9 Ocak 2013 Çarşamba

AZİZE URSULA VE 11000 BAKİRENİN YOLCULUĞU


Canım nasıl da buranın panna cottasını çekti diyerek dalıyorum Antico Martini’nin kapısından içeri. Dışarısı dondurucu soğuk ancak Venedik’in en çok bu hallerini seviyorum. Beni içtenlikle kapıda karşılayan hanıma “grazie” diyerek uzatıyorum kabanımı. Hemen siparişimi veriyorum yanında bir proseccoyla birlikte. Kış günü hava erken kararır ve ben daha Akademi Galerisi’ne gideceğim. Cam kenarı masamdan La Fenice Tiyatrosu’na bakıyorum. Birden mutlulukla gülümsüyorum! Ne eserlerin prömiyerleri burada yapıldı, neler gördü geçirdi iki asırdan fazladır ayakta durduğu süre içinde. Leyla Gencer’in 1985’te sahnelere vedasının yine burada olduğunu hatırlıyorum.

Karşı masadan yaşlı bir İtalyan’ın bana laf atmasıyla sıyrılıyorum daldığım hayallerden. “Bunun adı düpedüz “carne cruda all’Albese”dir!” diye haykırıyor önündeki ince dilimlenmiş çiğ et tabağına bakarak. “O  Giuseppe Cipriani denen oportünist carpaccio adını vermiş buna.” Neredeyse henüz yudumladığım prosecco boğazımda kalıyor. “Signore” diyorum, “Giuseppe Cipriani bir otel çalışanı olarak, müşteri Harry Pickering’e borç verdiğinde hemen ardından Büyük Buhran’ın geleceğini ve borcunun 5 katını tahsil edeceğini bilemezdi. O katlanmış para ile en azından bir vefa örneği gösterip açtığı bara ‘Harry’s’ adını vermiş. Bunda fırsatçılık göremiyorum ben.” Şöyle bir kaşını kaldırıp bir müddet baktı bana, sanırım İtalyanca aksanım pek de tatmin etmemişti aksi ihtiyarı. “O ufacık bardaktaki Bellini kokteyle 18Euro almalarına ne diyeceksin?” diye sordu. Cevabım “Un peccato (Bir günah)!”  oldu ve “arrivederla” diyerek yanından ayrıldım.

Fenice ve Caotorta Sokaklarından geçiyorum. Biraz önce yaşanmış sahne gerçek olamaz, neredeyse boğuluyordum şaşkınlıktan diye düşünüyorum bir yandan kabanıma iyice sarınaraktan. Bir müddet kanal kıyısından yürüyorum, ara sıra küçük köprüleri aşıp ufacık meydanlardan geçiyorum… İhtiyar sanki ne yapacağımı biliyormuş gibiydi! Büyük Kanalı geçen köprülerden biri olan Ponte dell’Accademia’yı aşıyorum ve Galeriye giriş ücretini ödüyorum. Defalarca geldim buraya ancak beni kendimden alıp götüren bir dizi eser var ki, sanki dini bir ritüelmiş gibi, bu şehirden ayrılmadan önce onları mutlaka bir kez daha görüyorum! Hiç vakit kaybetmeden 21 numaralı odaya geçiyorum. İşte oradalar! “Azize Ursula Efsanesi”… 9 parçalık bu iş, Rönesans döneminin Venedik Okuluna mensup Vittore Carpaccio’nun en ünlü eseri… İhtiyarı hatırlayıp gülüyorum yine, evet o ince dilimlenmiş çiğ ete ressam Vittore Carpaccio’nun adını veren Harry’s Bar’ın ünlü kurucusu Cipriani olmuştu. Carpaccio’nun resimlerindeki kahverengimtırak kırmızı ve beyaz tonlar, çiğ etin ve arasındaki yağın tonlarını hatırlatmıştı ona besbelli!


Büyülenmiş biçimde serinin ilk bölümüne yaklaşıyorum. Seri 1490-1498 yılları arasında yapılmıştı ve  Scuola di Sant’Orsola’nın aristokrat aileleri vermişti siparişini. Carpaccio’nun hocası Fatih Sultan Mehmet’in portresini yapmak üzere İstanbul’a gitmiş olan Gentile Bellini idi. Hem tarzlarındaki benzerlik, hem de Venedikliler için her zaman “infedele (kafir)” olan Osmanlı’nın kanvaslardaki uzaktan yansıması hemen dikkatimi çekiyor… Kompozisyon her ne kadar Venedik adetlerine, mekanlarına, seremonilerine göndermeler yapsa da, detaylarda Doğu’ya yapılan yolculukların izi kendini belli ediyor. Efsanenin bir çok versiyonu olsa da sanatçımızın Jacobus de Varagine’sin “Altın Efsane”sinden etkilenmiş olduğu aşikar.


Hemen başlıyorum hem efsaneyi, hem de efsanede geçen yolculuğu tekrar yaşamaya… Brötanya (Brittany) Kralı Maurus’un “Ursula” (Latince küçük dişi ayı) adında son derece akıllı, dürüst ve güzel bir kızı vardır.  Serinin ilk eseri olan “İngiliz Elçilerin Ziyareti”nde işte bu güzel kızı bir İngiliz Prensle evlenmesi için istemeye gelmiş olan İngiliz Elçiler betimlenir. Resmin bir diğer tarafında ise bunun gerçekleşmesi için şartlarını sıralayan Ursula görünmektedir: Yanında on bakire olmalıdır, bunlardan her birine eşlik edecek biner bakire ve kendi maiyetinde olacak 1000 ekstra bakire daha! (Bu haberden sonra İngiliz Prensin ardına bile bakmadan nasıl kaçmadığını hep merak etmişimdir…) Toplam 11.000 (ve hatta küsür) bakire! İçimden “mamma mia” diyerek hikayeyi izlemeye devam ediyorum! Tüm bu bakirelerle önce Roma’ya bir Hac ziyareti yapacaktı ve pagan olan müstakbel kocası da burada vaftiz olacaktı.
Elçiler vasıtasıyla Brittany Kralının mektubu Britanya Kralına ulaştırılır. (Elçilerin Dönüşü Portresi) Ursula’nın şartları makul bulunmuş ki, sonraki portre olan “Nişanlıların Buluşması ve Yola Çıkması”nda prensin bir tarafta babasına veda edip Birtanya sahillerinden ayrılmasını, diğer tarafta ise Brittany sahillerine varışını ve kendini iskelede bekleyen Ursula’yı koluna alarak yola koyulmalarını görürüz. İlginç bir sahnedir bu: Ursula yanında nişanlısı bir yandan babasına veda ederken uzakta 11.000 bakire kendilerini Roma’ya götürecek gemilere binmektedirler…

Ancak bu yolculuk hayra alemet değildir, nitekim “Ursula’nın Rüyası” adlı portrede bir melek Ursula’ya çok yakınında olan ölümünü zikreder. (O anda Köln şehrindedirler…) Daha sonra ana amaç olan Roma’ya ulaşırlar ve Papa ile buluşurlar. Buluşma için ressamımızın seçtiği fon Roma’nın ünlü Castel Sant’ Angelo’ sudur. Sanırım daha iyisini kimse düşünemezdi! Papa Siricius onları karşılamaktan son derece mutludur ve hac görevini tamamlayan heyet de mutlu bir şekilde dönüş yoluna koyulur….
“Köln’e Varış” adlı tabloyla hikayemiz de kararmaya başlar! Hristiyan Hacıların civarda olduğunu haber alan pagan Hunlar hemen Köln’e doğru yola koyulurlar. Tablonun ön tarafında zırhı içinde bir asker iki hain Romalının gönderdiği gizli mesajı okumaktadır! Ardından gelen “Hacıların Katli ve Azize Ursula’nın Cenaze Töreni” adlı tabloda ise korkunç bir katliam betimlenmiştir. Öyle ki, sahnenin içinde barbarlar tarafından hunharca öldürülen 11.000 bakirenin yanında orada neden olduğunu anlayamadığım Papa Siricius da boynu kesilmiş, Kardinal Vincenzo da bir ok tarafından suratı parçalanmış bir halde yer almaktalar. Bir diğer Hun ise kılıcını Prense mıhlamakta. Biraz ilerisinde ise dizleri üzerine çökmüş Ursula bir ok tarafından öldürülmek üzere… Portrenin sağ tarafında Ursula’nın cenazesi durmakta. Dönemin geleneklerine uygun olarak bedeni tabut sehpası üzerine konmuş. Tüm portrelerde son derece dramatik sahneler ve görkemli mekanlar kullanmış ressamımız. Dizinin son eserinde ise “Ursula’nın ve Maiyetindekilerin Şanı” konu edilmiş. İsa Peygamber’in gelini olarak cennette karşılanıyor. Üzerinde durduğu palmiye yapraklarından yapılmış pedestal Hristiyan ikonografisinde şehitlere atfedilen bir sembol… İki melek Ursula’yı taçlandırmak üzere ve hepsinin üzerinde merhametin rengi olan kırmızı bir tünik giymiş Baba, kollarını açmış Ursula’ya cennetin yolunu göstermekte.

Akademi Galerisi’nden çıkıyorum ve San Marco Meydanı’na doğru yürümeye başlıyorum. Hava iyice kararmış ve ayaz inmiş. Isınmak için başka bir anımı hatırlıyorum. Koskoca bir kruvaziyerle US Virgin Islands’a varıyoruz. Hava pırıl pırıl ve Karayipler’in o camgöbeği denizi beni kendimden geçiriyor. Şort, askılı t-shirt ve şıpıdık terliklerden oluşan kıyafetimizle limana iner inmez son derece sempatik siyahi bir adam bizi karşılıyor: “Kamyonetime binin de size ada turu attırayım. Sadece 20 dolar!” Kabul edip kamyonetine biniyoruz. Bir de mikrofon sistemi kurmuş ve ara ara bilgiler veriyor bize: “Biliyor musunuz adamıza neden Bakireler Adası denir? Çünkü Kristof Kolomb ikinci seferinde 21 Ekim 1493 tarihinde adamıza ayak basmıştır. Bu gün Azize Ursula ve maiyetindeki 11.000 bakirenin öldürüldüğü gün olduğu için bu adı uygun görmüştür adamıza..!”