22 Aralık 2011 Perşembe

ANTEP VE URFA’DA NE YİYİP, NE İÇTİM?

“Yediğin içtiğin senin olsun, gezip gördüğünü anlat” der yurdumun güzel özdeyişlerinden bir tanesi… Aslolan tabi ki gezip gördüğümüzü anlatmak olsa da, güzel yemek yemek de gezmenin ve başka kültürler tanımanın en önemli bileşenlerinden bir tanesidir. Ülkemiz yöresel - bölgesel tatlar açısından çok zengin bir coğrafyadır. Ne var ki bu zenginliğin çok az bir kısmının genel anlamda paylaşıldığını düşünüyorum. Bu yüzden kendi kendime bir söz verdim, her yıl en azından coğrafyamızın bir bölümünü tekrardan ve turist olarak gezmek, yemeklerini tatmak ve yurdumu tekrar keşfetmek! Bu amaç kapsamında ilk girişimim Gaziantep ve Şanlıurfa şehirlerine 4 günlük bir gezi oldu ve çok eğlenip, bilgilerimi (ve midemi) genişletip, çok güzel anılarla eve döndüm…! İyi ki yaptım böyle bir şey, Güneydoğu’da ne büyük değişimler olduğunu, bu coğrafyanın ne büyülü  bir yer olduğunu tekrar keşfetmiş oldum… İzlenimlerimi paylaşacağım bir dizi yazının ilk bölümü yemekle ilgili olacak.
Yanımda her dediğime “tamam” diyen mükemmel yol arkadaşım Filomen’le midelerimiz çatlayana dek deneyebildiğimiz herşeyi denedik. Şimdi dönüp düşündüğümde, “nasıl yapmışız bunu” dediğim şeyler olmuyor değil… Bakın ve siz karar verin; ancak aynısını yapmayı denerseniz lütfen olası sonuçlardan beni sorumlu tutmayın…
GAZİANTEP
1)Aşina Lokantası: Uçağımız Gaziantep Havalimanına iniyor ve bavullarımızı aldıktan sonra dışarı çıkıp Havaş’a biniyoruz. Yolculuk yarım saat kadar sürüyor, yollar Avrupa otobanlarını aratmıyor. Havaş son durakta iner inmez soluğu modern bir müessese olan Aşina’da alıyoruz. Şehrin tanınmış restoranlarından bir tanesi. Havaş’a yakınlığı burayı seçmemizin en büyük nedeni oluyor. Özellikle sulu yöresel yemekleri lezzetli. Burada 2 kişi (paylaşarak) önce bir “Alaca Çorbası” içiyoruz. İçinde buğday, nohut, mercimek, soğan, biber (bol miktarda!), tarhın olan, son derece besleyici bir çorba. Biraz acı ve yağlı olmasına rağmen bitirebiliyorum. 

Ardından yediğimiz içli köfte bildiğimiz tarzda tombik değil, silindirik şekilde yapılmış. Ben pek içliköftesever değilimdir, dolayısıyla bu konuda fikir veremeyeceğim ancak özellikle Mersin-Adana yörelerinde daha iyilerini yedim. Ardından yuva(r)lama geliyor… Malumunuz, bölgenin en meşhur çorba (yiyecek)larından bir tanesi. Kıyma, et, nohut ve terbiyesi için yoğurt katılarak yapılıyor. Yörenin “saf yağ”ları bize biraz ağır geldiği için bizi biraz zorluyor ancak bunun da hakkından geliyor ve beğeniyoruz. Ardından simit kebabı istedik, bu kebap da kıyma ile “simit” dedikleri ince bulgur karıştırılarak ve biraz fıstık, sarımsak, soğan ve maydonoz katılarak yapılıyor. Aşina bu kebabı yemek için doğru adres değil, daha sonra gittiğimiz ve bahsini edeceğim “Halil Usta” bu ürünü daha güzel yapıyor. Özel bir tat, denemek lazım diye düşünüyorum. (Benim damak tadıma çok uymasa da…)
http://www.asinagaziantepmutfagi.com/
2)Ciğerci Mustafa: Gaziantep’te konaklamak için tercihimiz “İbis Otel” oluyor. Yerli halk otele “İbiŞ” dediği gibi, iphone’un harita uygulamalarında da adı İbiŞ olarak geçiyor, bu da duydukça bizi hafif kıkırdatan bir ufak anekdot oluyor… İbis’in şöyle bir avantajı var, her yere 1-1,5km mesafede kalıyor ve yürüyerek gidebiliyorsunuz. Bir de kahvaltısız haftaiçi – haftasonu fix bir oda ücreti var; 109 TL ki bu da bizim işimize geliyor çünkü kahvaltı kültürünün de bambaşka olduğu Gaziantep’in bu konudaki farklılıklarını da yaşamak istiyoruz. Dileyenler ek ücret ödeyerek otelin kahvaltısını da alabilirler. Her neyse, buraya çok yakın hemen yürüyerek 5 dakika mesafede “Ciğerci Mustafa” var, ön tarafı “erkeklere” tahsis edilmiş, arka tarafı “aile salonu” olan, her tarafı duman olan, ızgarası mis kokan, tipik bir Anadolu esnaf lokantası. Burada 1 porsiyon ciğeri paylaşıyoruz, çünkü buradan İmam Çağdaş’a gideceğiz. Ancak burada yediğimiz ciğerin 10 numara olduğunun da altını çizmek isterim…! Izgara istediğinizde yanında salatasını, soğanını, yeşilliğini de ayrı getiriyorlar… (Yalnız burada daha sonra gidip, fantezi olsun diye yediğimiz “boğaz altı” kebabı tam bir hayal kırıklığı oldu… Kebabından tatmak isterseniz bildiğimiz şiş ya da tavuktan ayrılmamanızı şiddetle tavsiye ederim)


3)İmam Çağdaş: Müşterilerinin %90’ının başka şehirlerden gelen misafirler olduğunu kendi ağızlarından duyduk. Ünü tüm Türkiye’ye yayılmış ve mit olmuş meşhur lokanta. Yerli halkın gitmeme nedenleri var; porsiyonların ufalmış olması, standardın altına düşmüş olması, çok fazla ünün getirdiği kibir gibi… Tatlılarını daha çok tutuyorlar, yine kendi ağızlarından günde ortalama 80 tepsi (2 ton) baklava sattıklarını öğrendik…! Biz burada 1 porsiyon Ali Nazik ve üzerine 1er tane baklava ve fıstıklı sarma yedik. Ben her şeye rağmen bu şehre dışarıdan gelecek bir misafirin İmam Çağdaş’ta bizim yaptığımızı yapmalarını şiddetle tavsiye ederim. Ali Nazik çok güzeldi. Baklavası ise çok güzeldi ancak aynı lezzetteki ürünü İstanbul’da da bulmak mümkün.
4)Zekeriya Usta: Bir sonraki sabah maraton devam ediyor ve kuruyorum saati sabah 06.30’a…! Kalkıp giyiniyoruz ve tutuyoruz Zekeriya Usta’nın yolunu. İnternette yaptığım araştırmalar genel olarak onun çarşı içindeki yerini gösteriyor. Filomen tutturuyor “ben katmer yiyeceğim” diye… Bir önceki akşamüstü çayın yanında yemek için ararken, en sonunda bunun sabahları erken yapılıp, sabah 10 gibi artık bittiğine, ikna oluyor. Yanında mutlaka süt istememiz tavsiye ediliyor. Denildiği gibi yapıyoruz ancak sabah sabah “sadece” katmer yemek benim için zor zanaat oluyor ve sütümü içip ancak dörtte birini yiyebiliyorum…. Katemerin içeriği; hamur, süt kaymağı, fıstık, şeker ve sade yağ… Zekeriya Usta çok sempatik bir insan ve esnaf gibi bir esnaf, bize hiç talep etmeden şehri nasıl gezeceğimizi anlatıyor, yardımcı olmaya çalışıyor, yurt dışına da katmer gönderdiğinden bahsediyor. Ancak üzülerek katmerini pek beğenmediğimi söylemem gerekiyor. Çok daha iyisini birazdan söyleyeceğim, hiç beklemediğimiz bir yerde tattık…  http://www.katmercizekeriya.com/

5)Metanet Lokantası: Şimdi size katmerin üzerine, gidip Metanet Lokantasına “beyran” içtiğimi söyleyeceğim, siz de bana hak ettiğim tepkiyi göstereceksiniz… Ancak ne yapayım, elimde değil…! Beyran, Gazianteplilerin, sabah bir önceki geceden kalmışlığı üzerlerinden atmak için tükettikleri bir gıdayken başta, şimdi daha çok “kahvaltı alışkanlıkları” formatına sokulmuş bir çorba. Bunu içmek için gideceğiniz doğru adres yine çarşı içinde bulunan “Metanet Lokantası”. Özünde et, bol miktarda sarmısak ve pirinç olan bu çorbanın eti saatlerce pişiyor… Ağzınıza aldığınızda pamuk gibi eriyor. Üzerine acı sosu zevkinize göre atılıyor… Katmerin üzerine, o sarımsak oranıyla hepsini yemem mümkün olmadı ancak bu şehre gelen birinin (özellikle sıcak bastırmadan sabahları) mutlaka bu tadı 1 kaşık bile olsa denemesi gerekir diye düşünüyorum…


6)Tahmis Kahvesi: İnternette hep yıkık dökük resimlerini görmüş olduğum Tahmis Kahvesi 2 yıl boyunca restorasyon görmüş ve birkaç ay önce açılmış. Çok da güzel olmuş! Tarihi 1640 yılına kadar giden, iki katlı bir kahvehane. Tahmis kelime anlamı olarak “kahve dövülen yer” demek ve hatta Mısır Çarşısı dolaylarında Kurukahveci Mehmet Efendi’nin olduğu sokağın da “Tahmis Sokak” olarak anıldığının da altını çizmek isterim. Burada denemeniz gereken kahve “sütlü menengiç kahvesi”. İtiraf edeyim ki bu gezide öğrendiğim en önemli yeni tatlardan biri oldu…! Bu kahvenin özelliği fıstıktan yapılması ve aynı zamanda hastalanınca (özellikle solunum yetmezliği, bronşit vb) halk arasında tüketilmesi… Buraya gelmişken bir de zahter (bir çeşit kekik) çayını da mutlaka deneyin. Bu bitki de yine birçok şifası olan mucizevi otlardan…!

7)Halil Usta: Burası bu şehre gelecek lezzet düşkünü her insanın listesinde ilk sırayı alması gereken yer. Öğlen 14.30’a kadar yetiştiniz yediniz… Yoksa ne kaçırdığınızı bilmeden yaşamak durumda kalırsınız… Lise arkadaşım “Cemhan Baykal”ın tabiriyle “terbiyeli küşnemesi hayatın anlamıdır”… Hakikaten de küşnemeden tadına doyamayıp bir posiyon daha istedik… Küşneme, kasaplık hayvanların omurga kemiğinin iç tarafından elle çekilip çıkarılan, her hayvandan ancak 2 tane bulunan çok makbul bir kebaplık et. Zeugma Müzesinin hemen arka taraflarında olması aynı zamanda müze ziyareti sonrası burayı ziyaretinizi mutlak kılıyor… Halil Ustanın çevredeki fakir halka devamlı yardım eden, lahmacun dağıtan, salata kaplarını dolduran bir hayırsever olduğu da birçok yerden kulağımıza gelen duyumlar arasında. (Simit Kebabı yemek isterseniz, burada tatmanızı öneririm.)

8)Çelebioğulları Baklava: Tabi ki Gaziantep deyince akla baklava gelir… Şehrin her tarafında bir baklavacı görmek mümkün… Ancak sorduk, soruşturduk ve halkın bu alışverişi özellikle Çelebioğulları’ndan yaptığını öğrendik… Gittik, tattık, beğendik ve birer kilo da eve götürmek için aldık…!

9)Orkide Pastanesi: Son derece şık ve fiyatları İstanbul’daki benzerlerinin bir parmak daha üzerinde olan bir pastane. Ancak “katmeri” son derece iddialı! Malzemesi öyle bol ve öyle has ki, içine koyduğu fıstıktan dolayı katmerin rengi adeta; “yeşil”.  Ancak bu iddia yanında ağır da bir tadı getiriyor. Yine de aman sakın buradan katmer yemeden dönmeyin derim….

10)Yemen Kurukahvecisi:Ufacık bir dükkan, kaçırmak işten bile değil… Neredeyse yarım asır önce Cevdet Akınal tarafından kurulmuş. Esnaf arasında hayli saygınlığı olan son derece kalender yapısı olan bu kişi yaklaşık 8 ay önce vefat etmiş, yerine oğlu bakıyor. Yöreye özgü tüm baharatları alacağınız en güzel yer burasıdır. Kahvesi bir ayrı güzel (Tahmis Kahvesi de buradan alıyor kahvesini)! (Yalnız kahve alırsanız aman ayrı bir yere koyun, yolculuğumuz boyunca kahve paketimiz, otel odası, şehirlerarası otobüs ve bilumum yerleri buram buram kokuttu...!)


BİR BİLENE SOR; Mekanlarla ve şehirle ilgili sık sık fikirlerini aldığım sevgili arkadaşım Nilgün Mazıcıoğlu kesinlikle Gaziantep’e yapacağınız bir gezide bu şehirdeki rehberinizdir! Onu tanımak önce iyi bir insanla tanışmak, daha sonra da iyi bir rehber eşliğinde bölgeyi gezmektir. Kendisine hem tavsiyeleri, hem de yardımları için teşekkürü borç bilirim…
ŞANLIURFA
1)Ciğer ciğer ciğer illa ki Ciğer…! Sabah namazı sonrası acıkan soluğu onlarca ciğerci salonundan birinde alıyor. Nereye baksanız ciğerci, her taraf duman…! Bize esnaf ayrı ayrı yerler tavsiye etti, biz sokaktaki birkaç yeri denedik ve damak zevkimize göre en beğendimiz yer “Aziz Usta”nın yeri oldu… Haşimiye Meydanı’na giderken sağda kalıyor!

2)Edessa Künefe Salonu: Lütfen burada bir porsiyon künefe yiyiniz. Buranın künefesi Hatay’ınkinden farklı… Asıl farkı peyniri yaratıyor çünkü bu peynir sabah gelen sütten yapılıyor. Peynir suyunu tam salmadan daha çok tazeyken, mıncıklanıp künefeye katılıyor. Ağızda sünüp, çekilmek yerine dağılıyor… Nefis!

3)Patlıcan ve biber kültürü: Yemeklerinin önde gelen bileşenleri. Her mahallenin bir fırını var ve orada patlıcan ve biberler fırına veriliyor. O mübarek patlıcanı elinize alıp yumuşacık yemek tüm duyularınıza hitap ediyor…!
4)Çiğköfte: Evlerde özellikle gece 11 civarı yapılıyormuş. Racon çiğköfteyi kurutmamak, yapıldıktan 15dakika sonra tüketmek… Yoksa pek bir anlamı olmuyor Urfa’lılar için. Eğer kurursa, sabah elle dümdüz edip kızartıp öyle yiyorlarmış…! Biz “yerel” çiğköfteyi Balıklı Göl’de gezerken tanıştığımız son derece sempatik ve iyi bir insan olan Necmettin Hiçyılmaz adlı kardeşimizin, evde yoğurduğu çiğköfteden, bizi arayıp bulup olduğumuz yere getirmesi sayesinde tadabildik. Parmaklarımızı yedik…!

Üzücü Not: Balıklı Göl’ün hemen üst tarafındaki “Halil İbrahim Sofrası”nın tavrının son derece çirkin ve “geleni bulmuşken kazıklıyım” şeklinde olduğu için bu güzel listede bu müesseseyi “hiç tavsiye etmediğimi” de belirtmek isterim. Urfa’daki lokantalarda kıymalarının içine bol miktarda yağ konuluyor. Bu yüzden kıymayı çok fazla tüketmemekte fayda var…
Hepinize şimdiden afiyet olsun…!

14 Aralık 2011 Çarşamba

EN FAVORİ AŞK HİKAYEM; AMOR VE PSYCHE… VILLA FARNESINA, ROMA

Tiber (Tevere) Nehrinin diğer tarafında son derece otantik bir mahalle vardır; Trastevere… Anlamı; demin de dediğim gibi Tevere ötesidir (trans Tiberium). Bir zamanlar, Roma hala ufacık bir krallıkken ve bugün hayranlıkla gezdiğimiz meydanlarının bulunduğu sol yakada konuşlanmışken, sağ yakadaki bu mahallede “Etrüskler” yaşarmış. Ancak MÖ 396’da Roma, burayı kendi hakimiyeti altına almış. Bu dönem sonrasında önce çoğunlukla Yahudiler yerleşmişler buraya ancak daha sonra nehrin hemen karşısındaki ghettoya “tıkıştırılmışlar”. İmparatorluk döneminde ise özellikle zanaatkarların ve işçilerin ikamet ettiği bir yer olmuş ve çok kısa bir tarih öncesine kadar da bu özelliğini korumuş. Birleşik İtalya’ya giden “Risorgimento (Yeniden Yükseliş)” döneminde ise  Cumhuriyetçi bir duruş sergileyerek Mazzini’yi desteklemişler. Şu an bu eski işçi mahallesi Roma’nın en gözde semtlerinden birine dönüşmüş durumda. Özellikle kentte yaşayan yabancılar burada oturmak istiyorlar ve son yıllarda oluşan olağanüstü talep yüzünden fiyatlar inanılmaz yükselmiş. Mahallede birçok güzel restoran ve trattoria da birbiri ardına açılmış…
İşte bu mahallede Rönesans döneminin az bilinen bir incisi var; Villa Farnesina… Avrupa’nın özellikle “Latin Ekseni” etkili bölgelerini dolaşırken kişinin çevresini daha iyi algılayabilmesi için mitoloji, eski ahit ve yeni ahit konularına en azından aşina olması gerekir… Tabi farklı kültürlerden gelen bizler için bu aşinalık, çok okuyup, çok gezmekle kazanılan bir deneyim oluyor! Kafamız da karışmıyor değil bunu oturtmaya çalışırken… Hele hele aynı mitoloji tanrısının adı Yunan’da ayrı, Roma’da ayrı olunca iyice karışıyor kafalar…! Ancak bu mitolojik tanrılar arasında öyle bir tanesi var ki, kolay kolay gören kimsenin karıştırmayacağı cinsten! Kanatları, melek gibi yüzlü bir erkek çocuğu görünümü ve yayıyla (attığı oklarla herkesi birbirine aşık eden) Cupid, Amor ya da Yunan’daki adıyla Eros… Onun attığı okla vurulan kişide kontrol edemediği bir aşk ve arzu hissiyatı oluşur mitolojide… Anası güzellik tanrıçası Venüs ve babası ise savaş tanrısı Mars’tır ve batı sanatında önemli bir yeri vardır.
İşte tüm bunlar Villa Farnesina dediğim yapıda birleşmekte ve birbirine bağlanmakta. Bu muhteşem villa, aslen Sienalı ünlü bir banker olan Agostino Chigi’nin siparişi üzerine hemşerisi Baldassare Peruzzi’ye 1508-1511 yılları arasında yaptırılmış. Chigi ailesi öyle bir aile ki, Borgia ailesinin ünlü Papası VI. Alexander’a yüklüce borçlar verip en sonunda Papa II. Julius döneminde Papalık’ın haznedarlığını yapmış, Roma’nın o dönemdeki en zengin ailelerinin başında gelmekte. O dönemdeki tüm para, güç ve nüfuz sahibi insanlar gibi sanatın da koruyucusu ve destekleyicisi bir aile…
Agostino Chigi bir gün bir iş ziyareti için Venedik’e gidiyor ve burada Francesca Ordeaschi adında kendinden çok daha aşağı düzeydeki bir kadına aşık oluyor… Aşk bu! Amor’un okları Agostino’ya bir kere saplanmış, geri dönüşü yok! Ve çağırıyor villasına dönemin en revaçta olan sanatçılarından, Yüksek Rönesans’ın en değerli ismi Urbinolu “Raffaello”yu… Ve ondan villasının kocaman bahçesine bakan giriş kısmının tavanlarına sıradışı bir aşk hikayesini işlemesini istiyor…
Hikayeyi bilirsiniz; Psyche o kadar güzeldir ki, bu güzellikten endişe duyan ve bu güzelliği kıskanan Venüs bir gün oğlunu, oklarını kullanarak, bu kızı dünyadaki en çirkin erkeğe aşık etmekle görevlendirir. Bu arada Psyche’nin annesine ve babasına da kızlarının kocasının acımasız bir canavar olacağı ve kanatlı bir engerek yılanına benzeyeceği ancak kaderinin de o adam olacağı kehanet edilir. Çünkü bu güzellik ölümlü bir erkek için değildir… Oysa annesinin verdiği görevi yerine getirmek için yola çıkan Amor, kızın güzelliği karşısında öyle bir büyülenir ki, ona kıyamaz. Bu arada kızın babasına söylenen kehanette kocasını bekleyeceği yer de bellidir ve Psyche kendisine söylenen yere gidip kaderini bekler. Gece olunca kocası yanına gelir ve onunla bir anlaşma yapar, her ne olursa olsun kocasını görmeye çalışmayacaktır… ve böylelikle takip eden geceler boyunca, karanlıkta, Amor Psyche’yi ziyaret eder. Bu ziyaretler gün doğumu öncesinde de bitmektedir…
Gel zaman git zaman bu rutinden sıkılan Psyche, kendisini kıskanan kız kardeşlerinin verdikleri akılla, bir gece kandil ışığı yakarak kocasını görür ve onun bırakın kanatlı bir canavara benzemeyi, dünyanın en yakışıklı erkeği olduğunu anlar. Ancak bunu yaparak verdiği sözü de tutmamış olur, aynı zamanda kandilden akan kızgın yağ Amor’un omzuna düşer ve onu yaralar. Buna çok içerleyen Amor çektiği gibi gider… Üzüntüsünden kahrolan Psyche biçare biçimde kocasını bulmak için her yeri dolaşır, tüm tanrılara başvurur ve fakat hepsi nafiledir… En sonunda çekinerek Venüs’e gider ve ona her şeyi anlatır, kendisine yardım etmesini ister… Venüs ona yardım edecektir ve fakat bu yardımlar Psyche’ye sadece bela ve en sonunda ölüler dünyasına inip ölümle tanışmayı getirecektir… İşte tam bu sırada esas oğlan olan Amor, iyileşip geri dönecek, oklarından biriyle karısına can verecek ve tanrılar skalasının en üst kademesindeki Jüpiter’den (Zeus) resmen evlenmek için izin isteyecek ve en sonunda Venüs de insafa gelecek ve hikaye mutlu sonla bitecektir. Tanrıların içeceği olan “ambrosia”dan içen Psyche ölümsüz olacak ve sonsuza kadar mutlu yaşayacaklardır…
İşte Agostino'nun kendisi de sıradışı bir aşkla bağlandığı bu fakir Venedikli kadına sevgisini villasının her yanına ünlü aşkları fresk tekniğiyle bezeterek ifade etmiş… Hem sevdiği kadına, hem de tüm dünyaya…
Şunu ifade etmeliyim ki, Villa Farnesina Roma’da Rönesans dönemi fresk sanatı için Sistine Şapel’den sonra uğranacak en önemli nokta. Kendim Rönesans dönemine çok ilgi duyduğum ve Rafaello’yu da çok sevdiğim için beni çoook etkiliyor burası! Amor ve Psyche salonunda fresklerdeki tanrı figürlerinin arasında 200 çeşit bitki, ağaç ve çiçek ile onlarca kuş çeşidinin de bezenmiş olduğunu (çünkü bunları da bilmek kültürle alakalıydı) eklemek isterim… Ayrıca burada turistlerle tıkış tıkış bir ortamda değil, çok daha az kişinin ziyaret ettiği nezih bir ortamda bulunuyorsunuz. Belli günlerde içinde Rönesans konserleri verilen villa öğlen 13.00’a kadar açık…
Bir gün burayı ziyaret ederseniz size tavsiyem, nehir kıyısını takip ederek Isola Tiberina’yı geçtikten sonra solunuzda köprü sağınızda ana cadde kalınca caddeye doğru dönmeniz ve hemen karşınızda gördüğünüz tarihi binanın solundaki sokak içinde bulunan “Roma Invincibile” (www.ristorantelinvincibile.com) ‘de yemek yemeniz…! Harika makarnaları ve “sangiovese-merlot” üzümlerinin karışımı müthiş ev şarapları var. Benim için de kadeh kaldırmanız en büyük arzum olur…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK 







11 Aralık 2011 Pazar

BİR ZAMANLAR “CAPUT MUNDI” İDİ…: ROMA

Bir zamanlar Caput Mundi (Dünyanın Başkenti) idi; tüm yasalar, güzel sanatlar ve fen bilimleri, buradan imparatorluğun en ücra köşelerine kadar yayılırdı. Kuruluşu bir efsaneye dayanmıştı, yıkılışı ise bir kehanete… Tiber nehrinin doğu yakasında bulunan yedi tepe üzerinde kurulmuştu ve yıkılışından sonra sakinleri de her zaman Capitolino tepesi merkezli o kudretli imparatorluğu özlemişlerdi… Yerine kurulan “imparatorluk” ise mirasını devraldığı bu büyük medeniyeti çaktırmadan kopya edecekti. Barbar akınları sonrasında eski kudretli günlerin hayali artık nehrin “batı” yakasında kurulacaktı ve gerçeğe dönüştürülüp günümüze kadar getirilecekti…
Bir zamanlar sınırları Britanya’dan Fırat Nehri kıyılarına kadar uzanan imparatorluğun merkezi, onu görmeye gelen herkesi bir şekilde etkiler. Üst üste dizilmiş bir katmanlar bilmecesidir ölümsüz şehir… Eski bir Anglo Saxon deyiminin dediği gibi; “Colosseo ayakta durdukça Roma da ayakta duracaktır, zaten eğer Roma yıkılmışsa, tüm dünya yıkılacaktır…”; zamana meydan okumaktadır!
Onlarca defa gittim Roma’ya, her seferinde yeni şeyler öğrendim… Önceleri şehri anlamaya çalışırken, artık bu çabanın yersizliğinin kesinlikle bilincindeyim. Bu yazıyı okuyan her kişiye de bunu yapmamalarını tüm iyi niyetimle tavsiye ederim… Bırakın da hiç beklemediğiniz bir anda şehir size sırlarını sunsun…
NOT: Aşağıdaki video, 3-10 Aralık 2011 tarihinde şehre yaptığım kişisel bir gezi sonrası çektiğim fotoğraflardan hazırlanmıştır… Videodaki 3 siyah-beyaz fotoğraf malum olduğu üzere Roma Tatili ve Tatlı Hayat filmlerinden karelerdir ve internetten bulunmuştur. Bu videoyu hazırlarken ben çok keyif aldım, aynı keyfi sizin de almanız dileğiyle paylaşıyorum…! (S.P.Q.R.)
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

10 Aralık 2011 Cumartesi

CARNEVALE DI VENEZIA (VENEDİK KARNAVALI)

Tarihi taa putperestlik devrine uzanan, aslında kilisenin karşı olduğu ancak daha sonraları kendi bünyesine katıp biraz da farklılaştırdığı karnaval dönemi, katoliklerin büyük perhiz dedikleri ve başta et olmak üzere besin değeri kuvvetli ve protein içeren yiyecekleri yemedikleri 40 günlük süreden önce kutladıkları bir şenliktir. Buradaki 40 gün, İsa’nın çölde geçirdiği 40 günü temsil etmektedir. Karnaval kelimesi ise Latince “carne levare” yani “eti kaldırmak, etten mahrum kalmak” teriminden devşirilmiştir. Büyük perhiz dönemi İsa’nın göğe yükseliş yortusu olan Paskalya’dan hemen önce başlar. Bu yortunun tarihi ilkbahar ekinoksundan hemen sonraya denk gelir ve ay takvimine göre hesaplandığı için de buna bağlı olan karnavalın da sabit bir tarihi yoktur. Genelde şubat ayından mart başına kadar gelen sürede kutlanır.

Venedik , belki de karnaval coşkusunun en mistik ve büyülü kutlandığı şehirdir. Bu dönemde insanların yıl boyunca bastırmış oldukları duygu ve içgüdüleri dışa vurulur. Yüzlerce çeşit çeşit maske, görkemli kostümler giymiş insanlar... Balolar, partiler, çılgınlıklar... Venedik bu kostümlerle, yüzyıllar öncesine, Akdeniz’in en güçlü hakimlerinden biri olduğu Ortaçağ’a döner. Maskeler, sosyal sınıflar ve ırklar arasındaki farkı ortadan kaldırır. Adı çapkınlıkla özdeşleşmiş 18.yy Venedik sakini Casanova bakın ne demiş karnaval için: “Soylular sınıfının halkla, prensin uyruğuyla, nadide olanın sıradan olanla, güzelin çirkinle birbirine karıştığını görüyorsunuz. Ne yargıç var artık, ne de yürürlükteki yasalar...”
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

2 Aralık 2011 Cuma

MOTHER RUSSIA


...Moskova ve St.Petersburg'da 9 dakikalık bir gezinti... Renaissance'ın (eşsiz) müziği ve benim (ortalama) fotoğraflarım eşliğinde....
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK



1 Aralık 2011 Perşembe

KADININ İÇ DÜNYASINA KISA BİR YOLCULUK: 10 MÜTHİŞ “KADIN-KADIN” DÜETİ

Ben uslanmaz bir “seyyahım”…! Ne yapayım, kanımda var, içime işlemiş… 3 gün bir yerlere gidemezsem kurtlanmaya başlıyorum, hemen internet gezi siteleri açılıyor ve hayaller kuruluyor, kah oradayım kah başka bir yerde... Ama bir de içsel yapılan yolculuklar vardır ki, bir insanın kendi ruh sağlığı için bu yolculuklara sık sık çıkması lazımdır. İşte bu düşünceden dolayı bu yazının fikri ve başlığı ve metni ve ruhu ortaya çıktı… Hayat denen bu  muhteşem yolculukta, 5 duyunuza hitap eden şeyler arasında, beraber şarkı söyleyen iki kadının ne kadar da hoş olduğunu fark ettiniz mi hiç…?
1.      No More Tears (Enough is Enough) / Barbra Streisand ve Donna Summer   
Bu düet, adı yukarda geçen, benden daha iyi tanıdığınız iki müthiş ses tarafından     1979’da üne kavuşturulmuştur. O dönemler Barbra Streisand daha çok kolay dinlenen, slow müzikler söylerken; Donna Summer disko müzikleriyle ünlüydü. Şarkı bu iki tarzı harmanlıyor ve ortaya ilk 2 dakikası yavaş söylendikten sonra, gayet yüksek ritmli bir disko hitine dönüşen bir çalışma çıkıyor. Şarkıda sevgililerine yol gösterip, tavır alan iki güçlü kadını dinlediğimiz için, popüler olduğu dönemde adeta bir “feminist marşı”na dönüşmüş…!

2.      Tell Him / Celine Dion ve Barbra Streisand 
Madem Streisand’dan başladık, o zaman “2 Kadın” düeti dediğimizde birçok insanın hemen ilk aklına gelecek müthiş şarkı “Tell Him” ile devam edelim… Şarkı 1997’de bu iki sanatçı için özel olarak yazılmış ve her ikisi de ayrı ayrı albümlerinde aynı şarkıya yer vermiştir… Güzel de bir hikayesi var; 24 Mart 1997 tarihinde Oscar ödül töreninde en iyi şarkı ödülüne aday olanlardan biri de Streisand’ın hem yönetip hem oynadığı “Aşkın İki Yüzü (The Mirror Has Two Faces)” adlı filminde kullandığı (ve yine Bryan Adams ile birlikte seslendirdiği) “I Finally Found Someone”dır. Ödüllerin dağıtıldığı gün Streisand törene katılmamayı tercih etmiştir ve bu şarkıyı söyleme görevi önce Natalie Cole’a verilmiş, fakat törene 2 gün kala Celine Dion’a teklif edilmiştir. Dion tereddütte  kalsa da kabul etmiştir görevi ve Oscar tarihinde aynı gecede iki defa sahneye çıkıp şarkı söyleyen tek şarkıcı olmuştur…
O gecenin birkaç gün sonrasında Streisand, Dion’a bir kart ve çiçek göndererek “Şarkımı çok güzel söyledin, harika bir şarkıcısın… O gün orada olup seni dinleyemediğim için çok pişmanım, bir dahaki sefere beraber bir şarkı söyleyelim” demiştir. Eh, cevap da hiç fena olmamış…

3.      When You Believe / Whitney Houston ve Mariah Carey  
 “I Finally Found Someone” en sonunda Akademi ödülünü kazanamamıştı ancak şimdi “Prince of Egypt” filminin ödüllü şarkısı var sırada. İlginç bir şekilde tüm medya desteğine ve canlı promosyonlara rağmen ABD’de pek de beklediği ilgiyi görmeyen ve billboardlarda ancak 15. sıraya gelebilen çalışma, özellikle Avrupa’da ve genel olarak dünyanın diğer ülkelerinde çok daha büyük başarılara imza atmış 1998 yılında.

4.       Barcarolle / Anna Netrebko ve Elina Garanca 
“Operet” sanatının ilk büyük ustası olan Jacques Offenbach’ın, Alman Romantikler’ inden tanınmış yazar ve besteci E.T.A. Hoffman’ın bir öyküsünden esinlenerek yazılan, üstün nitelikteki bir librettodan elde ettiği ve “Hoffmann’ın Masalları” adını taşıyan eseri maalesef ancak sanatçının ölümünden sonra ilk defa Paris’te oynandı ve o günden sonra da opera dünyasının vazgeçilmezleri arasına girdi. Bu 3 perdelik eserde aynı zamanda başkahraman olan Hoffman’ın opera sanatçısı Stella’ya olan aşkından dolayı bir gece kendini içkiye verip, içkiyi fazla kaçırınca daha önceki 3 sevgilisini hatırlamasıyla olaylar gelişir. Her perdede başka bir sevgilisini hatırlayan Hoffmann’ın son perdede aklına “Giulietta”, Venedikli “courtesan” gelir…
Perde ünlü “Barcarolle” ile açılır. Bu kelimenin aslı İtalyanca’dır ve “barca”; kayık, tekne, sandal anlamında kullanılır. “Barcarola”lar ise Venedikli gondolcuların söyledikleri tipik şarkılardır…
Bu yorum günümüzde hayli popüler olan ünlü Rus soprano Anna Netrebko ve Latviyalı mezzo- soprano Elina Garanca’ya ait…

5.      All The Things You Said / t.A.T.u 
 Bu iki sansasyonal Rus kızı kim unutabilir ki? Grubun adı bile “bu kız / bu kızı”… eh arayı da “seviyor” olarak doldurarak doğmuş. Aynı zamanda Rusça’da argo bir sözcükmüş… “All The Things You Said” tüm dünyada ünlü olmalarını sağlayan hitleri. 2000li yılların başlarında yapımcılarının dişçi koltuğunda uyuyakalıp gördüğü bir rüyadan ilham alarak yaptığı bir şarkıdır. Bir genç kızın iç dünyasını anlatmaktadır; bu genç kız başka bir kıza aşık olmuştur… Kendine ne olduğunu anlayamamaktadır, hem huzursuzdur aynı zamanda da mutsuz. Çevresinde kendisini hiçbir şekilde onaylamayan bir kalabalık vardır.
Kanımca şarkının ünlü klibi bir METAFOR harikası… Lise formasıyla, parmaklıklar ardında devamlı yağan yağmur altında sevgiyle birbirini öpüp kucaklayan kızlar, aynı zamanda bu parmaklıkların diğer tarafında davranışlarını onaylamaz ve kınar şekilde kendilerine bakan topluluktan korkmaktadır. Fakat şarkının sonunda güneş açıp kızlar elele uzaklaşırken, “kafesi” de, içinde tüm katı yargıları ve kınamaları olan insanlarla birlikte arkalarında bırakırlar… Aslında kafesin içinde olan kınayanlardır…

6.      Erkekler Ağlamaz / Nilüfer ve Şebnem Ferah 
Hiçbir şey eklemeye gerek duymuyorum… Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi yorumcularından Nilüfer ve daha genç kuşak yine çok iyi bir müzisyen olan Şebnem Ferah’tan muhteşem bir düet…

7.      Sisters Are Doin’ It For Themselves / Annie Lennox ve Aretha Franklin
80li yılların ortasında yine hit ve “feminist marşı” olmuş şarkı! İngiliz Annie Lennox ve R&B’nin kraliçesi ABD’li Aretha Franklin’i bir araya getiren şarkının sözleri de bir hayli sarkastik: “Bir zamanlar her başarılı erkeğin ardında, başarılı bir kadın vardır derlerdi… Ama şimdiki zamanlarda biliyorsunuz ki bu doğru değil… Artık mutfaktan çıkıp size söylemeyi unuttuğumuz şeyi söylüyoruz; “aplalar” bunu kendileri için yapıyorlar, iki ayaklarının üzerinde kendileri duruyorlar…” BAYILIYORUM!

8.      Flower Duet / Anna Netrebko ve Elina Garanca Leo Delibes’in ilk defa Paris’te sahneye konmuş 3 perdelik operası Lakme’nin ilk perdesinde söylenen arya, belki de 2 soprano için yazılmış aryaların en güzelidir. Bir Brahma rahibinin kızı olan Lakme ile hizmetkarı Mallika, çiçek toplamak için gittikleri nehrin kenarında söylerler bu düeti.  
1980ler itibarıyla birçok filmde, reklamda, medyada sıkça kullanılmıştır. Lakme operası, doğuya birçok yolculuk (ülkemiz de dahil olmak üzere) yapıp, beraberinde geri Batıya götürüp egzotikliğiyle herkesi etkileyen Pierre Loti’nin bir eserinden ilham almıştır.
 

9.      You’ve Got a Friend / 5 Divas
Her ne kadar “düet” desek de başta, 1998’de müzik eğitimine katkıda bulunmak için bir araya gelip “Divas Live” adlı bir konser veren bu 5 harika kadını da listeme almak istedim… Aretha Franklin, Gloria Estefan, Celine Dion, Shania Twain ve Mariah Carey’ den oluşmaktaydı 5 Divas. 1971’de bestelediği ve söylediği “You’ve Got a Friend” adlı şarkıda da, piyanonun başındaki Carole King, konuk şarkıcı olarak katılmıştı.

10. Duetto Buffo Di Due Gatti / Montserrat Caballé ve Montserrat Marti
Kadınlar için birçok düet bestelemiş olan Rossini’ye atfedilen bir parça var ki akıllara zarar…! Bu parça ustanın hiçbir operasında bulunmuyor ancak birçok temsil sonrasında da bis yapan sanatçılar tarafından seslendiriliyor. Parçayı ezberlemek kolay çünkü tek bir kelime tekrarlanıyor; “miyav”!
İşin şakası, Rossini’ye atfedilen “İki Kedinin Düeti” gerçekten çok ironik bir parça. Sanat dünyasında, hele hele opera gibi rekabetin çok yüksek düzeyde olduğu süzme bir sanatta bu iyice ayyuka çıkıyor. Birbirlerini çekemeyen sopranoların içsel ruh hallerini de kanımca bu parça çok güzel özetliyor…!
Klasik bir “koç burcu” kadını olarak sahnede hep kendinden emin ve nüktedan olan Barcelona’lı çook ama çok büyük sanatçı Montserrat Caballé bu düeti çok sever ve genelde kızı Montserrat Marti ile beraber yorumlar…  
Bu arada Caballé 2 yıl sonra 80 yaşına basınca sahnelere veda edeceğini açıkladı… Dolayısıyla 2 yıl sürecek dünya turnesinde bir şekilde yakalayabilirseniz bu müzik devini canlı izlemenizi şiddetle tavsiye ederim…!
 BENGİ IŞIL GÖKTÜRK :)