23 Ocak 2012 Pazartesi

İSTANBUL’DAN ADDİS ABABA’YA, ADDİS ABABA’DAN ARBAMINCH’E, BİR ETİYOPYA HİKAYESİ…

Hikaye şöyle başladı aslına bakarsanız; Hırvatistan’a tur götürmüştüm birkaç ay önce ve grubun içinde bıcır bıcır, çocuk gibi konuşan ancak bir yandan da ne kadar saklamaya çalışsa da; aslında insan gibi bir insan olarak doğmanın ve hayatı boyunca öyle kalmanın ağırlığını üzerinde son derece başarıyla taşıyan biri vardı karşımda. Konuştuk bir ara öylesine, Etiyopya’ya gitmek istediğinden bahsetti… Bense görmediğim her yere gitmek istiyordum, hele hele hiç ayak basmadığım “Kara Afrika’ya” daha da çok…! Tereddüt etmedim, “beraber gidelim mi” diye ona sorduğumda… Tereddüt etmedi benimle, sadece birkaç gündür tanıdığı bir insanla, güvenip yola çıkmaya “evet” dediğinde… İşte her şey böyle başladı…
Sonrasında hazırlıklara ivme verildi; yabancı şirketlere yazıldı, teklif istendi, teklifler değerlendirildi; biraz da maceranın büyüsünün etkisiyle tekliflerin en ucuzuna “evet” denildi…! Katılımcı sayısı 2 kişi, süresi ise iki hafta olacak bir seyahatti bu; önce ülkenin güneyindeki, Omo Vadisindeki kabileler ziyaret edilecek;  sonra uçakla Lalibela’ya geçilip burada kayadan oyma kiliseler görülecek ve Timkat Festivali’nin başlangıcına katılınacaktı… Ben 14 yılımı turizme vermiş biri, O genç yaşında profesör olmuş biri; yani koskoca iki yetişkin; yola çıkmak üzere havaalanında buluştuğumuzda benim elimde acil durum numarası bile yoktu, onun elindeyse yazışmaların bir bölümünü oluşturan “sadece” 12 satırlık bir program ve benim uçak detaylarım (kendisininkini yanlışlıkla silmiş…)! Yani diyeceğim bu kadar “ne olursa olsun, yol olsun” moduyla çıktık yola! Yolculuk 2,5 saatlik bir rötarla başladı, sabahın 03.30’unda Addis Ababa’ya vardığımızda dışarda gerçekten de bizi bekleyen birileri vardı… Buna tüm kalbimizle sevindik!
Daha en başından insan faktörünün çok öne çıktığı bir gezi oldu… İlkin, yol arkadaşım, yoldaşım…! Ümit’in meziyetlerinden ve erdemlerinden bahsetsem, herhalde yazının uzunluğunu görüp kimse okumaya devam etmeyecektir…! (Bu arada kötü huylarını yazmaya kalksam sayfanın boş kalacağını da eklemek isterim) Ancak orada, adı açlıkla, fakirlikle, iç savaşla, hastalıklarla özdeşleşen bu ülkede tanıdığım ve çok kısa anlar paylaştığım insanların bir çoğunun bana içtenlikle gülümsediğini, güzel iletişimini ve iyi niyetini de eksik etmediğini özellikle belirtmek isterim… Tam bu noktada belirtmek istediğim başka bir şey de, festival zamanında agresif bir şekilde kalabalığı fotoğraflamaya çalışan Fransız turistlerin ittirme, kaktırma ve tekmeleme eylemleri sonrası artık çıldırma boyutuna geldiğimde, dönüp yüzlerine; “Siz barbarsınız” dediğimde aralarından bir tanesinin bile çıkıp bana tepki gösterememesidir… Birlik beraberlik içinde, en güzel kıyafetlerine bürünmüş, coşkuyla bayram kutlayan Etiyopyalılar;  o gün orada bulunan “Avrupalılara” göre çok daha medeni davranışlar sergiliyorlardı! İnsan faktörü işte…
Sekiz gün boyunca aynı jeepin içinde, çoğu off-road olmak üzere 2400km kadar yol yaptık. Yolun bazı bölümlerinde böbreklerimizi kaybetmemek için dua ettik… Ancak o yollar bizi göl kenarlarına götürdü, o yollar bizi unutulmuş tepelerin, unutulmuş zirvelerindeki manastırlara götürdü, o yollar bizi gördüğümüzde “biz bunlarla / ya da onlar bizimle aynı dünyada mı yaşıyor” diye sorduğumuz kabilelerin ilkel köylerine götürdü… Hatta bunlardan birine ulaşmak için ağaç kütüğünden oyulma son derece ilkel bir kanoya doluşmuş 4 kişi nehrin öte yakasına geçtik! O yollar bizi öyle yerlere götürdü ki, binlerce gülümsemenin olduğu, boş tabuların kültürlerinde yer almadığı, aslında size ezberletilen her türlü kuramı sarsacak yaşam biçimlerine götürdü… Bir paradokslar bileşkesiydi bizim için gördüğümüz ve kısaca yaşama imkanı bulduğumuz Etiyopya.
Öyle yorgun argın varmışız ki Addis Ababa’ya; sabah 4’te yerleştiğimiz otelde “Yarın yola kaçta çıkıyoruz” diye sorduğum acenta yetkilisi “sabah 1.30’da” diye cevap verdiğinde önce dalga geçtiğini düşünüyorum… Ancak sonra aklımıza geliyor, farklı bir saat ve farklı bir takvim uygulaması kullandıkları… Sabah 6’dan akşam 6’ya kadar sürüyor onların günleri! Gerçek saati bulmak için her daim +6 yapmak gerekiyor. Ve ilk sabah yorgun argın ancak sabah “2.45”te çıkmayı başarıyoruz. Yolda sıra sıra kadınlar devamlı, asla ortadan kaldıramayacakları bir tozu süpürüyorlar… Özdemir Asaf’ın “Her şeyi süpürebilirsin, sonbaharı süpüremezsin” dediği “Yalnızın Durumları” şiiri geliyor aklıma. Oysa burada kolektif bir sonbaharı süpürme eylemi mevcut. Sırtında yük taşıyan kadınlar, çocuklar ve ara sıra “erkekler”… Bu manzara şehirden çıkıp kırsala doğru geçiş yaptığımızda sıklaşarak, gezimizin eksik olmayan arka fonunu oluşturuyor. Yük taşıyan insanlar; nereden geliyorlar, nereye gidiyorlar. 
Yürüyorlar, mütemadiyen başı belli olmayan, sonu görünmeyen bir yolda, bir hiçliğin ortasında yürüyorlar. Ara sıra turist taşıyan jeepi gördüklerinde, türlü numaralar yapıp, bir şekilde bizi durdurup fotoğraflarını çektirip 2 birr (17 birr=1 USD) istemeleri hala gözümün önünde! Dans eden çocuklar, vücudunu boyamış insanlar, sürü güdenler ya da sadece o çok fakir, sense çok zengin olduğun için senden istemeyi, senden almayı kendinde, bilinçaltında, ilahi bir hak olarak görenler…
Elimdeki yabancı (Batı) basımı bir rehber kitap son derece kırılgan konuya; “orada, sokaktaki çocuklara hediye dağıtarak onları dilenciliğe alıştırmamak gerektiğini” sorumlu turizm adı altında tavsiye ediyor. Ümit’e dönüp soruyorum, “Noel Baba” kültüründen gelen bir Batılının bunu söylemeyi kendinde hak sayması ne kadar doğru diye… Ama bu kıtanın birçok yerine zaten “hak” dediğimiz olgu uğramamış ki!
Gözümü açıp yollara bakıyorum, kilometrelerce muz tarlaları görüyorum, sonra mango tarlaları başlıyor ve sonra mısır… İnanılmaz bir yeşillik, önümüzden bir babun sürüsü geçiyor, hani şu et yiyen maymun türü! Öyle ya Afrika’dayız, ilk gün böcekten korkunca yerel rehberimin dediği gibi “Burası Tanrının yarattığı her türlü varlıkla karşılaşabileceğin kıta, onun için alış buna”. Alıştım da en sonunda, hatta hayatımızda ilk defa kamp yaptığımızda, ne olduğunu çıkaramadığımız bir hayvanın sesinden gece korkarken, sabah çıkardığı seslerle dalga geçip, uyku tulumumuz içinde gülmekten yerlere yatıyorduk (mecazi ve fiziki anlamda)…
Gittiğimiz her yerde çocuklar takılıyordu peşimize, ellerimizden tutuyorlardı. Bizden başka pek onlarla bu kadar haşır neşir yabancı yoktu, genelde sadece fotoğraflarını çekip, kayıtsız davranıyorlardı onlara. Elleri pisti, giysileri hırpaniydi ve kokuyordu. Bunların hiçbiri onların suçu ya da günahı değildi… Hepsi birkaç kelime de olsa İngilizce konuşuyorlardı. Bizimle oyun oynadılar, şarkı söylediler, gözleri zekayla pırıl pırıldı ve dudaklarında daimi bir gülümseme vardı. Hep biliriz dünyanın ta Spartaküs’ ten beri adaletsiz olduğunu, ancak burada, bu güzel çocuklara bakıp aslında bizim şans ve olanaklarımıza sahip olsalar neler yapabileceklerini düşündüğümde daha bir diken diken oluyor tüylerim… Fotoğraflarını çekip kendilerine gösteriyorum, kendilerini ekranda gördükçe gülüşüyorlar. Ancak en çok hoşumuza giden yere oturmuş Ümit’in upuzun düz saçlarına saldırmış örmeye çalışan çocukların halleriydi… Kimbilir belki onlar da upuzun saçlı olmanın hayalini kuruyorlardı…
Yola devam ediyoruz, hızımız devamlı olarak yolların asıl sahibi olan öküz, inek ve keçi sürülerinin arasından slalom yaparak geçmek için kesiliyor. Nüfusu 81 milyon olan ülkenin büyük ve küçük baş hayvan sayısının 350 milyon kadar olduğunu söylüyor rehberimiz bize. Dolu eşek sürüleri geçmekte bir de, hepsinin sırtına sarı renkli plastik su şişeleri yüklenmiş. Kimbilir nerede bulacakları hangi suyla dolduracaklar bu kapları… Ve cart pembe, sarı, turuncu, eflatun vb renklerde, sanki kavruk tonlu derileriyle azami kontrastı göstererek daha güzel görünecekleri okul formalarıyla mütemadiyen nerede olduğu belli olmayan, ucu sonu görünmeyen bir yerde bulunan okullarına yürüyen çocukların pitoresk betimlenişi gözlerimizin önünde… Tüm bunları görürken güzargahım Addis Ababa’dan Arbaminch’eydi ve gezinin henüz ilk günüydü… 
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

20 Ocak 2012 Cuma

Bali’nin Bahtsız Bacısı: LOMBOK (Konuk Yazar Müjdat Sönmez'in Kaleminden)

Herkese merhaba...!
2012 yılında bloguma &friends takısı ekleyerek, her ay farklı bir gezginden, bir gezi yazısı yayımlayarak blogumu zenginleştirmeye karar verdim... İlk yazı meslektaşım ve çok değerli arkadaşım Müjdat Sönmez'in Lombok / Endonezya üzerine çalışması. Sevgili Müjdat'a teşekkür eder ve sizlere de bir gün Prag'a giderseniz mutlaka onun rehberliğinde şehri tanımanızı tavsiye ederim. Uzun zaman önce Prag'a yerleşmiş olan Müjdat , Orta Avrupa konusunda bulunabilecek en iyi uzman...!
Yazısını keyifle okumanız dileğiyle, Addis Ababa'dan hepinize sevgiler...
Bengi Işıl Göktürk
Bali’nin Bahtsız Bacısı: LOMBOK
Müjdat SÖNMEZ
Bali’yi bilmeyen yoktur neredeyse. Gidip görmese de hemen herkes güzelliğinden az çok haberdardır. Doğası, mimarisi, canayakın halkı, hayranlık uyandıran tapınakları, törenleri, dansları, renkleri dillere destandır. Doğruya doğru, bütün övgüleri fazlasıyla hakeder Bali; güzeldir, alımlıdır, hayat dolu ve güler yüzlüdür ama bir de bacısı vardır gölgesinde: Lombok.
Mahallenin tüm delikanlılarını peşinden koşturan fettan küçük kardeşine hiç benzemez abla Lombok. Ağırbaşlı ve içine kapanıktır. İhmal edilmişliğini, gölgede kalmışlığını kader belleyip sabırla susmuş, kısmetinin açılacağı günü beklemiştir inançla. Bahtsızlığı sürekli rol çalan küçük aşüftenin erkenden palazlanıvermesindendir, yoksa ne güzellikte Bali’den geri kalır, ne doğal zenginlikte. Volkan desen onda, mercan denizi desen onda, plaj desen onda, hem de en bakiri en tenhasından.
Lombok’un bu kararlı bekleyişi nihayet meyvelerini vermeye başladı, kara bahtı ona da güldü. Bu mazbut güzelin de kapısını çalmaya başladı talipler. Uluslararası havalimanı 2009'da hizmete girdi, beş yıldızlı ilk tatil köyü de geçen sene açıldı ve söylenenlere gore Birleşik Arap Emirlikleri 10 kilometrelik bir sahil şeridini satın alıp büyük bir tatil kompleksinin yapımına start vermiş.
Yanyana olmalarına rağmen Lombok ve Bali apayrı coğrafi özelliklere sahip. İki adanın arasında Wallace Boğazı yer alıyor. Darwin’in çağdaşı olan Alfred Wallace adını taşıyan bu boğaz sadece fiziksel olarak değil, iki adayı sadece jeolojik özellikler açısından da ayırıyor. Bali'de tropik iklim hüküm sürerken, Lombok’ta daha çok bir zamanlar parçası olduğu Avustralya kıtasının savan iklimi hakim.  Bu nedenle Lombok ve Bali'de yaşayan bitki ve hayvan türleri birbirinden tamamen farklı.
Ancak asıl önemli farklılık kültürel doku. Endonezya müslüman bir ülke ve  Lombok’ta ülkeyi oluşturan yaklaşık onüçbin adada olduğu gibi  müslümanlar yaşıyor, Bali’de ise Hindular. Onaltıncı yüzyılda bütün adalar hızla müslümanlaştırılmış, ancak Bali’ye özerklik verilip Hindu dini sadece burada serbest bırakılmış.
Bali ile ilgili kaynaklarda Lombok bir detaydır sadece, oysa Bali'den bahsetmeden Lombok'u anlatmak olmaz. Bali Lombok'un alnının yazısı, biyografisinin giriş cümlesi'dir.
‘Tanrıların adası’ olarak nam salan Bali atmışlı yıllarda turizmle tanışmış ve kısa zamanda Endonezya’nın vitrine haline gelmiş. Dolayısıyla bütün yatırımlar bu adaya yapılmış, uluslararası zincirler tarafından adada peşpeşe oteller ve tatil köyleri açılmış. Halk turizme tamamen adapte olmuş durumda. Evlerini, tapınaklarını, sunaklarını turistlere açmışlar; bir yandan günlük hayatlarını ve ibadetlerini sürdürürken, bir yandan da fotoğraflarının çekilmesini yadırgamıyor, hatta çapkın gülüşlerle buna davetiye bile çıkarıyorlar. Geri kalmış ülkelerde olduğu gibi turistlerin etrafında pervane olup dilenen çocuklar ve kadınlar yok burada. İstisnasız herkes gülümsüyor. Öyle maske gibi, zoraki bir tebessüm değil yüzlerindeki. Gönülden ve doğal. Adanın her yerinden fışkıran huzurun, tapınakların zerafetinin, ibadet biçimlerinin güzelliğinin yüzlerine yansıması sanki bu gülüş. Halk birbirine olduğu kadar turistlere karşı da son derece güleryüzlü. İbadet ederek yaşıyor, yaşayarak ibadet ediyorlar. İnancın ve günlük hayatın mükemmel bir uyumla kaynaştığı istisnai bir yer Bali.
Lombok ise daha yeni yeni tanışıyor turizm ile. Altyapı neredeyse hiçyok, olan da çok yetersiz. Wallace Boğazı'nı hızlı teknelerle iki saat, feribotlarla dört saatte geçip Lombok’a ulaştığınızda zamanda da yolculuk yapmışsınız hissine kapılıyor, elli-atmış yıl öncesine gidiyorsunuz. Nitelik ve nicelik olarak herşey Bali’nin yıllarca gerisinden geliyor Lombok’ta. Ama ne gam? Yeni yeni emeklemeye başlayan turizm sektörü Lombok’u  „Bali’nin bakir hali” sloganıyla pazarlıyor. Ada turizminin ağır silahları el değmemiş plajları, sörf için ideal denizleri, inanılmaz zenginlikteki mercan yatakları, Sasak köyleri ve unutulmaz bir tecrübe vaat eden Rinjani volkanı.
Sasaklar Lombok'un ilk sakinleri. Yaklaşık 14. yüzyılda adaya ilk adımı atan bu göçebe topluluğun kökenlerinin bugünkü Myanmar'a kadar uzadığı söyleniyor. Hemen hepsi müslüman olan ve artık büyük bölümü yerleşik hayata geçmiş olan Sasaklar adanın iklimi ve doğasıyla en uyumlu koşullarda yaşıyorlar yüzyıllardır. Sasak evleri bizim Doğu Karadeniz'in serendelerini andırıyor. Ahşap kazıklar üzerinde yükselen bu dörtgen planlı sazdan evlerin orta katı yaşam alanı, altı hayvan ahırı, bir merdivenle ulaşılan üst kat ise erzak/pirinç deposu. Lumbung denen bu evlerde orta kat geceleri yatak odası olarak kullanılıyor, gündüzleri ise yemeklerini orada yiyor, sohbetlerini orada ediyor, sıcaklar bastırdığında dört yandan esen hafif rüzgarların kucağında aynı zamanda çatıyı oluşturan tepedeki erzak deposunun gölgesinde kestiriyorlar. Yüzyıllardır doğayla bu kadar uyumlu bir halde yaşayan adalıların son asırda betonla tanıştıktan sonra inşa ettiği 'modern' mahalleleri görünce insanın içi sızlıyor gerçekten. En ucuz, en kalitesiz betondan derme çatma bu evler yığını bir gecekondu mahallesine dönüştürüyor bu cennet köşesini. Adanın en güzel Sasak köylerinden biri olan Sade'yi görmek göze de ruha da iyi geliyor bu yüzden. Köylerini en basit malzemeyle inşa etmelerine rağmen, Sasaklar birçok mühendislik sorununu asırların tecrübesiyle damıtarak çözmüş, üstelik sadelikten taviz vermeden yapıları ve sokakları güzelleştirmeyi de başarmışlar. Hiçbir fazlalık, hiçbir eksiklik yok. Her şey olması gerektiği gibi, o kadar doğal.
Bu sakin adanın en turistik yeri batı kıyısındaki Senggigi. Buradaki oteller ve tatil köyleri Bali'yi çağrıştırıyor. Cafe-restoranları ve dükkanları da. Neyse ki Bali'nin Kuta'sı gibi çığrından çıkmış değil henüz.
Lombok'un en büyük kozu, kutsal sayılan Rinjani volkanı. İnanışa göre zirveye kimin ulaşacağına dağın kendisi karar verirmiş. 3726 m. yüksekliğindeki Rinjani Endonezya'nın üçüncü en yüksek dağı. Zirveye çıkan çeşitli parkurlar arasında en çok rağbet görenleri kuzeydeki Senaru ve doğudaki Sembalun kentlerinde başlayıp bitenler. İki, üç ya da dört gün süreli trekking turları düzenleniyor. Bir rehber ve bir porter eşliğinde gün boyu tırmanıp, geceleri kamp yaparak unutulmaz bir macera yaşamak mümkün. Tırmanışın en zor etabı zirveye en yakın kısmı. Gece üçte başlayan bu etap karanlıkta el fenerleriyle iki buçuk saat yokuş yukarı tırmanmayı gerektiriyor. Şafak söktükten sonra karanlıkta yürümenin zorluğu bitiyor ama zirveye çıkan yamaç daha da dikleşiyor. Üstelik zirveye en yakın bölüm çakıl taşı büyüklüğünde lav döküntülerinden oluşuyor ve iki adım çıkıp bir adım geri kayıyorsunuz. Bu yokuş yukarı mehter yürüyüşü boyunca nefessizlikten ve yorgunluktan etrafınıza bakamıyor, kayıp düşmeyeyim diye tüm dikkatinizi ayağınızı bastığınız noktaya veriyorsunuz. Ancak nefeslenmek için bir an durup etrafınıza bakınca ne yorgunluk kalıyor, ne de korku. Nefesiniz yine kesiliyor, ama bu sefer manzaranın güzelliğinden.  İki gün önce yola çıkarken başladığınız nokta bir taş atımı uzağınızda sanki, zirveye son birkaç yüz metre kalmış, aşağınızda, 2000 metrede olağanüstü güzellikteki Segar Anak gölü, daha da aşağılarda çepeçevre tropikal orman ve en dış dairede bütün Lombok'u çevreleyen deniz. Adanın değil, dünyanın zirvesindesiniz sanki, hayatınızda hiç olmadığınız kadar yukarıda. Bir yandan adım atacak haliniz yokken, diğer taraftan "yolun geri kalanını da mutlaka çıkmalıyım" duygusu sarıyor. "Artık pes etmek olmaz, bu kadar geldikten sonra havlu atamam" diyorsunuz. İnanmasanız da safsatalara, dağ dile geliyor birden, "Unutma..." diyor "...sana değil, bana bağlı zirveye çıkıp çıkamayacağın. Kararı verecek olan benim!". İşte o zaman farkediyorsunuz kimbilir kaç zamandır kabul edilmek için dualar ettiğinizi. Ve kan ter içinde zirveye ulaştığınızda hepsine değiyor.
Rinjani turlarının adalılar için büyük bir iş kapısı ve Lombok turizminin en büyük kozlarından biri olmasına rağmen, çevre kirliliği ne yazık ki had safhada. Özellikle kamp yapılan yerler civarında ve zirveye çıkan patikalar boyunca her türlü medeniyet artığı bulmak mümkün.  Her yer çöp içinde. İşletmecilikten bilahaber yetkililerin kısa vadeli planlarıyla yürüyor işler. Ülkenin tümünde görülen zayıf  ve yozlaşmış devlet eli volkanın en tepelerine bile ulaşıyor. Camileri, yolları, okulları, hastaneleri ile üçüncü dünya toprağı olduğunu söylüyor Lombok. Kadrini kıymetini bilmeyen bu adamların elinde nasıl kocayıp yıprandığını, eski güzelliğinden birşey kalmadığını anlatıyor, dert yanıyor uzun uzun.  Başkent Mataram'ın çirkinliğinden ve betonlaşmasından yakınıyor ah ede ede. Hak versem de gönlünü almak ve konuyu değiştirmek için köylerinin, plajlarının, gililerinin güzelliğinden dem vuruyorum. Küçük adacık anlamına gelen gililerden sayısız miktarda var Lombok'ta, ama tam kuzeybatı köşesinde düşünce balonları gibi peşpeşe yükselen üç tanesi var ki, gözlerinin içi parlıyor Lombok'un, söz onlardan açılınca. Gili Trawangan, Gili Meno ve Gili Air. Hele ki en küçükleri Gili Air'in adını anınca en anaç haliyle gülümsüyor.
Trawangan içlerinde en turistik olanları. Ama öyle bunaltıcı bir kalabalık değil bu. Herkes, her şey son derece rahat, dingin ve huzurlu. Motorlu taşıtların olmadığı bu cennet adalarda franjipan ağaçlarıyla çevrili bahçeler arasında birbirinden zarif, birbirinden güzel konaklama tesisleri yer alıyor. Geleneksel mimariden esinle yapılmış bu şık otellerde modern hayatın nimetlerini bulmak da mümkün. Üstelik sudan ucuz fiyatlarla.
İslamın etkisiyle yerliler denizden el ayak çektikleri için, plajlar hep turistlere kalmış. Turistlerin tek ilgisi plajlar değil elbet. Sörf ve özellikle dalış için gerçek bir cennet bu adalar. Basit bir gözlük ve snorkelle bile mercanları gözlemek mümkün. Daha teknik donanımlı dalışlar tabii ki çok daha fazlasını vaat ediyor. Şahsen, elli atmış metre ötemde huşu ile turlayıp mercan kemiren hörgüç kafalı papağan balıklarını kolay kolay unutamam. Herbiri bir birbuçuk metrelik bu koca balıkların tam on yedi tanesi birden düştü benim sansıma. Dinamitle avlanma yüzünden yetmişli yıllarda mahvolan mercanlar ise artık koruma altında ve son derece zengin denizaltı faunasının baş aktörleri konumundalar.
İster mercanları, ister ormanları, ister volkanı için gitmiş olun Lombok'ta aradığınızdan fazlasını bulacaksınız. Turizm yüzünden masumiyetini kaybetmeden, hala bakirken Lombok'a gitmenin tam zamanı. 

------------------------------------------------------------------------------


BALİ
LOMBOK
Yüzölçümü:
5632 km2
4725 km2
Nüfus          :
3.891.000
3,166.000
Başkent      :
Denpasar
Mataram
Din               :
Hindu
İslam

8 Ocak 2012 Pazar

YURDUMUZUN ÇOK UZUN SÜRE GİZLİ KALMIŞ MÜCEVHERİ; HALEPLİBAHÇE

Tarih boyunca Süryanilerin “Orhai”, Arapların “El-Ruha”, Seleukosların “Edessa” ve Türklerin “Urfa” olarak adlandırdıkları “Peygamberler Şehri”, son 30 yıldır çok önemli arkeolojik bulguların ortaya çıktığı ve tüm arkeoloji dünyasının gözünü çevirdiği bir merkez konumuna geldi. 1983-1991 yılları arasında Nevali Çori adlı merkezde yapılan kazılarda günümüzden 11500 yıl önce burada evler yapıldığı, mercimek ve buğday üretildiği ortaya çıkarılmıştır. 1995’ten beri Alman arkeolog Klaus Schmidt önderliğinde kazılan Göbeklitepe’de ise tarihi MÖ 11 bin’e dayanan (Cilalı Taş Devri) tapınma amaçlı alanlar ortaya çıkarılmıştır. Bu alanların dünyadaki en eski ve en büyük tapınaklar olması bulgusu, dünya tarihini yeniden değerlendirecek ölçüde önemlidir…!
Urfa’nın tarihine baktığımızda ise, eşsiz Anadolu’muzun genel tarihiyle doğru orantılı bir gelişim göstererek, onlarca kavimin gelip geçtiği, bazısının derin, bazısının silik izler bıraktığı bir özet görüyoruz… Kafkasyalı Subarlar, Aramiler, Asurlular, Medler, Persler, Makedonyalılar, Seleukoslar, Süryaniler, Sasaniler, Romalılar, Bizanslılar, Haçlılar, Eyyübiler, Selçuklular, Osmanoğulları… ve daha kimler gelip geçti topraklarından… Kimi uzunca misafir kaldı, kimisi ise sadece esti gitti, sadece adı kaldı…
Dünyanın bu son derece enteresan ve tarihi açıdan önemli köşesinde geçtiğimiz ay yaptığım gezide, 2006 yılında ortaya çıkarılan bir “mücevheri” görme şansına sahip oldum; “Haleplibahçe Mozaikleri”…! Hikaye enteresan; bahsi geçen mevki Balıklıgöl’ün hemen bir taş atımı uzaklığında, gecekonduların doldurduğu, fosseptik çukuru olarak kullanılan, ahalinin çöpünü attığı bir yer… Kentsel Dönüşüm Projesi’nin altyapı çalışmaları sırasında tesadüfen işte tam bu acınacak durumdaki yerde 1700 yıllık mozaiklere rastlıyorlar…! Hem de ne mozaikler!
Tarih boyunca, Halep üzerinden Bağdat’a ulaşan ticaret yolları üzerinde önemli bir durak olan Urfa; hanlarıyla, çarşılarıyla, zanaatkarlarıyla, sanatçılarıyla son derece zengin kültürlü bir şehir kimliğini hep korumuş. Dolayısıyla burada mozaik sanatı da çok eski zamanlardan itibaren kendini göstermiş. Bu mozaiklerde kullanılan ve tessera adı verilen renkli taş parçacıkları, Fırat Nehri’nin kenarındaki çakıl taşlarını prizma şeklinde keserek elde ediliyordu. Aslında 1978 yılına kadar yine Balıklıgöl civarındaki yüzlerce kaya mezarı içerisinde birçok mozaik örneklerine rastlanmış, bölge 1979 yılında Anıtlar Kurulu tarafından arkeolojik sit alanı olarak tescil edilmesine ve bu alandaki her türlü yapılaşmayı yasaklayan yasaya rağmen, yine cahilliğin gazabına uğramış ve gecekondular arasında unutulmuş gitmiştir… Bölgeyi 1952-53 yılları arasında ziyaret ettikten sonra mozaikleri resimleyen ve “Edessa the Blessed City” adlı kitabında yayınlayan Prof. Dr. J.B. Segal’in bahsini ettiğ mozaiklerin bugün “kayıp” olmaları yerel zenginliklerimiz için son derece acı bir “dipnottur”… Hem de bu mozaikler sanat olarak Roma ve Bizans’tan çok, Mezopotamya ve Sasani sanatına yakın olmaları bakımından ayrıca eşsizlerdi… ancak artık yoklar…
İşte bu yüzdendir ki, 2006 yılında Haleplibahçe’de tesadüfen bulunan mozaiklerin sağlıklı bir biçimde ortaya çıkarılması için gösterilmiş olan “gerekli özen” beni son derece mutlu etti. Kentsel Dönüşüm Projesi kazı yapmak için derhal durdurulmuş, kazı alanının üstü örtülmüş ve son derece titiz bir çalışma sonucunda “Amazon Kraliçelerinin avlandığı” sahneyi gösteren muhteşem bir mozaik ortaya çıkarılmış. Bu örnek, dört kraliçeyi beraber ve aralarından üç tanesini “Grekçe adlarıyla” birlikte göstermesi açısından tektir. Aynı zamanda bu son derece çekici Amazon Kraliçelerine “bu kadar doğuda ve bu kadar güneyde” rastlanılması açısından da son derece dikkat çekicidir. Bir diğer önemli nokta ise genellikle savaşırken betimlenmiş olan bu “güzellerin”, bu mozaikte avlanırken gösterilmeleridir. Urfa’nın Roma hakimiyetinde olduğu MS 3-5.yylar arasına tarihlenen mozaikler içerisinde aynı zamanda geometrik desenli, ördekli vb başka mozaikler de ortaya çıkarılmış…
Hazır Göbeklitepe de iyice kazılmışken, yollar güzelce asfaltlanmış, 2007’den beri Şanlıurfa Havalimanı hizmete açılmış ve düzenli seferler yapılırken, Urfa’ya gitmeye ne dersiniz…?