20 Şubat 2013 Çarşamba

HİNDİ’NİN UZUN YOLCULUĞU


LÜTFEN AŞAĞIDAKİ YAZIYI AŞAĞIDAKİ ŞARKI EŞLİĞİNDE OKUYUNUZ :)))

Hindi hindi, canım hindi, kim verdi sana İngilizce dilinde vatanımın ismini? Neden hem Türkiye “Turkey” hem de sen, caanım hindi, “turkey” olmalıydınız? Yok muydu başka yolu, sana verselerdi başka bir ad, geçilmeseydi dalga böyle bizimle kat kat…

Hindi: -“Bre deli rehber, bilmez misin sen, bana başka ad takmışlardır diğer dillerde. Bilmez misin ben nereden gelip dağılmışımdır dünya mutfaklarına? Tüylerimi yolmaya başlamazdan önce kah noel kah thanksgiving yemekleri için, Orta Amerika’nın kocaman, güzel bir kuşuydum ben… Yukatan yerlileri en az 2000 yıl önce ehlilleştirmişlerdi beni, hoş bir elime geçse o yerliler, ne yapacağımı biliyorum onlara ama hadi neyse… Aztekleri hiç saymıyorum bile, beni o düzenbaz  Tanrı Tezcatlipoca ile neden özdeşleştirdiklerini hiç anlayamamışımdır! ”

Ah hindi, güzel hindi, canım hindi, sen de oldun o obsesif Cenovalı’nın inadının kurbanı. Tutturdu ben Hint Adalarına vardım, ben Hint Adalarına vardım diye, koydular sonra  Karayip Adalarına “East Indies” diye isim… Her daim çıkarını arayan İngilizler geldi sonra, gerisini sen anlat istersen…

Hindi: -“16.yy’da İngiliz oğlu İngiliz denizci William Strickland bizi götürdü ilkin vatanına. Hatta aile armasına bizim ibiğimizi koydu ki bize bu hareket biraz komik gelmişti… Ancak bilirsin, denizcilikte transshipment denen bir mefhum vardır. Sonrasında biz böyle bir ticaret metası haline gelince dağıtımımız Cenova üzerinden yapılmaya başlandı. Cenova’ya East Indies’den geldiğimiz için siz Türkler bize dediniz Hindi ki size Hindistan’ı çağrıştırıyordu… Yeni kıtadan gelen akrabalarım daha sonra İngiliz halkına “Turkey Merchants” diye bilinen “Levant Company” şirketi tarafından ulaştırılıyordu. Bu sebeptendir ki levantenler İngilizce’de “Turkey merchants” (Hindi tüccarları) olarak da anılmaya başlandılar. Türkler getirdiği için de bu yeni kuşun adına halk “Turkey bird” (Türk kuşu) ya da “Turkey cock” (Türk horozu) demeye başladı. Alınacak bir şey yok yani…”

Ah hindi, güzel hindi, canım hindi, nasıl da karizmatiksin, ne de güzel bir hikayen var…!
Hindi: “De get, bak dalga geçme, yolarım!”


19 Şubat 2013 Salı

BİR PERİ MASALI: SALZBURG


“Hadi ver elini bana ve kapat gözlerini… Biliyorsun (neredeyse!) asla yalan söylemem ben, birazdan ölümlü dünyada görebileceğin en güzel manzarayı sereceğim ayaklarının altına! Hazır mısın? At adımını asansörden dışarı… Bir, iki, üç… Bir basamak çıkacaksın, dikkat et! Şimdiiii…. aç gözlerini!”

Aşağıda bir anda beliren görüntü Avrupa’nın en güzel Barok Şehirlerinden biriydi. Bizim içinse bir çift gündür yaşadığımız bir peri masalıydı. Bu peri masalının adı “Salzburg’du”. 150 bin kişilik nüfusuyla Avusturya’nın dördüncü büyük şehriydi. Alp Dağları’nın eteğinde, Almanya sınırında, başkent Viyana’nın 270km uzağındaydı. Adının anlamı: Tuz Kalesi idi, çünkü daha kimseler tarafından fethedilmemişken, hala bir Kelt yerleşimiyken yakınlarındaki Hallein’in zengin tuz madenleri sayesinde ticaret rotalarının tam ortasına yerleşmişti. Birinci yüzyılda Romalılar bölgeye hakim olduklarında şehre “Juvanum” demişlerdi. İmparatorluk yıkıldıktan sonra ise Barbarlar tarafından yağmalanmıştı ve en sonunda terk edilmişti. Bu terk edilmişlik sekizinci yüzyılın başına dek sürmüştü ve en sonunda Frankonyalı bir rahip olan Rubert, şehirdeki ilk manastır olan St. Peter’i kurmuştu…


Üst üste açılan manastırlardı bu şehrin köklü müzik geleneğini oluşturan en önemli ve öncü öğe. Ayinlerdeki koroların dini müzikleri, geceleri yatmadan önce çeşitli mezheplere mensup keşişlerin derinden söyledikleri ilahilere karışıyordu. Tüm bunlara coşkun çan sesleri ekleniyordu ve şehir kilise odaklı, dini bir prensliğin merkezi haline geliyordu yavaş yavaş… En sonunda 1228 yılında Habsburg Hanedanlığı’ndan Rudolf, daha sonra ardıllarının Kutsal Roma İmparatorluğu’na bağlı olacağı bir Başpikoposluk kurarak, güç dengesinin devamlı olarak ara sıra dış etkenler tarafından zorlanacağı bir düzen getirdi. Bu düzen, sayısız Rahip-Prensler tarafından yüzyıllar boyu sürdürüldü. Ta ki 1802’de Paris Antlaşmasıyla düzen sekülerize edilene kadar… Sonrasında ping- pong topu gibi bir Avusturya, bir Bavyera ellerine geçse de şehir, en sonunda maçı kazanan taraf Avusturya oldu.

Karşımızda Hohensalzburg Kalesi tüm ihtişamıyla durmakta. Gururla: “Roma Castrum’u temellerimin altındadır. 1077’den itibaren kademeli bir biçimde inşa ettiler beni, Mönchsberg  Dağı üzerinde, Avrupa’nın en yüksek Kalelerinden biri olan cüssem devamlı olarak kuvvetlendirildi. Ne savaşlar gördüm; Papa ile Avusturya arasındakinden tutun, 30 Yıl Savaşlarına kadar; en son Naziler kullandı beni ancak asla fethedilmedim!” dediğini duyar gibiyim… Aşağımızda ise, usul usul akan Salzach Nehri (Tuna’nın bir kolu),  şehri Altstadt (Eski Şehir) ve Doğu Yakası (Yeni Şehir) olarak ikiye ayırmakta.

Yeni şehre damgasını vuran Mirabell Sarayı ve Bahçeleri bana çocukluğumda çok severek izlediğim “Sounds of Music” filmini hatırlatıyor. Bahçedeki çeşmenin etrafında sanki Maria Von Trapp’la el ele tutuşmuş “Do a deer a female deer” diye bağır çağır şarkı söylerken, sarayı Yahudi metresiyle rahat rahat aşk maceralarını yaşayabilmek için 1606’da yaptırmış olan iffetsiz Rahip-Prens Wolf Dietrich’in sinirle bizi kovaladığını hayal ediyorum. “Seni pis ihtiyar” diye bir yandan kaçıp bir yandan ona laf atarken, havanın bu kadar güzel olmasına dua ediyorum. Çünkü bu şehir çoğunlukla yağmurlu, gri havasıyla insana kasvet verebiliyor. Oysa böyle güneşli havalarda onlarca defa daha muhteşem şehir!

Asma köprüden yürüyerek Altstadt’a varıyoruz ve ünlü Getreidegasse Sokağı’na atıyoruz kendimizi. Bu güzel sokağın ferforjeden yapılma dükkan tabelalarına ve binalar arasına gizlenmiş romantik pasajlarına bayılıyoruz. Şehir, eski düzenini kaybettikten sonra zamanla sefalet yüzünden batık bir hale gelmişti, ta ki eski çocuğu Wolfgang Amadé Mozart’ı hatırlayana kadar… Sadece onun adı, milyonlarca turisti zaman içinde şehre çekmeye yetmişti ve bugün yılda 5 milyon kişi Salzburg’u ziyaret etmekteydi! Bu sokaktaki 9 numaralı evde, 27 Ocak 1756’da doğmuştu dahi müzisyen. Müzeye dönüştürülen ev, en çok ziyaret edilen yerlerin başında geliyor günümüzde.

Yürümeye devam ediyoruz ve ayaklarımız bizi Festpielhaus (Festival Binası) önüne getiriyor. Burası eski “Saray Ahırları” yerine modern tarzda düzenlenerek inşa edilmiş bir festival alanıydı. Birbirimize anlamlı bir şekilde bakıp gülümsüyoruz çünkü dün akşam burada bir mucize gerçekleşmişti. Dün akşam burada dünyaca ünlü sanatçılardan “Yaz Müzik Festivali” kapsamında muhteşem bir opera izlemiştik! Öncesinde Café Tomaselli’de kahvemizi yudumlayıp şehrin ünlü tatlısı “nockerl”ın tadına bakmış ve sonrasında zarif bir şekilde giyinmiş süslenmiş onlarca insanın arasından geçerek biz de salonda yerlerimizi almıştık. O salondan çıktıktan sonra ise sanatçıları otellerine götürmek üzere kortej halinde önce at arabaları, daha sonra modern teknolojinin ürettiği en lüks arabaların önümüzden geçip gitmesini izlemiştik. Gazeteciler sokağın karşısından durmadan deklanşöre basıyor, tuvaletli hanımlar, smokinli beylerin kollarına girmiş neşeyle bir yerlere dağılıyorlar. Bazılarıysa o pahalı kıyafetleriyle basit bir bankın üzerine oturmuş, bira siparişi verip temsilin eleştirisini yapmaktalar. Biz de bir “biergarten”ın banklarına oturup schnitzel ve bira siparişimizi verdik. Bir anda bastıran yağmura aldırmadan da yemeye devam ettik!

Kökenlerinin manastır yaşamına dayandığını belirttiğimiz Salzburg müzik geleneği yüzyıllar boyunca güçlenerek günümüze kadar gelmiş. Tarih boyunca bu geleneğe katkıda bulunmuş birkaç isim saymak gerekirse, öncelikle Hermann adlı bir 14.yy Benedikten Rahibiyle başlayabiliriz. Latince ve Almanca dillerinde yazdığı şiirlere seküler olsun, dini olsun polifonik ezgiler ekleyen ozanların başında gelmiş. Sonrasında 15.yy’ın ozan-müzisyenlerinden Oswald von Wolkenstein, ortaçağın konusunda en tanınmış isimlerinden biri haline gelmiş. 1424’te Salzburg Sarayı’nda görev almış. 16.yy’la birlikte Rönesans’ın etkileri Salzburg’a da ulaşmış ve Rahip-Prenslerin desteğiyle polifonik müzik en şaşalı günlerini yaşamış bu dönemde.

Leopold Mozart (1719-1787) için ise ayrı bir paragraf açmak gerekmektedir. Başarılı bir besteci, mükemmel bir viyolinist, son derece yetenekli bir öğretmendi. Salzburg saray kurumuna 1743’te girmiş ve 1757’de Saray Bestekarlığı, 1763’te ise Yardımcı Kapellmeister’lığa kadar yükselmiştir. Ancak bu noktadan sonra beste yapmayı bir kenara koymuş ve çocuklarının kariyeriyle ilgilenmiştir. Boynuz kulağı geçmiş ve en yetenekli çocuğu Wolfgang Amadé Mozart babasını hep gölgede bırakmıştır. 35 yıllık hayatına yüzlerce beste sığdırmıştır Salzburg’un altın çocuğu... Öyle ki şehir günümüzde bile Mozart’ın yaratmış olduğu ünden hayli yararlanmaktadır. 1841 yılında ana ilgisi  Mozart’ın hayatı ve eserleri olan, Mozarteum Derneği kurulmuş, bu dernek 1856’da Mozart’ın doğumunun 100. Yıldönümü anısına geniş çaplı bir festival düzenlemiştir. 1870’de Internazionale Mozart-Stiftung (1880’den itibaren Internazionale Stiftung Mozarteum) kurulmuş ve böylelikle sistematik olarak şehrin en favori oğlunun tüm eserleri eksiksiz olarak yayınlanmaya başlanmıştır. Tüm bunlar beraberinde bizim de şehri ziyaretimizin ana nedeni olan, 1920’den beri; II. Dünya Savaşı sırasındaki arayı saymazsak; kesintisiz olarak her yıl düzenlenen “Yaz Müzik Festivali”ni getirmiştir. 1956’dan beri de daha küçük kapsamlı olan , Ocak ayında bir hafta boyunca Mozart’ın doğum gününü kutlamak amaçlı “Salzburg Mozart Haftası” festivali düzenlenmektedir.

Mozarteum Konser Salonu’ndayız, yanımızdaki zarif bayan, konserin iki arayla birlikte 6 saat süreceğini söylüyor bize… Dördüncü saatten sonra artık hava almamız gerektiğine karar verip nehir kenarındaki, Viyana’daki aslının şubesi Sacher Otele gidiyoruz ve aperol spritzlerimizin yanına ünlü sacher torteden ısmarlayıp, kalçalarımızda ömür boyu kalacak bir katkı yapıyoruz kendimize.

Sonra başlıyoruz yürümeye… Önce Karajan Meydanı’ndan geçiyoruz. Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük şeflerinden biri olan bu Salzburg doğumlu şahsa, geçmişte Nazi Partisi üyesi olmuş olmasına rağmen, saygıyla selam veriyoruz… Sonra şehre kuleleriyle damgasını vuran Barok Katedrale doğru yürüyoruz. Şehrin geçmişine katkıları bulunan tüm keşişleri selamlıyoruz… Sonra ayaklarımız bizi Residenz (Başkanlık) Sarayı’na götürüyor. Hafif bir reveransla buradan geçmiş tüm Rahip – Prensleri selamlıyoruz. Dietrich’in bana içten içe sinirle baktığını görür gibiyim… Ve sonra yandaki meydana varıyoruz. Koca bir kalabalık, devasa bir ekranın karşısına yerleşmiş ve  tek bir çıt çıkarmadan  geçmiş yıllarda büyük başarı elde etmiş operaları izlemekteler. Her yerde müzik var, her yerde rüya gibi bir ambians var. Kelimeler yetersiz kalıyor… Bana bir şey söylüyor, sanırım: "Gitmeyelim, hep burada kalalım" diyor… Müzik alıp götürüyor son söylediği cümleyi…




14 Şubat 2013 Perşembe

İRAN İZLENİMLERİ… BÖLÜM V


*Ey Muhammed! Bir de sana “Zülkarneyn” hakkında soru soruyorlar. De ki: “Size ondan bir anı okuyacağım.” (18,83)
*Biz onu yeryüzünde kudret sahibi kıldık ve kendisine her konuda (amacına ulaşabileceği) bir yol verdik. (18,84)
*O da (Batı’ya gitmek istedi ve) bir yol tuttu. (18,85)
*Güneşin battığı yere varınca, onu siyah balçıklı bir su gözesinde batar (gibi) buldu. Orada (Kafir) bir kavim gördü. “Ey Zülkarneyn! Ya (onları) cezalandırırsın ya da haklarında iyilik yolunu tutarsın” dedik. (18,86)
*Zülkarneyn, “Her kim zulmederse, biz onu cezalandıracağız. Sonra o Rabbine döndürülür. O da kendisini görülmedik bir azaba uğratır” dedi. (18,87)
*”Her kim de iman eder ve salih amel işlerse ona mükafat olarak daha güzeli var. (Üstelik) ona emrimizden kolay olanı söyleyeceğiz.” (18,88)
*Sonra yine (doğuya doğru) bir yol tuttu. (18,89)

…. –“Hadi Bengi, hadi Maria! Gelin buraya, size bir şey göstereceğim. Normalde yaşlı gruplarla sıcak havalarda yürüyemiyoruz bu kadar ama sizin bunu görmeniz lazım… Bak orada, şu büyük stelin üzerindeki kabartmayı görebiliyor musunuz? İşte o bizim en eski Pers İmparatorluğumuz Ahameniş’in büyük kralı II.Kiros’tur (Ciro, Cyrus). Bengi, sen ki Müslümansın, Kur’an’da Zülkarneyn’i okudun mu hiç?”

Zülkarneyn…. Arapça bir addı, Zü: Sahip, malik – Karn: Boynuz, perçem, tepe. İki kelime beraber “İki boynuzlu” anlamında kullanılıyordu. Bir zaman yolcusuydu Zülkarneyn ve aynı onun gibi bir Batı’ya, bir Doğu’ya sürüklemişti kader beni… Onda sahip olduğu ilimle demir ve bakırdan aşılmaz setler kurabilme, zulmü cezalandırma yetileri vardı ve ayrıca nur ile zulmet emrine verilmişti. Benim ise emrime verilmiş bir şey yoktu ve tüm bu gördüklerim karşısında acizliğini bir defa daha tanımış bir insandan başkası değildim. Kim olduğu konusunda sayısız tez atılmıştı ortaya, kuşkusuz Zülkarneyn onun sadece lakabı idi. Birçok kişi onun Büyük İskender olduğunu iddia etmişti (MÖ 356 – 323). Ancak Kuran’da geçen kişiyle Büyük İskender’in vasıfları ne kadar örtüşüyordu? Gittiği her yeri yakıp yıkan, tek tanrı inancından uzak, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fatihlerinden biri, peygamber nitelikli bir insanı ne kadar temsil edebilirdi? Bu yüzdendir ki bu topraklarda Zülkarneyn’in MÖ 6. Yy’da yaşamış olan Büyük Kiros (Büyük Keyhüsrev – Büyük Kuroş) olduğuna inanılırdı. İşte orada, iki boynuzuyla ve kanatlarıyla karşımda durmakta. Biraz ileride ise mezarı bulunmakta. Pasargad’dayız, ilk İran yerleşimi, Ahameniş İmparatorluğu’nun ilk başkenti… Kiros, üzerine kendi kraliyet soyundan tutun da, kazandığı savaşların kayıtlarına, bağışlayıcı kanunlardan, Babilli kölelerin durumuna kadar konuları çivi yazısıyla kazıttığı kilden yapılma, silindir şeklinde bir bildiri yayınlatmıştı. Babilli kölelerin serbest ve özgür olması gerektiğinden bahsettiği için “ilk insan hakları bildirgesi” olarak kabul edilmişti birçok yerde bu silindir. Oysa aynı Kiros değil miydi Efes’in tarihini yabancı turistlere anlatırken bahsini ettiğimiz, Sardes’e kadar gelip Lidya Kralı Kroesus’u kendi şehrinde esir alan fatih? O da yakıp yıkmıyor muydu?

Zülkarneyn’di ya da değildi, o da göçüp gitmişti bu dünyadan ve işte şu karşıdaki mezarın içindeydi. Müslümanlar Arap Yarımadası’ndan İran’a ilk geldiklerinde, her yere cami dikmesinler diye: “Orası Süleyman’ın zindanının olduğu yer, burası Süleyman’ın anasının tahtının olduğu yer” diye atlatmışlar Arapları. O sayede kurtulmuş mezar da cami haline getirilmekten. Bilinir ki içi çok zengin bezemelerle süslenmiştir ancak bunları günümüzde görmek olası değildir. İçeride kralın mumyası altın bir lahit içinde, altın bir arabanın üzerinde bulunurmuş. Lahdin hemen yanındaki altın masaya ise ziyarete gelenler adak olarak değerli eşyalar bırakırlarmış. Tüm bunlar mezarı korumaktan sorumlu olan “magi”lere rağmen zaman içinde yağmalanmış… Öyle bir yağma ki, Strabo’nun bahsini ettiği mezar yazısı bile kaybolmuştur. Ancak bu öyle bir yazıdır ki, belki de geçtiği her yeri yakıp yıkan İskender’i burayı yıkmaktan alıkoyacak kadar etkilidir özünde…

Bir erkekte olması gereken en büyük erdem “tevazudur”… Kiros da bir tevazu dersi vermişti mezar yazıtında: “Ben Kiros, Pers İmparatorluğunu kurdum ve Asya’nın kralı oldum. Bu mezarı bana çok görmeyin.”

1971 yılında, son şah Muhammed Rıza Pehlevi Ahameniş İmparatorluğu’nun  kuruluşunun 2500’üncü yıldönümünü kutlamak için daha sonra Modern Tarihin en uzun banketi olarak tarihe geçecek bir resepsiyon vermişti. Resepsiyona dünyanın ileri gelen 600 çok seçkin konuğu davet edilmişti. Krallar, prensler, emirler, cumhurbaşkanları, başbakanlar… hepsi oradalardı ve tören tam da mezarın önünde başlamış ve Persepolis’te devam etmişti. Dünyada daha görkemli bir resepsiyon verilmiş miydi?

Bu günler son mutlu ve şatafatlı günlerdi. Saray Maliyesi, harcamaları 17 milyon dolar olarak belirtirken, bazı kaynaklar bu rakamı 200 milyon dolara kadar çıkarmaktaydılar. Olay daha sonra Hümeyni ve taraftarlarınca büyük bir koz olarak kullanılacak, Şah büyük bir israf yapmakla suçlanacak ve banket “Şeytan’ın Festivali” olarak adlandırılacaktı…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

Büyüklük odur ki, kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın. Memleket için gerçek ülkü ne ise onu görecek ve o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde bulunacaktır, seni yoldan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen burada direneceksin. Önünde sonsuz engeller yığılacaktır. Kendini büyük değil, küçük, araçsız hiç telakki edecek, kimseden yardım gelmeyeceğine inanarak bu engelleri aşacak, ondan sonra sana büyüksün derlerse, bunu diyenlere güleceksin.

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK