Hindi hindi, canım hindi, kim verdi sana İngilizce
dilinde vatanımın ismini? Neden hem Türkiye “Turkey” hem de sen, caanım hindi, “turkey”
olmalıydınız? Yok muydu başka yolu, sana verselerdi başka bir ad, geçilmeseydi
dalga böyle bizimle kat kat…
Hindi: -“Bre deli rehber, bilmez misin sen,
bana başka ad takmışlardır diğer dillerde. Bilmez misin ben nereden gelip
dağılmışımdır dünya mutfaklarına? Tüylerimi yolmaya başlamazdan önce kah noel kah
thanksgiving yemekleri için, Orta Amerika’nın kocaman, güzel bir kuşuydum ben… Yukatan
yerlileri en az 2000 yıl önce ehlilleştirmişlerdi beni, hoş bir elime geçse o
yerliler, ne yapacağımı biliyorum onlara ama hadi neyse… Aztekleri hiç
saymıyorum bile, beni o düzenbaz Tanrı
Tezcatlipoca ile neden özdeşleştirdiklerini hiç anlayamamışımdır! ”
Ah hindi, güzel hindi, canım hindi, sen de
oldun o obsesif Cenovalı’nın inadının kurbanı. Tutturdu ben Hint Adalarına
vardım, ben Hint Adalarına vardım diye, koydular sonra Karayip Adalarına “East Indies” diye isim… Her
daim çıkarını arayan İngilizler geldi sonra, gerisini sen anlat istersen…
Hindi: -“16.yy’da İngiliz oğlu İngiliz
denizci William Strickland bizi götürdü ilkin vatanına. Hatta aile armasına
bizim ibiğimizi koydu ki bize bu hareket biraz komik gelmişti… Ancak bilirsin,
denizcilikte transshipment denen bir mefhum vardır. Sonrasında biz böyle bir
ticaret metası haline gelince dağıtımımız Cenova üzerinden yapılmaya başlandı. Cenova’ya
East Indies’den geldiğimiz için siz Türkler bize dediniz Hindi ki size
Hindistan’ı çağrıştırıyordu… Yeni kıtadan gelen akrabalarım daha sonra İngiliz halkına
“Turkey Merchants” diye bilinen “Levant Company” şirketi tarafından
ulaştırılıyordu. Bu sebeptendir ki levantenler İngilizce’de “Turkey merchants”
(Hindi tüccarları) olarak da anılmaya başlandılar. Türkler getirdiği için de bu
yeni kuşun adına halk “Turkey bird” (Türk kuşu) ya da “Turkey cock” (Türk
horozu) demeye başladı. Alınacak bir şey yok yani…”
Ah hindi, güzel hindi, canım hindi, nasıl da
karizmatiksin, ne de güzel bir hikayen var…!
“Hadi ver elini bana ve kapat gözlerini…
Biliyorsun (neredeyse!) asla yalan söylemem ben, birazdan ölümlü dünyada
görebileceğin en güzel manzarayı sereceğim ayaklarının altına! Hazır mısın? At
adımını asansörden dışarı… Bir, iki, üç… Bir basamak çıkacaksın, dikkat et!
Şimdiiii…. aç gözlerini!”
Aşağıda bir anda beliren görüntü Avrupa’nın
en güzel Barok Şehirlerinden biriydi. Bizim içinse bir çift gündür yaşadığımız
bir peri masalıydı. Bu peri masalının adı “Salzburg’du”. 150 bin kişilik
nüfusuyla Avusturya’nın dördüncü büyük şehriydi. Alp Dağları’nın eteğinde,
Almanya sınırında, başkent Viyana’nın 270km uzağındaydı. Adının anlamı: Tuz
Kalesi idi, çünkü daha kimseler tarafından fethedilmemişken, hala bir Kelt
yerleşimiyken yakınlarındaki Hallein’in zengin tuz madenleri sayesinde ticaret
rotalarının tam ortasına yerleşmişti. Birinci yüzyılda Romalılar bölgeye hakim
olduklarında şehre “Juvanum” demişlerdi. İmparatorluk yıkıldıktan sonra ise
Barbarlar tarafından yağmalanmıştı ve en sonunda terk edilmişti. Bu terk
edilmişlik sekizinci yüzyılın başına dek sürmüştü ve en sonunda Frankonyalı bir
rahip olan Rubert, şehirdeki ilk manastır olan St. Peter’i kurmuştu…
Üst üste açılan manastırlardı bu şehrin köklü
müzik geleneğini oluşturan en önemli ve öncü öğe. Ayinlerdeki koroların dini
müzikleri, geceleri yatmadan önce çeşitli mezheplere mensup keşişlerin derinden
söyledikleri ilahilere karışıyordu. Tüm bunlara coşkun çan sesleri ekleniyordu
ve şehir kilise odaklı, dini bir prensliğin merkezi haline geliyordu yavaş
yavaş… En sonunda 1228 yılında Habsburg Hanedanlığı’ndan Rudolf, daha sonra
ardıllarının Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlı olacağı bir Başpikoposluk
kurarak, güç dengesinin devamlı olarak ara sıra dış etkenler tarafından
zorlanacağı bir düzen getirdi. Bu düzen, sayısız Rahip-Prensler tarafından
yüzyıllar boyu sürdürüldü. Ta ki 1802’de Paris Antlaşmasıyla düzen sekülerize
edilene kadar… Sonrasında ping- pong topu gibi bir Avusturya, bir Bavyera
ellerine geçse de şehir, en sonunda maçı kazanan taraf Avusturya oldu.
Karşımızda Hohensalzburg Kalesi tüm
ihtişamıyla durmakta. Gururla: “Roma Castrum’u temellerimin altındadır. 1077’den
itibaren kademeli bir biçimde inşa ettiler beni, Mönchsberg Dağı üzerinde, Avrupa’nın en yüksek
Kalelerinden biri olan cüssem devamlı olarak kuvvetlendirildi. Ne savaşlar
gördüm; Papa ile Avusturya arasındakinden tutun, 30 Yıl Savaşlarına kadar; en
son Naziler kullandı beni ancak asla fethedilmedim!” dediğini duyar gibiyim…
Aşağımızda ise, usul usul akan Salzach Nehri (Tuna’nın bir kolu), şehri Altstadt (Eski Şehir) ve Doğu Yakası
(Yeni Şehir) olarak ikiye ayırmakta.
Yeni şehre damgasını vuran Mirabell Sarayı ve
Bahçeleri bana çocukluğumda çok severek izlediğim “Sounds of Music” filmini
hatırlatıyor. Bahçedeki çeşmenin etrafında sanki Maria Von Trapp’la el ele
tutuşmuş “Do a deer a female deer” diye bağır çağır şarkı söylerken, sarayı
Yahudi metresiyle rahat rahat aşk maceralarını yaşayabilmek için 1606’da
yaptırmış olan iffetsiz Rahip-Prens Wolf Dietrich’in sinirle bizi kovaladığını
hayal ediyorum. “Seni pis ihtiyar” diye bir yandan kaçıp bir yandan ona laf
atarken, havanın bu kadar güzel olmasına dua ediyorum. Çünkü bu şehir
çoğunlukla yağmurlu, gri havasıyla insana kasvet verebiliyor. Oysa böyle
güneşli havalarda onlarca defa daha muhteşem şehir!
Asma köprüden yürüyerek Altstadt’a varıyoruz
ve ünlü Getreidegasse Sokağı’na atıyoruz kendimizi. Bu güzel sokağın
ferforjeden yapılma dükkan tabelalarına ve binalar arasına gizlenmiş romantik
pasajlarına bayılıyoruz. Şehir, eski düzenini kaybettikten sonra zamanla sefalet
yüzünden batık bir hale gelmişti, ta ki eski çocuğu Wolfgang Amadé Mozart’ı
hatırlayana kadar… Sadece onun adı, milyonlarca turisti zaman içinde şehre
çekmeye yetmişti ve bugün yılda 5 milyon kişi Salzburg’u ziyaret etmekteydi! Bu
sokaktaki 9 numaralı evde, 27 Ocak 1756’da doğmuştu dahi müzisyen. Müzeye
dönüştürülen ev, en çok ziyaret edilen yerlerin başında geliyor günümüzde.
Yürümeye devam ediyoruz ve ayaklarımız bizi Festpielhaus
(Festival Binası) önüne getiriyor. Burası eski “Saray Ahırları” yerine modern
tarzda düzenlenerek inşa edilmiş bir festival alanıydı. Birbirimize anlamlı bir
şekilde bakıp gülümsüyoruz çünkü dün akşam burada bir mucize gerçekleşmişti.
Dün akşam burada dünyaca ünlü sanatçılardan “Yaz Müzik Festivali” kapsamında muhteşem
bir opera izlemiştik! Öncesinde Café Tomaselli’de kahvemizi yudumlayıp şehrin
ünlü tatlısı “nockerl”ın tadına bakmış ve sonrasında zarif bir şekilde giyinmiş
süslenmiş onlarca insanın arasından geçerek biz de salonda yerlerimizi
almıştık. O salondan çıktıktan sonra ise sanatçıları otellerine götürmek üzere kortej
halinde önce at arabaları, daha sonra modern teknolojinin ürettiği en lüks
arabaların önümüzden geçip gitmesini izlemiştik. Gazeteciler sokağın karşısından
durmadan deklanşöre basıyor, tuvaletli hanımlar, smokinli beylerin kollarına
girmiş neşeyle bir yerlere dağılıyorlar. Bazılarıysa o pahalı kıyafetleriyle
basit bir bankın üzerine oturmuş, bira siparişi verip temsilin eleştirisini yapmaktalar.
Biz de bir “biergarten”ın banklarına oturup schnitzel ve bira siparişimizi
verdik. Bir anda bastıran yağmura aldırmadan da yemeye devam ettik!
Kökenlerinin manastır yaşamına dayandığını
belirttiğimiz Salzburg müzik geleneği yüzyıllar boyunca güçlenerek günümüze
kadar gelmiş. Tarih boyunca bu geleneğe katkıda bulunmuş birkaç isim saymak
gerekirse, öncelikle Hermann adlı bir 14.yy Benedikten Rahibiyle
başlayabiliriz. Latince ve Almanca dillerinde yazdığı şiirlere seküler olsun,
dini olsun polifonik ezgiler ekleyen ozanların başında gelmiş. Sonrasında 15.yy’ın
ozan-müzisyenlerinden Oswald von Wolkenstein, ortaçağın konusunda en tanınmış
isimlerinden biri haline gelmiş. 1424’te Salzburg Sarayı’nda görev almış. 16.yy’la
birlikte Rönesans’ın etkileri Salzburg’a da ulaşmış ve Rahip-Prenslerin
desteğiyle polifonik müzik en şaşalı günlerini yaşamış bu dönemde.
Leopold Mozart (1719-1787) için ise ayrı bir paragraf
açmak gerekmektedir. Başarılı bir besteci, mükemmel bir viyolinist, son derece
yetenekli bir öğretmendi. Salzburg saray kurumuna 1743’te girmiş ve 1757’de
Saray Bestekarlığı, 1763’te ise Yardımcı Kapellmeister’lığa kadar yükselmiştir.
Ancak bu noktadan sonra beste yapmayı bir kenara koymuş ve çocuklarının
kariyeriyle ilgilenmiştir. Boynuz kulağı geçmiş ve en yetenekli çocuğu Wolfgang
Amadé Mozart babasını hep gölgede bırakmıştır. 35 yıllık hayatına yüzlerce
beste sığdırmıştır Salzburg’un altın çocuğu... Öyle ki şehir günümüzde bile
Mozart’ın yaratmış olduğu ünden hayli yararlanmaktadır. 1841 yılında ana ilgisi
Mozart’ın hayatı ve eserleri olan, Mozarteum
Derneği kurulmuş, bu dernek 1856’da Mozart’ın doğumunun 100. Yıldönümü anısına
geniş çaplı bir festival düzenlemiştir. 1870’de Internazionale Mozart-Stiftung
(1880’den itibaren Internazionale Stiftung Mozarteum) kurulmuş ve böylelikle
sistematik olarak şehrin en favori oğlunun tüm eserleri eksiksiz olarak yayınlanmaya
başlanmıştır. Tüm bunlar beraberinde bizim de şehri ziyaretimizin ana nedeni
olan, 1920’den beri; II. Dünya Savaşı sırasındaki arayı saymazsak; kesintisiz
olarak her yıl düzenlenen “Yaz Müzik Festivali”ni getirmiştir. 1956’dan beri de
daha küçük kapsamlı olan , Ocak ayında bir hafta boyunca Mozart’ın doğum gününü
kutlamak amaçlı “Salzburg Mozart Haftası” festivali düzenlenmektedir.
Mozarteum Konser Salonu’ndayız, yanımızdaki
zarif bayan, konserin iki arayla birlikte 6 saat süreceğini söylüyor bize… Dördüncü
saatten sonra artık hava almamız gerektiğine karar verip nehir kenarındaki, Viyana’daki
aslının şubesi Sacher Otele gidiyoruz ve aperol spritzlerimizin yanına ünlü
sacher torteden ısmarlayıp, kalçalarımızda ömür boyu kalacak bir katkı
yapıyoruz kendimize.
Sonra başlıyoruz yürümeye… Önce Karajan Meydanı’ndan
geçiyoruz. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük şeflerinden biri olan bu Salzburg doğumlu
şahsa, geçmişte Nazi Partisi üyesi olmuş olmasına rağmen, saygıyla selam
veriyoruz… Sonra şehre kuleleriyle damgasını vuran Barok Katedrale doğru
yürüyoruz. Şehrin geçmişine katkıları bulunan tüm keşişleri selamlıyoruz… Sonra
ayaklarımız bizi Residenz (Başkanlık) Sarayı’na götürüyor. Hafif bir reveransla
buradan geçmiş tüm Rahip – Prensleri selamlıyoruz. Dietrich’in bana içten içe
sinirle baktığını görür gibiyim… Ve sonra yandaki meydana varıyoruz. Koca bir
kalabalık, devasa bir ekranın karşısına yerleşmiş ve tek bir çıt çıkarmadan geçmiş yıllarda büyük başarı elde etmiş operaları izlemekteler. Her yerde müzik
var, her yerde rüya gibi bir ambians var. Kelimeler yetersiz kalıyor… Bana bir
şey söylüyor, sanırım: "Gitmeyelim, hep burada kalalım" diyor… Müzik alıp
götürüyor son söylediği cümleyi…
*Ey Muhammed! Bir de sana “Zülkarneyn” hakkında soru soruyorlar. De
ki: “Size ondan bir anı okuyacağım.” (18,83)
*Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda
(amacına ulaşabileceği) bir yol verdik. (18,84)
*O da (Batı’ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu. (18,85)
*Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde
batar (gibi) buldu. Orada (Kafir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları)
cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik. (18,86)
*Zülkarneyn, “Her kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra
o Rabbine döndürülür. O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır” dedi.
(18,87)
*”Her kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükafat olarak
daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.” (18,88)
*Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu. (18,89)
…. –“Hadi Bengi, hadi Maria! Gelin buraya,
size bir şey göstereceğim. Normalde yaşlı gruplarla sıcak havalarda
yürüyemiyoruz bu kadar ama sizin bunu görmeniz lazım… Bak orada, şu büyük
stelin üzerindeki kabartmayı görebiliyor musunuz? İşte o bizim en eski Pers İmparatorluğumuz
Ahameniş’in büyük kralı II.Kiros’tur (Ciro, Cyrus). Bengi, sen ki Müslümansın,
Kur’an’da Zülkarneyn’i okudun mu hiç?”
Zülkarneyn…. Arapça bir addı, Zü: Sahip,
malik – Karn: Boynuz, perçem, tepe. İki kelime beraber “İki boynuzlu” anlamında
kullanılıyordu. Bir zaman yolcusuydu Zülkarneyn ve aynı onun gibi bir Batı’ya,
bir Doğu’ya sürüklemişti kader beni… Onda sahip olduğu ilimle demir ve bakırdan
aşılmaz setler kurabilme, zulmü cezalandırma yetileri vardı ve ayrıca nur ile
zulmet emrine verilmişti. Benim ise emrime verilmiş bir şey yoktu ve tüm bu
gördüklerim karşısında acizliğini bir defa daha tanımış bir insandan başkası
değildim. Kim olduğu konusunda sayısız tez atılmıştı ortaya, kuşkusuz
Zülkarneyn onun sadece lakabı idi. Birçok kişi onun Büyük İskender olduğunu
iddia etmişti (MÖ 356 – 323). Ancak Kuran’da geçen kişiyle Büyük İskender’in
vasıfları ne kadar örtüşüyordu? Gittiği her yeri yakıp yıkan, tek tanrı
inancından uzak, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fatihlerinden biri, peygamber
nitelikli bir insanı ne kadar temsil edebilirdi? Bu yüzdendir ki bu topraklarda
Zülkarneyn’in MÖ 6. Yy’da yaşamış olan Büyük Kiros (Büyük Keyhüsrev – Büyük Kuroş)
olduğuna inanılırdı. İşte orada, iki boynuzuyla ve kanatlarıyla karşımda
durmakta. Biraz ileride ise mezarı bulunmakta. Pasargad’dayız, ilk İran
yerleşimi, Ahameniş İmparatorluğu’nun ilk başkenti… Kiros, üzerine kendi
kraliyet soyundan tutun da, kazandığı savaşların kayıtlarına, bağışlayıcı
kanunlardan, Babilli kölelerin durumuna kadar konuları çivi yazısıyla kazıttığı
kilden yapılma, silindir şeklinde bir bildiri yayınlatmıştı. Babilli kölelerin
serbest ve özgür olması gerektiğinden bahsettiği için “ilk insan hakları
bildirgesi” olarak kabul edilmişti birçok yerde bu silindir. Oysa aynı Kiros
değil miydi Efes’in tarihini yabancı turistlere anlatırken bahsini ettiğimiz,
Sardes’e kadar gelip Lidya Kralı Kroesus’u kendi şehrinde esir alan fatih? O da
yakıp yıkmıyor muydu?
Zülkarneyn’di ya da değildi, o da göçüp
gitmişti bu dünyadan ve işte şu karşıdaki mezarın içindeydi. Müslümanlar Arap
Yarımadası’ndan İran’a ilk geldiklerinde, her yere cami dikmesinler diye: “Orası
Süleyman’ın zindanının olduğu yer, burası Süleyman’ın anasının tahtının olduğu
yer” diye atlatmışlar Arapları. O sayede kurtulmuş mezar da cami haline getirilmekten.
Bilinir ki içi çok zengin bezemelerle süslenmiştir ancak bunları günümüzde
görmek olası değildir. İçeride kralın mumyası altın bir lahit içinde, altın bir
arabanın üzerinde bulunurmuş. Lahdin hemen yanındaki altın masaya ise ziyarete
gelenler adak olarak değerli eşyalar bırakırlarmış. Tüm bunlar mezarı
korumaktan sorumlu olan “magi”lere rağmen zaman içinde yağmalanmış… Öyle bir
yağma ki, Strabo’nun bahsini ettiği mezar yazısı bile kaybolmuştur. Ancak bu
öyle bir yazıdır ki, belki de geçtiği her yeri yakıp yıkan İskender’i burayı
yıkmaktan alıkoyacak kadar etkilidir özünde…
Bir erkekte olması gereken en büyük erdem “tevazudur”…
Kiros da bir tevazu dersi vermişti mezar yazıtında: “Ben Kiros, Pers
İmparatorluğunu kurdum ve Asya’nın kralı oldum. Bu mezarı bana çok görmeyin.”
1971 yılında, son şah Muhammed Rıza Pehlevi
Ahameniş İmparatorluğu’nun kuruluşunun 2500’üncü yıldönümünü kutlamak için daha sonra
Modern Tarihin en uzun banketi olarak tarihe geçecek bir resepsiyon vermişti.
Resepsiyona dünyanın ileri gelen 600 çok seçkin konuğu davet edilmişti.
Krallar, prensler, emirler, cumhurbaşkanları, başbakanlar… hepsi oradalardı ve
tören tam da mezarın önünde başlamış ve Persepolis’te devam etmişti. Dünyada
daha görkemli bir resepsiyon verilmiş miydi?
Bu günler son mutlu ve şatafatlı günlerdi. Saray
Maliyesi, harcamaları 17 milyon dolar olarak belirtirken, bazı kaynaklar bu
rakamı 200 milyon dolara kadar çıkarmaktaydılar. Olay daha sonra Hümeyni ve
taraftarlarınca büyük bir koz olarak kullanılacak, Şah büyük bir israf yapmakla
suçlanacak ve banket “Şeytan’ın Festivali” olarak adlandırılacaktı…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Büyüklük odur ki, kimseye iltifat
etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için gerçek ülkü ne ise onu
görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni
yoldan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz
engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek,
kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacak, ondan sonra sana
büyüksün derlerse, bunu diyenlere güleceksin.