23 Şubat 2012 Perşembe

VENEDİK KARNAVALININ DAİMİ AÇILIŞ GÖSTERİSİ: MELEK UÇUŞU

Bir deniz motorundan iniyoruz ve ayaklarımız Riva degli Schiavoni’ye basıyor… Öyle bir soğuk var ki, aslında birkaç yüz metrelik bu anıtsal kıyı yolunu özümseyerek, saatler boyunca sürecek bir yürüyüşle geçmemiz gerekirken; süpürür gibi, bir an önce kendimizi otele atma isteği içinde çeyrek saat süren bir “yarı maraton” hali içinde sindiriyoruz…
Aklıma her zaman olduğu gibi “Acaba Napolyon’un askerlerinin çizmeleri de bu kıyıdan çıkarak mı basmıştı Venedik’e” sorusu geliyor…  Osmanlı’nın muhteşem yüzyılında, koskoca imparatorluğa kafa tutabilen, İstanbul’a gönderilen elçilerinin raporlarının didik didik incelendiği, iki yanındaki iki “dev” imparatorluğun arasında casuslarıyla, izlediği politikayla, deniz ticaretindeki önderliğiyle son derece stratejik ve önemli bir tahta oturtulmuş, “La Repubblica Serenissima” (Çok Huzurlu Cumhuriyet), Napolyon’a karşı tek bir mermi atmadan teslim etmiş şehrin anahtarlarını… Bugün hayranlıkla gezdiğimiz Düklük Sarayının Büyük Salonunda, senato son kez toplanarak kendi kendini feshederek La Serenissima’yı tarihin köşe açılarından birine yerleştirmiş…
Yürümeye başlıyoruz bu muhteşem kıyıyı… Piri Reis’in Kitab-ı Bahriyesinde Venediklilerden bahsedişi geliyor aklıma; diğer Avrupalı beyzadelerin Venedikli tüccarları asil bir soydan değil de balıkçılıktan ve ticaretten gelerek zengin oldukları için aşağıladıklarını anlatışını hatırlayıp, tekrar gülümsüyorum… Hakikaten de balıkçıydı soyları, dünyanın yaşamaya en elverişsiz yerlerinden biri olan, bataklık alan lagüne yerleşmişlerdi Napolyon’un “ziyaretinden” en az 1000 yıl önce ve burada, taşın toprağın ağacın bile olmadığı bir yerde; evler, köprüler, saraylar inşa edip tüm Akdeniz ticaret yollarının denetimini ellerine almayı başardılar…
İşte yürüyorum Riva degli Schiavoni’de… Adını Dalmaçyalı tüccarlardan alıyor, o zamanlar Dalmaçya’ya “Slavonia” ya da “Schiavonia” denirmiş ve bu kıyıda en çok mal indiren onların gemileri, kıyıda en çok ticari standlar açanlar da yine onlar oldukları için adlarını da baki kılmışlar… Pieta Kilisesinin önünde duruyoruz, birden 18.yy’a gittiğimi hissediyorum ve dinliyorum orada “Kızıl Saçlı rahip” Antonio Vivaldi’nin kemanını ve ders verdiği yetim kızların melek gibi seslerini… Sonra ilk İtalyan Kralı Vittore Emmanuale II’nin atlı heykeline bir selam veriyorum ve ünlü Hotel Danieli’nin önünden geçiyorum, yani eski Dandolo Sarayı’nın… Dük Enrico Dandolo’yu hatırlıyorum, IV. Haçlı Seferinin başında İstanbul’a girişini, yaşlılıktan kör olmuş gözlerinin, o asla doyurulamaz açgözlülüğünü bir nebze bile köreltmediğini düşünüyorum… Güzelim Constantinopolis’i yağmalayışını düşünüyorum… Ayasofya’daki temsili mezarını düşünüyorum… Şimdi birçok insanın buranın önünden umursamazca geçişini düşünüyorum… ve ilerliyorum ben de, işte Düklük Sarayı ve içinde ünlü Casanova’yı da misafir eden hapishaneye yaklaşıyoruz. Mahkumların Venedik’e son bir kez bakıp iç çektikleri “Ponte dei Sospiri” tarihin bir şahidi gibi orada asılı kalıp durmuş adeta… Bense üzerinden geçtiğimiz Paglia Köprüsünün ayağına yaklaşıyorum biraz daha ve orada herkesin gözünden kaçan “Goldolcular Meryemi” rölyefine de bir selam veriyorum…
Artık Napolyon’un “Avrupa’nın en güzel oturma odası” dediği San Marco Meydanı'na vardık. Gezimizin en can alıcı bölümü ertesi gün burada izleyeceğimiz “Venedik Karnavalı Açılış Töreni”. Heyecanlıyız… çünkü açılışta yapılan “Melek Uçuşu”(Il Volo Dell’Angelo) tarihi bir olay ve çok uzun zamandır aynı yerde aynı şekilde tekrarlanıyor. Çok kısa bir süre öncesine kadar “Türk Uçuşu” (Volo del Turco) olarak anılan gösteri 1548 yılında geçen bir olaydan esinleniyor… Her ne kadar olayın tarihi bilinse de, bu esrarengiz Türk’ün kimliği kayıtlara geçmemiş… Bazılarına göre bu kişi maharetli bir ip cambazı, bazılarına göre ise biraz önce bahsini ettiğimiz zindanlarda çile çeken bir esir… Bu Türk, meydandaki neredeyse 100metre yüksekliğindeki Çan Kulesinden, meydana doğru gerilmiş bir ipten maharetle kaymış ve Venedik Dük’ünün önüne inmiş… Bazı kaynaklar, elindeki kağıt karanfilleri Dük’e sunduğunu bile yazar! İşte o gün bugündür, bu tarihi olay temsili olarak Venedik Karnavalının açılış seremonisi haline gelmiş… Kimsenin aklına zindanları getirmemek adına mı olsa (?) , “Türk’ün” yerini zamanla güzeller güzeli bir melek almış…
Olayın gerçekleşeceği gün meydana varıyoruz. Her zaman olduğu gibi 16.yy’da temelleri atılan “Commedia dell’Arte”  doğaçlama tiyatro geleneğini hatırlatan bir ahşap sahne kurulmuş meydanda. Tam ortası demirden muhafazalarla kapatılmış ve belli bir ücret karşılığında insanların girmesine izin veriliyor. Diğer kısımlar açık, ancak bir hayli kalabalık… Bu özel gösteriyi yakından görmek amacıyla biz de orada yerimizi alıyoruz… “Corteo di Apertura del Carnevale” (Karnaval Yürüyüşü) ile bizleri birkaç yüzyıl öncesine götüren kostümleriyle Venedikliler geliyorlar… Adeta bir 18. yy defilesinde, asillerle dolu bir ortamda gibi hissediyorum kendimi… Derken bir diğer ünlü Karnaval olan Verona Karnavalının ünlü yüzü “Il Papa del Gnoco” (Patates Köftesi Babası) geliyor sahneye… Ondan sonra tüm maiyetiyle Dük geliyor ve Melek Uçuşu için geçen yılın “Marialar Geçidine” katılmış, 12 evlilik çağındaki genç kız arasından seçilmiş olan  “Melek” balkonda görünüyor. Ortamın havası iyice ısınıyor ve sanki seremoni daha renkli geçsin diye güneş de işbirliği yapmış ve açmış yüzünü gülümsüyor hepimize… Bu yılki melek, Julia adında güzeller güzeli bir kız… Orada havada asılı dururkenki heyecanını, meydanda ben bile hissediyorum! Ancak tüm soğuğa ve heyecana ve yüksekliğe rağmen Julia gülümsemeyi başarıyor ve yavaş yavaş meydandaki sahneye kadar indiriliyor!
Neler geçmiyor ki onun öylece havada asılı kaldığı dakikalar boyunca aklımdan…! Ama en çok, Batı kültürüne bu kadar da damgasını vurmuş “gelenekleri yaşatma” eyleminden bizim nasibimizi “hiç” almamış olmamıza hayıflanıyorum… Neden yaşatamıyoruz biz geleneklerimizi? Neden hiçbir Türk oğlunun(kızının), 1548’de Venedik semalarında uçan o Türk’ten haberi bile yok…?
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK





17 Şubat 2012 Cuma

ŞİLİ’NİN “LA NUEVA CANCION (YENİ TÜRKÜ)” AKIMI

“En başından, Şili’den başlayalım; insanın gezegenden aşağı düşmeden gidebileceği en uzak yer olduğundan, pek az kimsenin haritada yerini gösterebileceği o ücra ülkeden.” İşte böyle söylüyor anavatanı için ünlü yazar Isabel Allende…! “Yukarıdan aşağı uzayıp giden özellikler ülkesi” diye tasvir ettiği, spaghetti benzeri ince uzun, 4300km’lik Şili; gezgine hakikaten de glacierlerden tutun da dünyanın en kurak çöllerine, volkanlardan ve alpin coğrafyadan tutun da, göz alabildiğine üzüm bağlarına kadar çok çeşitli bir coğrafyayı cömertçe sunan bir ülke.
Bu ülke aynı zamanda benim dönemden insanların anne-babalarının 70lerde yakından izlediği bir ülke, çünkü 1970’te Batılı devletlerde olmayacak bir şey olmuş ve Salvador Allende “Unidad Popular” (Halk Birliği) Partisinin adayı olarak “serbest seçimle” iktidara gelmiş ilk “Marksist” Cumhurbaşkanı olmuş… Dünyadaki tüm entellektüeller Şili’yi izler olmuş… Ülkesinde diktatörlükle ezilen tüm halklara, özgür iradeyle başa getirilen Allende ve Şili bir örnek olmuş. O dönemler henüz Küba’daki devrimin ateşinin sönmediği, Güney Amerika halklarının genel olarak başlarındaki diktatörlerden bıktığı, hatta hatta batılı kökenlerinin temelini oluşturan İber Yarımadası’nda da Franco’nun, Salazar Hükümetinin son demlerini hala yaşadığı yıllar… İşte böyle bir ortamda seçim zaferini kutlamak için bir büyük panonun önünde durmuş Allende ve bu panonun üzerinde “Devrim, şarkılar olmadan olmaz” yazıyormuş…
Şarkısız devrim olmazmış, devrim şarkıları 60lı yılların sonunda Küba’da “Nueva Trova” akımıyla, klasik gitarla söylenen trova tarzı müziğin sözlerini genel anlamda politikleştirerek doğmuş ilkin; dünyanın bu ortak bir lisan kullanan büyük parçasında… Sonrasında Şili’de politikleşmiş ve özgür düşünceyi bastırmaya, yok etmeye çalışan dikta mantığına karşı bir protesto kimliğine bürünmüş ve adına Nueva Cancion (Yeni Şarkı) denmiş. İspanyolcanın bu coğrafyada ortak dil olması ve benzer politik tavırlar altında ezilen halkların kendilerini birbirlerine yakın hissetmeleri, bu akımın başta El Salvador, Nikaragua, Arjantin ve Guatemala olmak üzere birçok Latin Amerika ülkesinde ve İspanya’da özellikle Joan Manuel Serrat önderliğinde Katalunya bölgesinde yayılmasına yol açmıştır.
Dönem aynı zamanda bu coğrafyada köylerden, küçük yerleşimlerden, yerli halkın şehirlere göç ettiği ve göçle beraber kendi yerel tatlarını, özelliklerini ve geleneklerini büyük şehirlere taşıdıkları bir dönemdir. Böylelikle özellikle And Dağları müzik kültüründe gördüğümüz quena (And flütü), zampoña (pan-flüt), on telli charango  gibi enstürmanlar bu protest müzikle harmanlanır.
Şili’de bu tarzı icra eden şarkıcılar içinde adını ilk anacağımız Violeta Parra’dır. Babası müzik öğretmeni olan Parra, küçük yaşlarda annesinin kendisine öğrettiği halk şarkılarına gitarıyla eşlik etmeye başlamıştır. İspanyolca dilinde yazılmış en güzel şarkılardan biri olan “Gracias a la Vida” tüm Latin Amerika halklarına ilham vermiştir ve hala herkes tarafından bilinip söylenen bir şarkıdır. Özünde, hayatta sahip olduğumuz ve insani hırsımız ve kibrimizden dolayı bir türlü göremediğimiz “ufak” şeylere bir “şükran” güzellemesidir Gracias a la Vida… Ancak Violeta Parra ahir hayatında ne Allende’nin seçildiğini görmüştür,  ne de daha sonra benzer akımın temsilcilerinin Pinochet tarafından hapse atıldığını, işkence gördüğünü, kaçmak zorunda kalmalarını ya da sürgünde yaşamak zorunda bırakılmalarını… Çünkü Violeta Parra başyapıtını verdikten sonra, adeta dediklerine karşı çıkar bir tavırla, karşılık görmeyen aşkının acısına dayanamayıp 1967’de intihar etmiştir… Bu yüzden Şilililerin bazıları ve şahsım hala affetmezler onu…

Bir diğer öncüsü bu akımın, sonu onun da pek  “iç açıcı” olmayan Victor Jara’dır. Şili kültür ve müziğine büyük katkıları olan Victor Jara Unidad Popular (Halk Partisi) adına birçok konser vermiştir ve Şili için (de) acıyla hatırlanan 1973’ün “11 Eylül” günü General Augusto Pinochet’nin yaptığı darbeyle, kendi gibilerle beraber Milli Stada götürülmüş ve işkence görmüştür… Bakın Rus gazetesi Pravda’nın muhabiri Vladimir Çernisev nasıl anlatıyor şarkıcının ölümünü;“Victor Jara dudaklarında şarkıyla öldü. Onu yanından hiç ayırmadığı refakatçisiyle, gitarıyla birlikte stadyuma getirdiler. Ve şarkı söylemeye başladı. Öbür tutuklular, gardiyanların ateş açma tehdidine rağmen melodiye eşlik etmeye başladılar. Sonra bir subayın emri ile askerler Victor’un ellerini kırdılar. Artık gitar çalmıyordu, ama zayıf bir sesle şarkı söylemeyi sürdürdü. Bir dipçikle kafasını parçaladılar ve diğer tutuklulara ibret olsun diye ellerini kesip tribünlerin önüne astılar.” Tarih 16 Eylül 1973’tür… Ona mezar olan stad artık onun adını taşısa da maalesef bu acılar hiç unutulmayacaktır…

Şili’nin, hiç kuşkusuz o dönemden en çok sevilen müzisyenlerinden biri de Inti-Illimani adlı gruptur. Bu grup 1967 yılında, Üniversitede okuyan bir grup öğrenci tarafından kurulmuştur. Darbe sırasında yurt dışında konser vermekte olan grup, Pinochet’nin bu tür müziğe yasak koymasından sonra ülkelerine dönememişler ve taa 1988’e kadar İtalya onları konuk etmiştir.  Grubun adı olan Inti- Illimani, And Dağ kültüründe hala varlığını sürdüren iki yerli dilinden almaktadır kökenini; İnka Kültürünün anadili olan Quechua’da “Inti”,  güneş anlamına gelmektedir. Illimani ise diğer bir yerli dili olan Aymaracada “kondor” (akbaba) anlamına gelmektedir ve aynı zamanda Bolivya’daki heybetli zirvenin adıdır. Önceleri Violeta Parra ve Victor Jara’nın şarkılarını söylerken, daha sonra besteleri için Pablo Neruda ve Rafael Alberti gibi şairlerin şiirlerinden faydalanmışlardır. Bu grup aynı zamanda bizim “Yeni Türkü” adlı grubumuzu etkilemiş (hatta grubun adı da Nueva Cancion’dan gelmektedir) ve özellikle onların “Buğdayın Türküsü” adlı albümlerini yaratmalarına büyük ilham kaynağı olmuşlardır.


Şili’nin çıkarmış olduğu gruplardan biri de “Quilapayun”dur. 1960ların ortasında kurulan bu grup da 1973 darbesinden sonra Fransa’ya sürgüne gitmeye zorlanmıştır. 1965’te grup ilk kurulduğunda ve ilk konserlerini verecekleri zaman müzik direktörlüklerini Violeta Parra’nın oğlu olan Angel Parra yapmıştır.


Parantez açmak istediğim bir konu da “Julio Numhauser”dır. Quilapayun adlı grubun kurulmasından önce Numhauser, grubun daimi üyeleri Julio ve Eduardo Carrasco kardeşler ile başka bir müzik grubu kurmuştu… Julio Numhauser; benim İspanyolca dilinde bugüne kadar dinlemiş olduğum en güzel şarkılardan birinin söz yazarıdır. Bu dev şarkıyı yorumlayan Mercedes Sosa ise Nueva Cancion akımının Arjantin’den çıkmış en önemli yorumcusudur. Çok yakın bir tarihte kaybettiğimiz “La Negra” (Lakabını yasaklanan albümünden alıyor), Latin Amerika’nın bağrından çıkmış en “yiğit” kadınlardan biridir. İşte “TODO CAMBIA” adlı bu muhteşem şarkının yazarı 1973 darbesiyle İsveç’e sürgüne gitmek zorunda kalmış olan Numhauser ve yorumcusu Mercedes Sosa’dır.

TODO CAMBIA
Sığ olan değişirken, derin olan da değişir
Düşünmenin yolları değişir, bu dünyada her şey değişir
Zaman geçer iklim değişir, çobanın sürüsü değişir
Her şey değişirken böyle, benim değişmem garip mi söyle
En güzel mücevherin ışıltısı değişir, parlaklığı eskiyip giderken
Küçük kuşun yuvası değişir, sevdalıların duyguları değişir
Yolcunun yolu değişir, nice acılı olsa da, her şey değişirken böyle
Benim değişmem garip mi söyle….!
Değişim, her şey değişir…. Güneşin yörüngesi değişir, geceyi sürdürmek için
Çiçekler değişir, baharın yeşilini kuşanmak için
Vahşi hayvanların kürkü değişir, bilge olanların da saçları değişir
Her şey değişirken böyle, benim değişmem garip mi söyle…!
Değişmez ancak benim AŞKIM!
Uzaklarda olsam da, ne yurdumun ne halkımın, acısı ve anısı terk eder beni
Dünü değiştiren şey, yarını da değiştirir
Tıpkı benim bu sılada, değiştiğim gibi
Değişim, her şey değişir, değişmez ancak benim aşkım
Uzaklarda olsam da, ne yurdumun ne halkımın
Acısı ve anısı terk eder beni…

http://www.youtube.com/watch?v=hf2cnIDyKL8&feature=related
Bu iyi niyetli yazının sonunu; en başta söylediğim Gracias a la Vida’ya ayırıyorum… Mercedes Sosa ve ufak yaşlardan beri hayranı olduğum, global protest müziğin en iyi öncülerinden köklerinde Latin Kanı da olan Joan Baez’in muhteşem yorumuyla…
Ve eklemek istiyorum,bu dünyada  “ideallerinin gerçekleştiğini görememiş” ve hayatın ideallerle yürümediğini anlayıp “bizzat hayatın kendisi tarafından” bir köşeye oturmak zorunda bırakılmış bir neslin “kızı” olarak “en azından” şunu tekrar etmek istiyorum; ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE ÖZGÜR İFADENİN HER ZAMAN YANINDA VE ARKASINDAYIM...!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

9 Şubat 2012 Perşembe

GÖKKUŞAĞI SAN FRANCISCO (Konuk Yazar Mine Karahan Taner'in Kaleminden)

Herkese merhaba...!
Bugünlerde inanılmaz bir koşturmaca içerisindeyim, dolayısıyla yazılarıma biraz ara vermiş gibiyim ancak bu blog artık &friends takısı da almış olduğu için, her ay yardımıma başka bir arkadaşım koşuyor ;) ! Bu ayki konuk yazar meslektaşım ve en değerli arkadaşlarımdan Mine Karahan Taner. Kendisi rehber cemaati içerisinde bulabileceğiniz en hoşsohbet, en eğlenceli, en bilgili ve en "gezgin" kişilerin başında gelir...
Bundan tam bir yıl önce ABD'ye bir seyahat yaptı ve San Francisco'nun başka bir yönünü kendine has üslubuyla kaleme aldı. San Francisco, 14 yaşındayken babama ait "Woodstock Doble LP"sini pikapa koyup dinlemeye başladıktan sonra, benim de gönlümde çok ayrı yeri olan bir şehir oldu... Benim için hem müziğin "Mekke"si, hem de özgür düşüncenin sembolü haline geldi adeta! Mine'nin bu farklı yazısını okumak da burada paylaşmak da büyük keyif... Sizin de zevkle okumanız dileğiyle, Mine'ye de eline sağlık diyerek paylaşıyorum...
ÖZGÜR DÜŞÜNCE VE ÖZGÜR İFADENİN HER ZAMAN YANINDA VE ARKASINDAYIM...!

Sade, Çekici, Özgür, Gururlu…Kırmızı Gerdanlıklı SAN FRANCISCO
San Francisco ismini duyunca çoğumuzun aklına gelen ilk imaj, Boğaz Köprüsü’nün kardeşi, kırmızı boyalı Golden Gate Köprüsü olsa gerek… Sonra biraz daha düşününce, yaşı yetenlerin gülümseyerek anımsayacağı “San Francisco Sokakları” dizisi ve aksiyon sahnelerinde arabaların son sürat inip çıktıkları o dik tepeler… San Francisco güzelliği ile tüm dünyada nam salmış, hatta Amerikalı’ların bile en sevdikleri ve yaşamak isteyecekleri şehir seçilmiş defalarca… San Francisco hakkında yazılmış gezi yazıları, şarkılar, şiirler, şehirde çekilen diziler....Hepsi şehir hakkında bizi bilgilendiriyor, gözümüzde canlandırmamızı sağlıyor bu özel şehri…Ancak ben bu sefer San Francisco kentinin bambaşka bir yüzüyle tanıştırmak istiyorum sizleri…Gay, Lezbiyen, Biseksüel, Transseksüel (GLBT)….Dünyanın cinsel olarak en özgür kentlerinden birisi olan San Francisco’nun bu seviyeye gelene kadar ne mücadeleler verdiğini, meşhur gökkuşağı renkli gay bayrağının nasıl doğduğunu, eşcinsellerin cüzamlı olarak görüldüğü günlerden, bugünlere dek gelinen noktayı paylaşacağım.  Ben bütün bunları nasıl mı öğrendim? Yazımızın devamında….
Herkese, Her Keseye, Her Zevke Göre Olmayan Semt: CASTRO
San Francisco’ya 2011’in Ocak ayında eşim ve arkadaşımla gittiğimde, her turistin gittiği tipik yerlere gitmek için sabırsızlanıyordum…Meşhur “Fishermen’s Wharf” (Balıkçı Barınağı), dünün balıkçı barınağı olan ahşap binalar restore edilerek restoran, bar, hediyelik eşya, dondurmacı gibi dükkanlara dönüştürülerek muhteşem bir cazibe merkezi haline getirilmiş olan ilk durağımızdı.  Daha sonra meşhur hapishane adası Alcatraz Adası, yan yana cilveli kızlar gibi duran yan yana boyalı Viktoryan stili ahşap evler “Painted Ladies” (Boyalı Hanımlar),  Golden Gate  Köprüsü üzeri yürüyüş, İkiz Tepeler’e çıkıp şehri tepeden seyretmek gibi bilumum meşhur turistik aktiviteleri yaptıktan sonra,  beraber seyahat ettiğimiz arkadaşımız, rehber kitabındaki ilginç bir turdan bahsetti, Gay ve Lezbiyen San Francisco!  Önce “aman canım, gitmeyelim” dediysek de, güneşli bir Pazar sabahı, San Francisco’nun CASTRO bölgesinde aldık soluğu….Güler yüzlü rehberimiz Kathy Amendola, bizi dünyanın en büyük eşcinsel bayrağının olduğu meydanda karşıladı ve her gün yürüyerek yaptığı , her anlattığı ile daha da ilginç bir hal alan turuna başladı. Gelin, Kathy’nin sözlerine biz de kulak verelim…
Kathy Amendola, Aşka ve Özgürlüğe Hücum
Kathy 40’lı yaşlarının sonlarında, güleç bir kadın. Kısaca anlattığı yaşam öyküsünü dinleyince, İtalyan kökenli olduğunu, bir kez evlendiğini, iki çocuğu olduğunu, yıllar içinde lezbiyen olduğunu fark ederek eşinden boşandığını ve halihazırda kadın partneri ile yaşadığını öğreniyoruz. Kathy, Castro bölgesinde 1 saat süren yürüyüş turları yaparak hayatını kazanıyor. Öncelikle bizi bir kafeye oturtuyor ve başlıyor Castro’yu anlatmaya…Castro, 1980’lere kadar dini bir bölge, daha çok din adamlarının yaşadığı bir yermiş. Evlerin fiyatları 70-80’lerde 75-100 bin dolar iken, bugün en ucuz ev milyon dolarlar ediyor. Kathy’nin anlattığına göre 1967’ye kadar eşcinsel olmak cüzamlı olmakla eşdeğermiş ve ayrıca bir suçmuş. Gay olduğu anlaşılan kişi, işinden atılabilir, tacize uğrayabilirmiş. Ayrıca cinsel organlarına zarar vermek, sıcak veya soğuk suyla işkence yapmak, şok tedavisi ile normale çevirmeye çalışmak, şeytan çıkarmak gibi dahiyane(!) muamelelere uğruyormuş eşcinsel erkekler…Henüz lezbiyenliğin adı bile yok, çünkü böyle bir olasılık o yıllarda hayal bile edilemiyor…1964’te Vietnam Savaşı bittikten sonra geri dönenler, San Francisco’nun meşhur hippi semti HAIGHT-ASHBURY’de uyuşturucu ilaçlar alarak deri ceketli, motosikletli serseri imajı çizmeye başlayınca PBS’in (Ulusal TV Kanalı)  dikkatini çekiyor. PBS’e göre LSD (uyuşturucu) alınca insanlar farklı bir bilinç seviyesine geliyor ve 1967’de Amerika’nın dört bir yanından gelenler “Sevgi Yazı” (Summer of Love)’nı başlatıyorlar.  Meşhur “Psychedelic Müzik” (uyuşturucu madde etkisiyle yazılan parçalar) ve bu müzik türünün hit örneği “San Francisco (Be Sure To Wear Flowers In Your Hair)” (Saçlarına Çiçek Takmayı Unutma) da aynı sene patlıyor! Hepimizin bildiği “Don’t make war, make love” (savaşma, seviş) sözü de bu zamanlarda, buralarda söylenmiş….
Harvey Milk:  Politikacı, Hatip, Kahraman….Gerçek Anlamda İlk Gay Politikacı
Gay haklarından bahsederken Harvey Milk’ten bahsetmemek olmaz. Harvey Milk, 1962’ye kadar eşcinsel olmanın federal bir suç olduğu ABD’de  gay haklarının en büyük savunucusu ve gerçek anlamda ilk politik temsilcisi olarak son derece önemli.  Ayrıca sırf LGBT (Lezbiyen-Gay-Biseksüel-Transseksüel) haklarını savunurken öldürüldüğü için de bir kahraman olarak yeri doldurulamaz bir yere sahip… 1930’da New York’da  Yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğuyor. Gay olduğunu ilk gençlik yıllarında keşfediyor. Uzun soluklu aşkları ile ünlü. Yıllar geçtikçe kendinden genç partnerleri tercih eder oluyor. 1970’lerde Castro Bölgesine başlayan zengin eşcinsel çiftler göçü furyasında,  o da partneriyle beraber  San Francisco’ya ve bu bölgeye taşınıyor.  O dönemde yaklaşık 20 bin kadar gay çift taşınıyor Castro’ya. Çiftlerin yanı sıra sıradan seks için bölgeye zengin beyaz erkek akışı da bu dönemde oluyor. Gelen para ve zenginlik “pink pound” (gay doları) olarak adlandırılıyor. Politik konulardaki hassasiyeti ve Castro bölgesinde çoğalan ve bol para harcayan gay nüfusunun temsil talepleri doğrultusunda, 1978 yılında San Francisco Şehir Meclisi’nde danışmanlık görevine seçiliyor. 3000 kadar destekçisi, ellerinde pankartlarla Milk’i yeni görevine kendi elleriyle teslim etmek için büyük bir miting organize etmeye karar veriyorlar. Bu sene yani 1978, aynı zamanda sekiz renkli gökkuşağı  gay bayrağının çıktığı sene. Pembe ve turkuaz renginin bayraktan çıkarılmasıyla güncel bayrak kabul ediliyor. Bayrağın aslında farklı versiyonları var, yani bir bayrağa bakıp “bu kişi aslında transseksüel, ya da biseksüel” demek mümkün…Milk ve o zamanki belediye başkanı Mosconi çok önemli bir bildiriye imza atıyorlar. Bu bildirge ile eşcinsel, biseksüel ve transseksüellere çok ciddi haklar veriliyor ilk defa…1978’de her ikisi de eski bir polis ve aynı zamanda daha önceki kent meclisi danışmanlığı  görevinden istifa etmiş olan Dan White tarafından kafalarından vurularak öldürülüyorlar. Cinayet suçundan paçayı sıyıran White, 8 sene hapse mahkum oluyor ancak iyi halden  5 sene yattıktan sonra salıveriliyor. Hapishaneden çıktığında eşi hamile! Hapishaneden çıktıktan sonra etrafındaki gay topluluğu tarafından sessizlikle cezalandırılan White, bir süre sonra ağır bir psikolojik bunalıma giriyor ve intihar ederek hayatına son veriyor…Bu konu ile ilgili bir de film çekilmişti: “Milk”. Kathy bize bu filmi izlememizi tavsiye ediyor. (MILK, Yönetmen: Gus Van Sant Oyuncular: Sean Penn, Josh Brolin, ABD 2008)
Gökkuşağı renkleri nasıl gay simgesi haline geliyor?
Kathy,  Milk’in hikayesini anlattıktan sonra bize eşcinsel kültürü ile ilgili ipuçları vermeye devam ediyor. Altında buluşup tura başladığımız dünyanın en büyük gay bayrağını anımsıyoruz.  (7 m x 10 m.)Bayrağın hikayesi aslında epey uzun. 1850’de lavanta rengi veya mor renk gay rengi olarak popülerlik kazanmış ilk kez. Bunun nedeni ise mavinin erkeksi, kırmızının ise kadınsı olan rengi, ve ikisinin karışımıyla elde edilen mor…Bugün kullanılan LGBT (Lezbiyen-Gay-Biseksüel-Transseksüel) bayrağı ile ilk kez 1978’de San Francisco’lu sanatçı Gilbert Baker tarafından, gay topluluğunu temsil edecek bir ortak sembol ihtiyacı ile tasarlanıyor. İlk tasarlandığında sekiz renkten oluşuyor. Koyu rembe seks, kırmızı yaşam,  turuncu iyileşme,  sarı güneş, yeşil sakin doğa, turkuaz  sanat, indigo uyum ve mor ruhu simgeliyor. 1978’deki Gay Yürüyüşü sırasında bu yeni bayrak kullanılıyor. Daha sonra, bulunması zor renklerin ticari zorluk getireceği düşünülerek, sırasıyla pembe ve turkuaz renkleri bayraktan çıkarılıyor ve altı renkli bayrak kullanılmaya devam ediliyor. İndigo rengi de zor bir renk olduğundan bugünkü bayrakta canlı mavi renk yeralıyor.
Geçmişten Günümüze LGBT Hakları , Değişen Castro ve Biraz Genel Kültür
Kathy, Castro’dan bahsederken, bu bölgenin ilk başlarda koyu hristiyan bir bölge olduğundan bahsetmişti. Yavaş yavaş bu semte yönelen para ve çılgın talep neticesinde, 75-100 bin dolarlık evler, milyon dolarlık evler haline dönüşüyor. 1960’ların sonlarında sadece beyaz erkeklerin açık açık seks peşinde koştuklarını görüyoruz. 1967’ye kadar homoseksüel olmak bir hastalık, oral seks yapmak ise bir suç(bazı eyaletlerde hala suç). 29 eyalette homoseksüel bir kişiyi işten atmanın hiç bir cezası yok.  Harvey Milk’in hayatını kaybetmesinden sonra gay ve lezbiyen politikacılar hızla yasaların değişmesini ve eyaletlerin eşcinselliği kanunen tanımasını sağlıyorlar. Arnold Schwarzenegger California Valisi olana kadar, eşcinseller arasında evlilik yapılabiliyor. Bunun yasal dayanağı ise, evliliğin taraflarının “kadın” ya da “erkek” olarak açıkça belirtiliyor olmaması... Katolik ve cumhuriyetçi vali, bu durumu hızla farkederek yasaklıyor ve bunun üzerine Schwarzenegger’in lakabı  “Governor” (Vali) ve “Terminator” (Terminatör filmlerine atfen) Governator doğuyor. ..Kathy, eşcinselliğin Afrika kökenli Amerikalılar arasında çok yaygın olduğunu, ancak kendi aralarında hiç de istenmeyen birşey olduğunu söylüyor. Bazı ünlü  Afrika kökenli Amerikalıların, hala eşcinselliklerini açıkça yaşayamadıklarını da bu şekilde açıklamış oluyor.
Castro semti hızla zenginleşmiş, sosyal olarak son derece aktif bir semt. Burada yaşayan zengin eşcinseller, çoğu zaman kimliklerini ve servetlerini gizli tutmayı tercih ediyorlar. Şehir nüfusu 750 bin iken, Castro’nun nüfusu 200 bin’e kadar çıkıyor. Paranın gücü, hakların kazanılması sürecini kolaylaştırıyor. Bu semtte bir yandan, bir kafede oturup parlayan güzel güneşin tadını çıkarırken, cinsel organlarını minik bir yaprakla örtmüş, sabah yürüyüşlerini yapan anadan üryan eşcinsel çiftlerle karşılaşabilirsiniz. Bu uç bir örnek elbette, kıyafetlerinden hiç bir şey belli olmayan eşcinsel çiftler de görebilirsiniz, ara ara birleşen elleri olmasa tercihlerini farketmeyeceğiniz….Ancak Kathy, eşcinsellerin birbirlerini, tercihlerini ve ilgilerini farketmeleri için bir tür özel hissiyata sahip olduklarını söylüyor ve bunu “radar” kelimesi ile “gay” kelimesinin birleşimi olan “gaydar” şeklinde uydurma bir kelimeyle açıklıyor. Ayrıca bazen “gaydar” ‘a da ihtiyaç olmayabiliyor. Bazen eşcinseller, tercihlerini göstermek için bandana veya bir tür asker montu kullanıyor. Bandanayı sağa veya sola bağlamak, pantalonun çeşitli yerlerine bağlamak, uzun zincirler kullanmak vb gibi ipuçları sayesinde tercihlerinizi  karşı tarafa gösterebiliyorsunuz.
Pembe Üçgen Anıtı
Semti turlamaya devam ediyoruz. Dev bayrağın yanından karşıya geçtiğimizde, Harvey Milk Meydanında yerdeki küçük pembe taşlardan  ve 15 üçgen sütundan oluşan bir anıtı gösteriyor Kathy. Anıtın ismi Pembe Üçgen  Anıtı(Pink Triangle). Bu anıt, Nazilerin katlettiği eşcinselleri unutturmamak, hep hatırlamak amacı ile 10 Aralık 2001’te yapılmış.  Bu tarih, aynı zamanda Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesi’nin ilan edilme yıldönümü…Naziler, erkeklere kırmızı bir üçgen, Yahudilere ise sarı bir yıldız taktırıyormuş. Kadınların 4 çocuk doğurma zorunluluğu varmış, eğer doğurmazlarsa hayat kadınları veya eşcinsellerin taktığı gibi siyah giymek zorunda bırakılıyormuş. Soykırım sırasında yaklaşık 15 bin eşcinsel öldürülmüş. 15 adet sütun bu rakamı simgeliyor.
Bölgeyi dolaşırken duvarlardaki graffitiler dikkatimizi çekiyor. Neşeli, canlı duvarlar semti renklendirmiş. Kathy bir eczaneyi göstererek bu eczanenin, ABD’nin en çok AIDS ilacı satan eczanelerinden biri olduğunu söylüyor. Özellikle yaşlı eşcinseller ve tercihlerini gizleyen Afrika kökenli Amerikalıların eşleri hastalanıyor. Köşede “Twin Peaks” isimli bar… Bu barı açan lezbiyen çift, duvarları yıkıp camla kaplatmış….Daha çok yaşını başını almış çiftlerin takıldığını söylüyor Kathy. 1922’de yapılmış olan tiyatronun hala aynı aile tarafından işletildiğini söylüyor. Yolun ilerisindeki Starbucks Café’yi göstererek “Bearbucks”diyor, “bear” yani ayı, homoseksüel erkeklere verilen bir diğer isim. Harvey Milk’i anmak için adına açılmış “Harvey’s Restaurant” dikkatimizi çekiyor. Restoranda “drag queen” (transseksüel şarkıcı-oyuncular) performansları da yapıldığını öğreniyoruz. Duvarlardaki 1970’lere ait eşcinsel hareketi resimleri ve Harvey Milk’in fotoğrafları da restoranın isim sahibini bize tekrar tekrar hatırlatıyor…İlerliyoruz ve 407 numaradaki muhteşem kurabiyeleri görünce biraz tatmadan edemiyoruz.

Leonard Matlovich ve TIME Dergisi, LGBT Müzesi ve Castro’ya veda
Kathy, turumuzun sonunda bizi LGBT Müzesine, yani Lezbiyen-Gay-Biseksüel-Transseksüel Tarihi Müzesine götürüyor. Müzede gay hareketinin tarihi, fotoğrafları, ünlü gay’ler ve eşyaları yeralıyor. TIME Dergisine kapak olmuş bir erkek yüzü ilgimizi çekiyor, soruyoruz. Kathy, o kişinin Vietnam Savaşı Gazisi Leonard Matlovich olduğunu anlatıyor. Matlovich, homoseksüellerin askerlik yapamaması ve homoseksüellere yönelik ayrımcı davranışlara karşı açıkça savaşan, cinsel kişiliğini ortaya koyan ve bu sayede “Ben Bir Eşcinselim” diyerek 1975 yılında TIME Dergisine kapak olan bir karakter…Matlovich, pek çok gazete ve dergiye röportajlar verip, sağlam bir aktivist olarak gay haklarını savunan kişiliği ile Harvey Milk’ten sonra ikinci kahraman eşcinsel simgesi. 45 yaşındayken AIDS hastalığı nedeniyle hayatını kaybeden Matlovich, bir kahraman olarak eşcinsellerin kalbinde yaşamaya devam ediyor…


Kathy Amendola | www.cruisinthecastro.com | 1-415-255-1821