatta notaları bile okuyamadığını söylerlerdi… 13 Eylül 1922’de Peru’nun kuzeyindeki Ichocan  şehrinde  başlayıp, 1 Kasım 2008’de Los Angeles’te son bulan uzun bir yaşamı oldu. 1955’te, en aktif olduğu dönemlerde ABD vatandaşlığına geçti. Annesinin kızlık soyadının İnka Krallarından Atahualpa ile aynı olması ona “İnka Prensesi”  yakıştırması yapılmasına sebep verdi, oysa belki de “Queen of Exotica” daha da güzeldi.
Şarkılarını Peru yerli dili olan Quechua ve İspanyolca olarak söylerdi. İtalya turnesine gittiğinde ise aslında yoruma çok da açık olmayan aryaları başarıyla söylediğinde dakikalarca ayakta alkışlandı. Kulise kendisiyle görüşmeye giden dönemin ünlü bir sopranosu, ondan kendi müziğine derhal geri dönmesini istedi, eğer opera söylerse kendisiyle rekabet edecek tek bir kişinin kalmayacağını eklemeyi de unutmadı…!


CHABUCA GRANDA: 3 Eylül 1920’de bakır madenlerinin bol olduğu Apurimac bölgesinde başlamıştı güzel hayatı… 12 yaşında Kız Okulunun korosunda şarkı söylemeye başladı. İyi bir soprano olmasına rağmen, müziğinden çok Lima’nın Katolik cemaati içinde bir skandal olarak görülen boşanmasıyla gündeme oturmuştu. Aslında bestekarlığı daha da iyiydi ve çalışmaları genel olarak Vals Criollo tarzındaydı. Bu vals türünün ilk örnekleri İspanyollar tarafından Güney Amerika kıtasına koloniyel dönemde tanıtılmıştı. 1900lerin başlarında, Güney Amerika’da doğmuş Avrupa Kökenli (criollo) kişiler tarfından kendi zevklerine göre adapte edilmişti. 1940larda bu tarzın tüm Güney Amerika’da tanınmasına Granda önayak olmuş ve zamanla bu tarza Afro-Peru ritmleri ekleyerek kendi özgün stilini yarattı. Afro-Peru ritmleri o dönemde ayırımcılık yüzünden pek “yüksek sanat” mertebesinde görülmese de, Peru müziğini zenginleştirmiş olduğu asla gözardı edilemezdi…! 1983’te Miami’de yumdu gözlerini hayata…

Not: Şahsımı derinden etkileyen “Cardo o Ceniza” adlı bestesi bir diğer büyük folk şarkıcısı Şilili Violeta Parra anısınadır… Parra, İsviçreli flütçü Gilbert Favre ile büyük bir aşk yaşamış ve duygularını Granda ile paylaşmıştır. Bu flütçü Parra’yı terk ettiğinde ise acıya dayanamayan şarkıcı intahar etmiştir(1967)… Violeta Parra’nın müzik dünyasına kazandırdığı “Gracias a la Vida” adlı muhteşem şarkı tüm Güney Amerika halkları tarafından hala çok sevilerek söylenmektedir.


LUCHA REYES: Ülkesinde o kadar çok seviliyor ki, Peru milliyetçiliğinin bir simgesi haline gelmiş adeta...! Kısacık ve acı dolu bir yaşamı olmuş 1936-1973 yılları arasında. Afro-Peru karışımının gururlu örneklerindenmiş… Lima’nın fakir mahallelerinden birinde 16 kardeşten biri olarak açmış hayata gözlerini. Ve hayatının geri kalanı da söylediği şarkılar gibi yürek burkan tondan devam etmiş… Kendini en sonunda kör bırakan diyabet hastalığı, kalp sorunları, dayanılmaz acılar, kendi kendini yok etme isteği ve en sonunda kaçınılmaz olarak gelen “ölüm”… Şarkıcı ölmeden önce ünlü Perulu bestekar Pedro Pechuca’dan “Mi Ultima Cancion”(Son Şarkım) adlı besteyi yazmasını istemiş… 30 Ekim 1973’te ölümünden bir gün önce ünlü bir radyo programında gözlerinde yaşlarla söylediği son şarkı olmuş “Mi Ultima Cancion”…





EVA AYLLON: Asıl adı Eva değil, o da birçok sanatçı gibi gerçek adını kullanmıyor sahnede. Kendisine 3 yaşından itibaren şan dersleri veren ananesinin adını seçmiş sahne adı olarak Maria Angelica, ülkesinin yaşayan belki de en önemli Afro-Perulu şarkıcısı… Daha küçük bir çocukken okul yarışmalarında şarkı söylemeye başlamış ve zamanla “Criolla” müziğinin en önemli yorumcularından biri haline gelmiş. 20’nin üzerinde plak yapmış bugüne kadar ve 3 defa Latin Grammy ödülüne aday gösterilmiş. 1956 yılında doğan şarkıcı hala turneye çıkmakta ve New Jersey’de iki çocuğuyla birlikte yaşamakta.





SUSANA BACA: Peru’nun yaşayan efsanesi, Afro-Perulu şarkıcılarından Susana Baca iki defa Latin Grammy ödülünü kazanmıştır. Tarzı geleneksel müzikle güncel müziği ustalıkla birleştirir. Grubunda yerli Peru enstürmanlarını kullanan müzisyenleri vardır ve besteleri birçok Latin Amerikalı şairin katkılarıyla zenginleştirilmiş, şiirsel formdadır. Sanatçı 2011 Temmuz’unda Peru Başkanı seçilen Ollanta Humala tarafından Kültür Bakanı olarak atanmıştır ve bağımsız Peru’nun tarihinde ilk “siyahi” bakan olmuştur. Lima’nın sahil banliyölerinden birinde 1944 yılında doğmuştur.


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK