27 Aralık 2012 Perşembe

OKYANUSLAR ARASINDAKİ KISTAK: PANAMA BÖLÜM II


Bugün çok güzel olacak diye uyanmıştım! Tarih her zaman heyecanlandırmıştır beni… Midibüsümüzün içerisinde Panama Railroad demiryolu hattına paralel bir şekilde ilerlerken ve o vagonların koca koca tankerlere nasıl hummalı bir çalışmayla eşlik ettiklerini izlerken bir an kendimden geçmişim. İşte Kanal Alanına geldik bile! Buradan her yıl yaklaşık 14.000 gemi geçmekte ve daha da ilginci dünyanın her bir tarafında yapılan gemiler, Panama Kanalı’nın kilitlerinin boyutlarına göre inşa edilmekte, yani: 305metre boyunda ve 33.5 metre eninde...

Amerikalar”arası” ve Okyanuslar”ortası” kalan bu kıstağa bir kanal açma fikri taa 16.yy Şarlken İspanyası’nda ortaya çıkmıştı. Ancak olayı gerçekleştirecek olan ilk kontrat, Fransızlara Kolombiya Hükümeti tarafından 1878’de gönderilmişti. Fransızlar henüz inşa etmiş oldukları Süveyş Kanalı’nın (1869) başarısı ile sarhoş olmuş haldeydiler. Nasıl olmasınlar ki? O kanal sayesinde deniz ticaretinin çok önemli bir kısmı Asya-Avrupa arası seferlerinde Afrika Kıtası’nı dönmeden, öyle ya da böyle sıcak denizlere girecekti. Akdeniz yüzyıllar sonra tekrar ticarette kaybettiği itibarı kazanmıştı.

Süveyş Kanalı’nın ünlü mühendisi Ferdinand de Lesseps’e götürülmüştü teklif… Bir an çok uzaklara gittim zihnimde ve Mısır’da yaptığım yolculukları hatırladım. Karayolundan Süveyş Kanalı’na doğru yaklaşırken o koskoca çölün ortasında seviye farkından dolayı gemileri sanki çöl kumu üzerinde seyrediyorlarmış gibi görürdük! Fantastik bir görüntü olurdu bu… Algı işte! Hemen hikayeler gelirdi aklıma: Mısır Hidiv’i İsmail Paşa’nın ünlü İtalyan besteci Verdi’ye Süveyş Kanalı’nın açılışı için vermiş olduğu opera eseri siparişi ve ortaya ünlü “Aida”nın çıkışı… Fransız İmparatoru III. Napoleon’un eşi İmparatoriçe Eugénie de Montijo’nun onur konuğu oluşu ve L’Aigle adlı Kraliyet Yatıyla kanaldan geçişi… Yolculuğu sırasında İstanbul’a da uğraması ve 3 günlük misafirliğini, 3 aya uzatınca bol bol saray dedikodularına mahal vermesi…

Ancak bu sefer yanılmıştı Lesseps! Süveyş üzerinde hiç “kilit” kullanmadan kanal projesini tamamlamıştı ancak deniz seviyesinden yüksekliği 26metre olan Gatun Gölü’ne kilit inşa etmeden ulaşmak mümkün olmayacaktı. Her ne kadar kurduğu şirketin sermayesi 300 Milyon Dolara ulaşsa da ve Paris’ten de maddi destek alsa da, bölgenin jeolojisini ve hidrolojisini yeterince incelememişlerdi. Eski dostlar; sivrisinekler, nem, sıcak, sarı humma, sıtma vb; yine peşlerini bırakmayacak ve yanlarında 22000 bin canı öbür dünyaya götüreceklerdi. Boşuna bölge şartlarının o kadar da fena olmadığını ispat etmeye kalktı tüm ailesini Panama’ya götürerek Lesseps. Sonunda tüm ailesini de bu topraklara kurban verecekti. 1881-1890 yılları böyle facialarla dolu geçti ve en sonunda şirket battı. Fransızlar kanal projesinden çekildiler.

Fransızların çekilişi Amerikalılar için eşi bulunmaz bir “iş (business)” fırsatıydı. Zaten konunun hassasiyetinin hep farkındaydılar ve hatta Nicaragua’da başka bir kanal açmanın peşindeydiler ne zamandır. Bölgede uğradıkları korkunç hezimet sonrasında Fransızlar yatırımlarını Amerikalılara satmaya hazırlardı. Ancak bu yapbozda ABD’nin planına uymayan bir etken vardı: Kolombiya… Bu satışa tamamen karşıydı ve Panama o tarihte hala Kolombiya’nın bir eyaletiydi. Ancak bu durum fazla sürmeyecekti. Bölge siyasetine ABD’nin karışmaya başlamasıyla devrimci görünüşlü bir askeri darbe ile Panama birdenbire 3 Kasım 1903’te Büyük Kolombiya’dan ayrılmıştır. Alelacele bu ülkeyi ilk tanıyan devlet de ABD olmuştur… Biz filmi buradan itibaren geriye sarmıştık. Şimdi ise ilerletme zamanı…

Yeni kurulan ülkenin para birimi Amerikan Doları ile bire bir eşitlendi ta ilk andan itibaren. Hala günümüzde USD kullanılıyor ülkede. Hatırı kalmasın diye kendi bozuk paralarını basıyorlar, adı da “Balboa”…! Bilmem bir yerden tanıdık geliyor mu? Kolombiya her ne kadar bölgeye askeri güç gönderse de, ABD Donanması karşısında pek bir şey yapamıyor. Panama’yı ancak 1921’de tanıyor ve olayı telafi etmek üzere ABD hükümeti Kolombiya’ya gülünç bir rakam olan 25 Milyon Dolar veriyor. Her zamanki kötü koşullara rağmen 1904’te başlayan çalışma, 1914’te bitiriliyor ve o yılın 15 Ağustos’unda Kanaldan ilk gemi geçiyor…

Panama Şehri’ne en yakın kilit sistemi olan Miraflores Locks’a gidiyoruz biz de. 5 Katlı gözlem terasının en üst katına çıkıyoruz ve devasa bir geminin seviye indirme havuzuna alınışına tanık oluyoruz. Bunun benim için inanılmaz heyecan veren bir deneyim olduğunu mutlaka belirtmem lazım. Çünkü gözümün önündeki teknoloji ve mühendislik harikası tek kelimeyle insanın nefesini kesiyor. 300metrelik gemiler kilit havuzlarında 8’er metre yükseltiliyorlar ya da aşağı indiriliyorlar. Bu seviye havuzları 3’er tane, Karayip tarafındakiler peş peşe, Pasifik tarafındakiler ise 2 kademe + 1 kademe olarak inşa edilmişler. Tamamen hidrolik şekilde işlediği için suyun varlığı son derece önemli. Bu yüzdendir ki kanalın çevresindeki yağmur ormanları koruma altına alınmış ve bu ormanlara gözü gibi bakmakta Panama Hükümeti.

Gözlem Merkezini gezerken kanalla ilgili bir takım teknik bilgiler, bunun yanında bir takım da ilginç bilgiler alıyoruz. Mesela geminin ağırlığına göre tespit edilen geçiş ücretinin ortalama 30000USD civarında olduğunu… Geçiş ücreti azami rekorunun 2001’de 200000USD ödeyerek geçen Fransız Kruvaziyeri Infinity’ye, asgari rekorun ise 1928 yılında 0.36USD ödeyerek 10 gün boyunca kanalı yüzerek geçen Richard Halliburton’a ait olduğunu! Kanalın 24 saat çalıştığını ve halihazırda kullanılan kilit sistemlerine paralel, tek kademeli ve sürgülü kapak sistemi kullanarak açılacak başka bir kilit sisteminin inşa edildiğini, dünyada Pilot’un geminin bütün kontrolünü ele aldığı tek kanal olduğunu yine Gözlem Merkezinde öğreniyoruz…

Benim için gezinin en büyüleyici kısmı ise şimdi başlıyordu. Can yeleklerimizi taktık ve bir hız motoruyla kanal alanına daldık. Devasa tankerlerin, taş kırıcıların, boru hattının yanından geçiyorduk. Yarım saat kadar ilerledikten sonra sakin bir bölgeye geldik ve burada Capuchin maymunu, iguana, cayman, howler maymunu gibi hayvanlar görmeye başladık. Bu yoğun cangılın biraz ötesinde makro bir ticaret ağı dönmekteydi, berisinde ise biz doğa ananın kucağında birazdan peşimize düşecek yerlileri düşünüyorduk belki de…!

C’EST FINI…

DİPNOT: Peki Amerikalılar Kanalın yönetimini kaç yıl ellerinde tuttular diye sorduğunuzu duyar gibiyim… Neredeyse bir asır…! 1999 yılında ABD Panama’daki askeri üslerini kapatıyor ve nihayet kanal yönetimi (ve gelirleri) Panama’ya geçiyor…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK


26 Aralık 2012 Çarşamba

OKYANUSLAR ARASINDAKİ KISTAK: PANAMA BÖLÜM I


Zorlukla ilerliyordu, hava boğucu derecede sıcaktı… Nemden üzerindeki her şey vücuduna yapışmıştı. İçinden bu bilinmez topraklara geldiği güne küfrediyordu ancak başarma azminin önüne geçemiyordu! Şahsını ve krallığını zengin edecek bir yola baş koymuştu… Bu geçit vermez ormanların içinde, medeniyetten uzak yerliler tarafından öldürülmek en son isteyeceği şeydi. “Ha gayret” dedi kendi kendine, ardından kendisini takip eden tayfalarına örnek olmalıydı. Zaten bu zorlu yolculuk boyunca birçoğunu yerlilerle giriştikleri çatışmalarda kaybetmişti…  Çevresindeki tüm bu doğa, hayvanların büyük çoğunluğu, bu bataklık, tamamen yabancıydı ona. Kendisine dağların ardında altınla dolu bir ülkenin varlığından bahsedilmişti ve o günden beri tek derdi bu ülkeye ulaşmaktı! Bir tepenin eteklerine geldi ve gücünün son damlasıyla tırmanmaya başladı. Zirveye vardığı zaman gözleri sevinçle parladı! İşte oradaydı, uzak ufukta: Güney Denizi! (Pasifik Okyanusunun o dönemdeki adı) Tarih daha sonra bir not düşecekti: Vasco Nunez de Balboa, 25 Eylül 1513’te Pasifik Okyanusu’nu gören ilk Avrupalı olmuştur…

Otel odamda gözlerimi açtığımda müthiş bir sürpriz beni bekliyordu. Geceden açık bıraktığım perdelerin ardındaki camın arkasından gün doğuyordu. Gün mü doğuyordu? Bir dakika, Panama City’deyim, bu şehir Pasifik Okyanusu kıyısında, ben odamdan okyanusu görüyorum, Pasifik ardından nasıl güneş doğar? Yoksa başka bir yerde miyim? Bu başka bir okyanus mu? Sonra haritayı elime alıp iyice dikkatlice bakıyorum ve gülümsemeye başlıyorum! Tabi ya, bu ülkenin garip bir ters “S” şekli var, böylece okyanus da başkente göre güney-doğuda kalıyor… Bugüne kadar Pasifik kıyısındaki şehirlerde hep günbatımı izlemiştim, şimdi iyice yükselen güneşe bakıp heyecanla gülümsüyorum,  bugün harika bir gün olacak!

Vasco Nunez de Balboa Pasifik Okyanusu’nu ilk gören Conquistador (Fatih)’du, ancak o kıyıda bir yerleşim kurmaya yeltenmedi. Buna yeltenecek kadar gözü pek, cesur ya da şanslı olan kişi, yakınları tarafından “Pedrarias” diye bilinen Pedro Arias de Avila idi. Son derece kindar ve gaddar bir adam olan Pedrarias’ı tarih “Panama Şehri’nin kurucusu” olarak anacaktı. İlk icraatlarından biri de Balboa’nın başını vurdurmak oldu. O dönemler ortada dolaşan dedikodulara göre Güney Denizi’ne yapılacak keşif seferinin başında aslında Pedrarias varmış ancak Balboa’nın gerisine düşmüş, buna çok içerleyen Pedrarias da bir punduna getirip intikamını almış. Bahanesi de hazırmış: kızıyla nişanlı olan Balboa’yı o uzak diyarlarda bir yerli kadınla beraber görmüş ve ihanet suçundan işini bitirmiş… Hem ihanetle, hem de yerlilere karşı zalimlikle suçlamış Balboa’yı. Oysa yeri ve zamanı geldiğinde kendisi o zavallı yerlileri köpeklere yem etmekte saniye tereddüt etmeyecekti! İnsanoğlunun “para ve iktidar” hırsı tarihin her sahnesinde aynı şekilde acımasızdı…

Peşinde oldukları altını ve zenginlikleri bulmaları içinse birkaç yıl daha geçmesi gerekecekti. Ne zaman ki İnkaların ülkesine ulaştılar ve İspanya Kralı adına o topraklara el koydular, işte o zaman şana, altına ve zenginliğe gömüldüler! Peki bu zenginlikleri İspanya’ya nasıl götürdüler? İşte büyük sorunun büyük cevabı yazımızın geri kalan kısmında!

Panama dediğimiz yer, Amerikalar arasında ve Atlantik ile Pasifik Okyanusları ortasında kalan kıstak şeklinde bir ülkedir. Bugün dünya deniz ticaretinin nabzının attığı “Panama Kanalı”nın geçtiği Panama City – Colon arası mesafe sadece 80km’dir. Kanal zaten hali hazırda burada su yolu olarak kullanılan Chagres Nehri’nin iki tarafındaki toprak kazılarak ve her iki tarafta liman girişi ile kilit havuzları inşa edilerek oluşturulmuştur. Kanal yapılmazdan yüzyıllar öncesinde Peru’dan yüklenen değerli madenler Pasifik Kıyısı boyunca önce Panama Şehri’ne ulaşır, burada envanteri tutulduktan sonra karayoluyla Chagres Nehri Kıyısında kurulmuş olan “Venta de Cruces” adlı yerleşime götürülür, burada değerli kargo tekrar teknelere yüklenir, Karayip kıyısındaki “Nombre de Dios” Limanı’na kadar götürülür, buradaki son kontrollerden sonra Atlantik ötesi yolculuğuna çıkar ve son varış noktası olan İspanya’ya ulaşırdı… Bazen de ulaşamazdı! Çünkü böyle bir orantısız zenginlik başkalarının da dikkatini çekmişti: Korsanların! 1572 yılında daha sonra İngiliz Kraliyeti tarafından “Sir” ünvanıyla onurlandırılacak olan Francis Drake, Nombre de Dios Limanına saldırır ve yağmada öyle bir “vole” vurur ki, İspanya Kralı II.Felipe, ölüsü ya da dirisini getirene 20000 ducat (günümüzde yaklaşık 6,5Milyon Dolar) altını ödül vaat eder! İronik olarak yine bu sefer sırasında Francis Drake karadan Güney Denizi’ne yaklaşır ve yüksek bir ağacın üzerine tırmanıp Pasifik Okyanusu’nu gören ilk “İngiliz” olma ünvanını kazanır!

Korsan belası hiç eksik olmaz İspanyolların başından… Ancak belki de en büyük darbeyi 1671 yılında ünlü Gallerli Henry Morgan’dan yemişlerdir. Deneyimli korsan işini yarım bırakmamıştır ve malını topladıktan sonra tüm şehri bir güzel yakıp yıkmıştır! Bu yüzdendir ki ilk kurulan şehre “Panama Viejo”, 8 km ötesinde kurulan 17.yy şehrine de “Casco Antiguo” denmiştir…

Gel zaman git zaman, tüm Latin Amerika ülkeleri 19. yy başında İspanya’ya karşı verdikleri savaş sonrası egemenliklerini bir bir kazanmışlardır ve Panama da 1903 yılına kadar Büyük Kolombiya’nın (Simon Bolivar’ın “Birleşik Latin Amerika” rüyası) parçasıyken 3 Kasım 1903’te birdenbire devrimci görünüşlü bir askeri darbeyle bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu bağımsızlığı alelacele ilk tanıyan ülke ise Amerika Birleşik Devletleri olmuştur!

Şimdi “flashback”le başlayan bir film gibi hikayeyi biraz geriye saracağız… Çocukluğumdan beri sayılarla aram çok iyi olmuştur ancak şunu anlamak için basit bir matematik bilgisi de yeterlidir: Kaliforniya’da 1848’de altın bulunduğunda, “değerliye” hücum etmek amacıyla Doğu Yakasından Batı Yakasına seyahat eden on binlerce yolcu (“forty-niners”-1849 grubu) Panama üzerinden giderek yaptıkları yolculuğu üçte bire indirmekteydiler. Yolculuk zorunlu olarak “deniz” yoluyla yapılmalıydı çünkü karayoluna göre hem daha hızlıydı, hem de Kızılderili tehlikesi yüzünden kimse Amerika’nın iç eyaletlerinden geçmeye cesaret edemiyordu! Ve deniz tarafından kestirme yol Panama’dan geçiyordu. İkinci alternatif ise tüm Güney Amerika Kıtasını Horn Burnu’ndan dönüp kat etmek ve Kaliforniya’ya ulaşmaktı ki bu, yolu 14.000km uzatmak anlamına geliyordu!

Bu yüzdendir ki hemen hummalı bir çalışma başladı 1850 yılında ve 1855 yılında rekor sürede tamamlandı. Rekor süredeydi çünkü bataklıklar, timsahlar, sivrisinekler, kolera, sarı humma, sıtma gibi hastalıklar, korkunç nem ve sıcak çalışanların peşini asla bırakmıyordu ve milyonlarca dolar ve binlerce insan canı harcandıktan sonra “New York” kayıtlı bir Amerikan Şirketinin girişimi sonucu dünyanın ilk “Okyanuslararası Demiryolu Hattı” olan Panama Railroad açıldı!
TO BE CONTINUED….
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

16 Aralık 2012 Pazar

KAHVE’NİN KOSTA RIKA’YA YOLCULUĞU


2012 yılının ilk ayında  yaptığım seyahat Etiyopya’ya olmuştu. Son ayındaki seyahat ise Kosta Rika’ya. Bu bana başka bir şeyin yolculuğunu da hatırlattı: kahvenin! Addis Ababa’da, ülkenin Starbucks’a rakip yerel kafeterya zinciri Kaldi’s Coffee’de acı kahvemi yudumluyorum… Birden ada takıldım, “Kaldi”. Hani şu ünlü hikaye vardır, 9. yy’da yaşamış Ethiyopya’lı keçi çobanınınki… Keçilerinden bazılarının neşeyle, çok canlı hareket ettiğini gözlemler ve onları takip edince ağaçta yetişen kırmızı yemişleri yediklerini fark eder... Kaldi’nin memleketi yüksekçe yaylalar üzerinde kurulmuş olan “Kaffa” idi ve yüzyıllar sonra dünya üzerinde yetiştirilen “coffea arabica” bitki çeşitlerinin hepsinin de anavatanı olacaktı!

Kaffa’dan çıkıp Arap Yarımadası’na ulaştı önce kahve. Öyle ki kahveyi ilk olarak işleyip içmeye başlayanlar Yemen’deki Sufi tarikatı mensupları olduğu için, bu içecek uzun süre “Müslüman içeceği” diye koyu Ortodoks Ethiyopya Kilisesi tarafından yasaklanmış ve ancak 19. yy sonu II.  Menelik döneminde tekrar yasallaşmış. Burada da efsanevi bir hikayesi var (Paris Milli Kütüphanesindeki eserler arasında bulunan Abd-El-Kadr’in kitabına göre): Hastaları mucizevi bir şekilde dua yoluyla iyileştirme yeteneği olan Şeyh Ömer, bilinmeyen bir nedenden ötürü memleketi Mocha’dan sürgüne gönderilir. Civarda bir mağarada yaşamaya başlayan ve açlıktan neredeyse ölecek hale gelen Ömer, bir ağaçta yetişen kırmızı yemişleri yemeye çalışır. Çiğnedikçe bunları biraz acımtırak bulur ve hemen kavurur onları. Kavurunca sertleşirler, yumuşatmak için de kaynatmaya koyulur. (O yoklukta tüm mutfak araç gereçlerini nereden bulduğu da muammadır!) Kaynatınca güzel aromalı, çok lezzetli, kahverengi bir sıvı çıkar ortaya! Ve Ömer’i günlerce son derece zinde ve “tok” tutar. Mucizevi içeceğin ünü Mocha (Muha)’ya ulaşınca Ömer geri çağırılır ve aziz ilan edilir…

Malum olduğu üzere günümüzde Mocha tüm modern kafeteryalarda satılan, espreso, çikolata şurubu, süt ve kremadan oluşan bir kahve çeşidiyken, 15.yy’da Yemen’in en önemli liman şehriydi. Ve bu şehirden önce Arap Yarımadası’na ve daha sonra Mısır, Ortadoğu, İran ve Anadolu coğrafyalarına seyahati başladı kahvenin. Muhabbetle yenmiş bir yemeğin ardından bir acı kahveyi servis etmekte geç kalan garsona kinayeyle: “Yemen'den mi geliyor?” diye sormak da pek yanlış olmuyor bu durumda! Hakikaten de bu uzun yolculuğun İstanbul kısmını  Kanuni Sultan Süleyman döneminde yapmıştı kahve. Refakatçisi ise onu çok seven Yemen valisi Özdemir Paşa’ydı.

Bir defa sıcak denizlere ulaşmıştı, bundan sonraki istikameti Akdeniz Dünyası olacaktı. Tabi bu coğrafyada en tecrübeli tüccarlar olan ve Osmanlı’yla sıkı fıkı ilişkileri sayesinde, Venedikliler fırsatı kaçırmadılar. Avrupa’daki ilk kahvehane 1645’te Venedik’te açılmıştır. Bu kahvenin Avrupa’ya denizden yolculuğuydu. Karadan yolculuğunu ise hepimiz biliriz: 1683’teki II. Viyana Kuşatması kaldırıldığı zaman Osmanlı’nın gerisinde bıraktıkları arasında çekilmemiş kahve çuvalları da varmış. Viyanalılar önce bunu deve yemi (ya da keçi pisliği) zannetmişler. Esir düşen yeniçeriler (ya da oraya İstanbul’dan göçmüş bir Ermeni, ya da Kahraman Kulczycki) tarafından Viyanalılara ne olduğu ve nasıl hazırlandığı öğretilince, 17.yy’ın son yıllarında birbiri ardına kahvehaneler açılmıştır Viyana’da da…


17.yy’ın büyük emperyal gücü olan Hollanda’nın Doğu Hindistan Kumpanyası’nın işe el atmasıyla kahve, yolculuğunun boyutunu değiştirdi. Artık başka diyarlarda yetiştirilmek üzere götürülüyordu bir yerden bir yere ve her yeri öyle sevip de hemen gelişip gürleşemiyordu. Daha sonra “kahve kuşağı” olarak adlandırılacak oğlak ve yengeç dönencelerinin arasında kalan tropikal bölgelerdeki yüksek toprakları seviyordu. Hele bir de yanardağ eteklerini iyice seviyordu! Böylelikle Java ve Seylan’dan alınan ilk mahsüller 1711 yılında Hollanda’ya ihraç edildi…

Ne ilginçtir ki 1812 İngiltere – Amerika Savaşı sırasında, Amerika’ya çay ihracatını kesen İngiltere’nin bu tutumuna karşılık Amerikalılar kahveye karşı bir zevk geliştirmişlerdir ve ABD bugün yazımızın başkahramanının en çok sevilip tüketildiği ülke olmuştur.
Latin Amerika dünyasına ise ilk defa 1727’de Brezilya’da tanıtılmıştır. Ancak ciddi olarak üretime geçilmesi 1840’ları bulmuştur. 2.874.000 tonluk ihracatıyla Brezilya kahve üretiminde açık ara önde gitmektedir. Bazı kaynaklara göre petrolden sonra en çok ticareti yapılan mal olarak üretildikleri ülkelere faydası tartışılmazdır…

Gelelim son durağımız Kosta Rika’ya… 1823 yılında tüm Orta Amerika ülkeleri gibi İspanya Krallığı’ndan özgürlüğünü kazandığında, düşük nüfuslu, son derece fakir, açlıktan kırılan, zavallı bir ülkeydi Kosta Rika. Hatta bağımsızlığını kazandığından bile bir ay sonra haberi olmuştu(!) Amerika’dan diğer ülkelere ihraç malları genel olarak pamuk, et, deri, hayvan yağı, tütün gibi şeylerdi. O yüzden hiçbir yerde olmayan bir şey getirip ekonomiyi hızlandırmayı amaç edindiler ve en sonunda kahvede karar kıldılar. Ülkenin tropik yapısı, iç bölgelerdeki yükseltiler ve belki de en önemlisi volkanlarla dolu olması verdikleri kararı sonuna kadar haklı çıkardı. Kahve export gelirleriyle Kosta Rika ekonomisi gerçek anlamda bir patlama yaptı!

Otobüsümüzle kilometreler boyunca uzanan kahve ağaçlarının arasından geçtikten sonra Doka Estate adlı 3 kuşaktır bu işi yapan bir üreticinin çiftliğini geziyoruz. Son derece ilginç bilgiler veriyorlar bize. Öncelikle kahvenin iki ana cinsinin; %70 oranında üretilen arabica ve %30 üretilen robusta; olduğunu öğreniyoruz. Arabica robusta’ya göre daha az asitli ve aroması daha fazlaymış. Kafein oranı da robusta’ya göre daha azmış. Bu yüzden arabica damak tadına daha uygun bulunuyor.

Kosta Rika’da üretilen bütün kahveler arabica(ve laf aramızda enfesler!). Yetiştikleri yükseklik 800-2000metre arası. Kahve her yağmurlu dönem sonrası çiçek açıyor. (Kosta Rika’da Mart sonu-Aralık başı arası yağmurlu sezon) Yeni çiçek açmış kahve yasemin gibi kokuyormuş… 9 ayda da olgunlaşıp meyve veriyor. Tipik bir arabica ağacı yaklaşık 5kg meyve veriyormuş. Hasat zamanı her yerden gelen sezonluk işçiler tam 13 kiloluk özel sepetlere topluyorlar meyveleri. Günde yaklaşık 30kg topluyorlar. Bu oldukça zahmetli bir iş çünkü dallardan tek tek toplanıyor ve arada yeşil kalmış meyveleri de ayırıp toplamamak gerekiyor. 13 kiloluk meyve sepetinden 3kg kahve elde ediliyor ve 13kiloluk sepet için işçiye 2USD ödeniyor…

Toplanan meyvelerin bundan sonra “makine” ile ilişki süreçleri başlıyor. Önce makinede derisi ayıklanıyor. Daha sonra içine atıldıkları makine suyla dolunca, alta çökenler en iyi kalite olanlar. Bunlar genelde export için ayrılanlar. Üstte yüzenler ise ülke iç tüketimine gidiyormuş. Bunu duyan bizler şaka yollu bir serzenişte bulununca, “merak etmeyin üstte yüzenlerin %30’u da iç tüketime ayrılır” diyerek “burjuva vicdanımızı” rahatlatıyorlar! Derisinden ayrılan meyvenin üzerinde şeker içeren jelimsi bir sıvı oluyor. Bundan kurtulması için de fermentasyon havuzlarına bırakılıp 36 saat boyunca fermente olması ve şekerden arınması bekleniyor. Sonra güneşte açık havada ortalama 5 gün boyunca kurutuluyor. Bu esnada bir işçi 40 dakikada bir gelip kahveyi karıştırıyor. Kuruduktan sonra kilerlerde çuval içerisinde 3 ay bekletiliyor ve sonra da dünyanın her tarafına ihraç ediliyor. İhraç edilecek kahve kavrulmadan, yeşil halde gönderiliyor. Paketlenecek kahve ise zevke göre 17-19 ve 20 dakika kadar kavruluyor.

Çiftliği gezdikten sonra her çeşit kahvenin tadına bakıyoruz. Nefis kahveleri yudumlarken aklıma neler gelmiyor ki: Dans eden keçiler, Kaldi Coffee’nin Starbucks’a kafa tutuşu, tüm gün boyunca çalışıp günde 5 dolar kazanan işçiler, 19.yy’ın kahve baronları ve elit sınıfı, savaşta çay yokluğundan kahveye alışan askerler, keçi pisliğiyle dolu zannedilen çuvallar, Yemen Mevlevihaneleri… Belki de boşuna dememişler: Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır diye…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK




14 Aralık 2012 Cuma

İSTİKAMET TORTUGUERO ULUSAL PARKI, KOSTA RİKA


Taa Kosta Rika’ya kadar gezmeye gelmiş insanların artık ihtiyaçları değil, beklentileri vardır. Bir şeye ihtiyacı olan insanın tek derdi, bu ihtiyacı tatmin etmektir. Tatmin olmuş insan düşünür, düşündükçe beklentiye girer ve soru sorar. Soru sordukça öğrenmek ister ve öğrenmek istedikçe de seyahat eder. Seyahat ettikçe sorularına cevap bulur ancak bu sırada ortaya hep yeni sorular çıkar.

“Hayat gerçekten Yin-Yang’da vurgulandığı üzere bir dengeler unsuru mudur?”

Başparmağının tırnağına dikkatlice bak, oraya bakınca diğer parmaklarını görebiliyor musun? İnsan gözü sadece 1cm2’lik alanı algılayabilirken, karşısında uzayıp giden 4000 km’lik ufku nasıl anlayabilir? Rastgele noktalara bakıp araları hayal gücüyle doldurmaya alışmış beynin ilettiklerine ne kadar güvenebilirsin? Doğa bu kadar çeşitliyken, doğanın içinde ufacık kalmış bir şeyi beynine komut vermezsen, zavallı neyi görmesi gerektiğini nasıl bilecek? Doğaya nasıl bakman gerektiği işte tam da burada yatıyor: “Gördüğümüz dünya, aslında bizi çevreleyen dünyanın sadece küçücük bir fraksiyonu…”

Sizin ülkenizde dört mevsim var, dolayısıyla ağaçlar ve bitkiler yenilenmek üzere ilkbaharda çiçek açıyorlar. Oysa benim ülkemde sonsuz bir ilkbahar var ve doğanın kendini yenilemesi aralıksız devam ediyor. Oysa 22km boyunca içinden geçeceğimiz ve tam 6000 bitki-ağaç çeşidine ev sahipliği yapan Braulio Carrillo Ulusal Parkında 5 çeşit çiçek görmeye çalışın ve sadece 1 hayvan gösterin bana… Göremezsiniz ve gösteremezsiniz.

“Hayat gerçekten de bir dengeler unsuru mudur?”

Göremezsiniz çünkü biz insanlar renk körüyüz. Sadece mavi, kırmızı ve sarı rengi görürüz. Bu konuda kadınlar görme yeteneklerine “magenta”yı da ekleyerek, çiçekleri daha çok sevme, giyimde renk kombinasyonları yapma gibi erkeklerde (genelde) olmayan zarif öğeler eklerler yapılarına. O yüzdendir ki bir ara renk olan yeşil üzerindeki diğer renkleri algılayamıyoruz. Oysa ki oradalar, fotosentez yapıyorlar, yaşıyorlar… ancak biz göremiyoruz! Hayvanlar konusuna gelince de: Doğal park korunduğundan ve hayvanlar için yeterince besin kaynağı park içerisinde bulunduğundan dolayı hiçbir hayvan otoyol kenarına gelip kendini gösterme ihtiyacı duymuyor. Oysa ki birazdan korunan alandan çıkıp, yerleşim olan alana girdiğimizde onları görmeye başlayacağız. Yıktığımız, habitatlarını yok ettiğimiz ve insanoğlu olarak doğaya her türlü kötülüğü yaptığımız için yaşayacak yer bulamayan hayvanlar, otoyolun kenarına kadar geliyorlar…

Büyükbabam mutlu olmak için iki şeyin cevabını bulman gerekir derdi: Birincisi “Büyüyünce ne olacaksın?” ve ikincisi “Ne kadar yeterli?” Ne kadarın yeterli olduğunun cevabını verebilen bir insan, birinci sorunun cevabını da 12’den vurduysa, her sabah kalktığında sevdiği şeyi yapmanın mutluluğuyla yaşamına devam edebilecektir.

“Dengelerin birleşimi gerçekten de hayatı hayat yapan unsur mudur?”

İşte orada! Hadi inin araçtan. Cecropia ağacı üzerinde ama ne kadar da yere yakın. Tembel hayvan! (İngilizce: Sloth, İspanyolca: Perezoso) Latince ve Yunanca sınıflandırılmasında kullanılan terim “yaprak yiyen” anlamına gelir. Otla beslenen bütün hayvanlar gibi hareketleri yavaştır. Ancak bunlar tüm memeliler arasında en yavaş hareket eden hayvanlar olarak bilinirler. Günde 15-18 saat arası uyurlar. Pek fazla yemez ve su da içmezler, bu yüzden doğaya en az zararı olan hayvanlar olarak tanınırlar. Vatanları Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarıdır. Keskin pençeleri sayesinde dalların üzerinde tersine doğru asılı bir şekilde yaşarlar. Düşünsenize onları yerde görmek için ya başka bir ağaca tırmanmalarını beklemek, ya da boşaltım ihtiyacını görmesi için bir hafta zaman geçmesini beklemek gerekir! Sürekli ters asılı oldukları için, iç organlarının yerleri bile diğer memelilerden farklıdır. Hatta tüyleri de ters yöne uzar. O kadar şeker görünüyorlar ki belki bu yüzden İngilizce ve İspanyolca “serseri” diyorlar ona…

Hadi şimdi devam edelim. Daha önümüzde kilometrelerce uzayıp gidecek muz tarlaları var. Biliyorsun değil mi, muz Kosta Rika’ya özgü bir ağaç değildir, Asya’dan getirilmiştir. Hani şu meşhur hikaye: Kosta Rika’ya ilk defa kahve getirilip, burada yetiştirildikten ve export malı haline getirildikten sonra iki şeye ihtiyaç duyuldu. Yetiştirildiği yüksek iç bölgelerden kıyılara taşıyacak bir demiryolu ağı ve uzaklara götürecek gemilere yüklenmesi için bir liman. Karayip kıyısındaki Limon’un derin rıhtımı gerekli liman için idealdi. Ancak içerilerden kıyıya doğru uzanan toprak sık ormanlar ve bataklıklarla kaplıydı. Amerikalı bir demiryolu patronunun yeğeni olan Minor Keith projeyi aldı ancak sonuç tam bir felaketti. Elverişsiz coğrafyada hastalıklardan dolayı önce Kosta Rika’lı işçiler yerlerini Amerikalı tutuklulara, onlar yerlerini Çinli hizmetkarlara ve onlar da en sonunda yerlerini Jameika’lı azatlı kölelere bıraktılar. O yüzden Karayip kıyısında yaşayanların çoğu siyahtır.

Hükümetin de büyük katkılarıyla Minor Keith en sonunda demiryolu hattını açmayı başardı ancak zaferi “koskocaman bir ekonomik kayıptı”. Ne demiştik en başta: “Gördüğümüz dünya aslında etrafımızda bizi saran dünyanın sadece bir fraksiyonudur.” Keith demiryolu hattı boyunca çalışanlara ucuz gıda olsun diye muz ağaçları diktirmişti. Yatırımının bir kısmını kurtarmak amacıyla ilk defa New Orleans’a muz ihraç etti. Tüketiciler bu uzun sarı meyve için çılgına döndüler! 20. Yy başında muz ihracatı, kahve ihracatını geçmişti ve Keith kendine koskoca bir “muz imparatorluğu” yaratmıştı. En sonunda başka bir Amerikalıyla ünlü “United Fruit Company”yi kurdu… Görüyorsun ya, sadece bir fraksiyon!

Karayolu buraya kadar. Haydi, buradan sonrası tekneyle. Önce nehir boyunca hızla gideceğiz 45 dakika kadar ve sonra usul usul Karayip Denizine paralel uzanan kanallardan süzülerek geçeceğiz. Bak orada ünlü beyaz suratlı capuchin maymunu. Yeni Dünyanın en akıllı maymun tipidir. Hareketleri çok atiktir. Diğer tarafta gördüğün siyah suratlı maymunlar ise Yeni Dünyanın en büyük maymun tipi olan howler’dır. Sadece ot yer o yüzden hareketleri daha yavaştır. Seslerini duyabiliyor musun?

İguanalardan turuncu olanı erkek, yeşilliğin içinde koyu yeşil tonuyla kendini saklayan ise dişi. Bu ormanda dişiler hep erkek hayvanın en parlağını arar… Bak orada bir basilisk, görebildin mi? Nasıl bir kitabın sayfalarını okurken bilmediğin bir kelimeyle ilk defa karşılaştığında duraksarsan, orman ile ilk tanıştığında da durum aynıdır. O kelimeyi daha çok görmeye başladığında artık tanır ve seçersin. İşte orman da aynen böyledir. Bu zavallı basilisk burada kendini kamufle ederken, Avrupa hikayelerinde binlerce yıl yaşayabilen, zehirli dişleriyle öldüren efsanevi bir canavardır. Kilise gorgolalarında kötü ruhları korkutsun diye koydukları imgelerden bir tanesi de O’dur. Oysa burada ne kadar da doğanın sadece masum bir parçası. Bak orada bir timsah, hayır hayır cayman daha kısa olur ve ayrıca dişleri içeridedir. Kaçırma bak orada bir nehir kaplumbağası.

Tortuguero’ya yapılan hiçbir gezi Karayip Kıyısına yürümeden tamamlanamaz. Bak ne anlatıcam sana: Amerika’nın kasırga dönemi olan Temmuz-Kasım ayları arasında, Kosta Rika’da doğal bir fenomen oluşur ve kasırga saat yönünün tersine dönmeye başlayarak bizim kıyılarımızı vurmaz. Onun yerine kuzeye, Nicaragua ve Meksika’ya çıkar. Burası korunaklı ve kumu da siyah olduğu için deniz kaplumbağaları gelir ve buraya yumurtalarını bırakırlar o dönemde. Deniz kaplumbağası dünyada en çok evrim geçrimiş hayvandır. Bu evrim o kadar büyüktür ki düşünsene, doğduklarında nereye gideceklerini, ne yapacaklarını, ne yiyeceklerini, neyin zararlı, neyin yararlı olduğunu bilirler. Doğduklarında anneleri yoktur artık yanlarında ve tek başlarına okyanusa doğru bir maratona başlarlar.

“Hayat gerçekten de bir dengeler unsuru mudur?”

Hayat bizim 1cm2’lik perspektifimizden algılayabileceğimizden çok daha ötedir. Doğa en ileri felsefeden bile üstündür. Doğaya baktığınızda birçok yerde; deniz kabuklarında, yapraklarda, doğa olaylarında, dalgalarda vb; gördüğümüz bir şey vardır: logaritmik spiral. Hayat aynen bu logaritmik spiraller gibi devamlı süregelen bir evrimdir… kimsenin aklının ermediği!
DOĞAYA SAYGI GÖSTER, EGONU ÖLDÜR!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK