25 Kasım 2013 Pazartesi

AMSTERDAM HATIRASI

“Hey Mr. Tambourine Man, play a song for me… I’m not sleepy and there is no place I’m going to…”   Bir yandan gitarını çalıyor, diğer yandan boynuna sabitlediği bir demirin ucuna koyduğu mızıkasını üflüyor ve öte yandan da ayağıyla bir pedala basıp gümlettiği davul eşliğinde şarkıyı söylüyordu. Vondelpark’ta sıcak bir yaz günüydü, her yer bisikletliler, piknik yapanlar, köpek gezdirenler, gençler ve marjinal tiplemelerle doluydu. Ömrümde ilk defa böyle bir şeye tanık oluyordum. Aslında ömrümde de fazla yol almış değildim, henüz 17 yaşındaydım… Bildiğim tek şey vardı: Uykum yoktu ve bir yere de yetişmiyordum. Amsterdam’a yaptığım ilk yolculuk sonrasında hatırlayacağım tek şey, yıllar sonra bile hala içimi acıtacak kadar güzel duygularla anacağım bir nostalji hissi olacaktı.

Efsane der ki; iki Frisialı denizcinin, Ij ile Amstel Nehri’nin birleştiği yerde tekneleri karaya oturmuş. İşte tam bu noktadaymış, 13.yy’da şehrin kurulduğu yer. Bölgeye ilk yerleşenler, su baskınlarından korumak için kendilerini, Amstel üzerinde bir baraj (dam) kurmuşlar. Bundanmış bölgeye Amstelledamme denmesi. Zaman içinde Amsteldam ve Amsterdam diye değişecekmiş ismi…

“Adın ne senin?” “Işıl, ya seninki?” “Ady. Nerelisin?” “Türküm. İstanbul’dan, ya sen?” “Aman Tanrım! Biliyor musun, benim babam İstanbul’da doğmuş. İsrail’in kuruluşundan sonra ise Tel Aviv’e göç etmiş. İsrailliyim ben, hayatım boyunca İstanbul’a gitmek istemişimdir. Dışarı çıkalım mı beraber?”
Onu bana Tanrı göndermişti. Aslında ailemden aldığım izin Almanya’dan Utrecht’te geçen yılki yaz tatilimizde tanıştığım Hollandalı aileyi ziyaret etmek içindi. Ne yol bilirdim, ne yordam. Ancak şunu biliyordum ki, o aile onları ziyaret etmek istediğim günlerde yine tatilde olacaktı. Fakat ben Amsterdam’ı görmek için yanıp tutuşuyordum. En sonunda ailenin yokluğundan hiç bahsetmeden, sanki her şey yolundaymış gibi, beni Frankfurt’tan Utrecht’e giden bir otobüse yerleştirmelerine izin verdim. Birkaç saat sonra şoföre beni Amsterdam’a bırakması için 20 mark fazladan para öderken bulacaktım kendimi…

1275 yılında yazılı dökümanlarda ilk defa geçecekti şehrin adı. Kont V. Floris şehri vergiden muaf tuttuğunu bildiriyordu bu belgede. 1300’lerin başında Oude Kerk (Eski Kilise) adlı ilk dini yapı kendini göstermeye başlamıştı. Ticaret gelişmiş, çoktan zengin bir şehir olma yolunu tutmuştu Amsterdam. 1428’de Burgonya Dükü İyi Philip’in yönetimine geçmişti Amsterdam’ın da dahil olduğu tüm Alçak Topraklar…

Yolculuk boyunca arkamda üfleyip püflemişti. Sonradan öğrenecektim, neredeyse 24 saattir yollardaydı. Upuzun saçlı ve sarışındı Zagrebli genç. Peşine takıldım ancak kovalamak istedi beni. “Bak ben sadece bu geceliğine buradayım, yarın İrlanda’ya geçeceğim. Seninle uğraşamam.” “Ne olur, ben de seninle merkeze geleyim.” Sanırım acıdı bana, yolumuzu tayin etmek için elime şehir haritası tutuşturdu. Önce çevirdim, düzden ve tersten baktım. Aslında ne yapmam gerektiğini anlayamamıştım. Göz göze geldik bir an ve kısaca gülüştük. Harita okumayı bilmiyordum henüz!

Miras yoluyla kendine geçen Alçak Toprakları, evlilik yoluyla Habsburg İmparatoru Maximilian’ın topraklarıyla birleştirecekti Burgonyalı Mary. Ömrü yetmemişti tarihin bir zaman sonra nasıl çığ gibi olaylar silsilesini önüne katıp, bu kocaman imparatorluğu devleştirdiğini görmeye. 16. Yy’ın ilk çeyreğinde torun Şarlken, bilinen tüm batı dünyası gibi Amsterdam’ın da sahibi olacaktı. Ancak Hollandalılar çok da memnun hissetmeyeceklerdi kendilerini bu hakimiyetten… Bir diğer yandan Protestanlık yayılmaktaydı. Katolik egemen sınıf, korkunç eziyet etmekteydi Protestan güruha. Bu ikilem o kadar derin boyutlara ulaşacaktı ki, en sonunda 80 Yıl Savaşları’na sebebiyet verecekti.

16 kişilik bir yatakhanede, birer döşek kiraladık kendimize. Kız – erkek karışık kalıyorduk. Duşların kapısı bile yoktu, yatakhane arkadaşlarımın kıçlarını görmek ilginç bir sürpriz olmuştu benim için. İşte tam da o sırada gelip kendini tanıtmıştı Ady. Dışarı çıkalım mı diye sorduğunda yaşadığım tutukluk aslında sevinçtendi! Sanırım beni yanlış anlamıştı. “Ne o, sen Müslüman, ben Yahudiyim  diye birlikte dolaşamayacak mıyız?” “Aklımdan bile geçmedi böyle bir şey! Haydi çıkalım!”
Din kisvesi altında yaşanmış onca savaş, onca eziyet… 1578 yılında, başta tarafsız olan Amsterdam da katılmış Orange’lı William ve Protestan ordusuna. Utrecht Antlaşmasıyla 7 Kuzey Bölgenin birleştiğini açıklamışlar. Alterasyon dedikleri bu dönemde tüm Katolikleri kovup, enstitülerini dağıtmışlar. En sonunda Şarlken’in oğlu II. Felipe (II. Philip), bu birleşmiş bölgeleri tanımış. Bundan sonra Amsterdam’a büyük bir göçmen akını olmuş. Özellikle Anversli zengin tüccarlar ve Portekizli Yahudiler… Hepsi baskılardan kaçmaktaymış. Taa o günlerden efsanevi tolerans erdemini yakıştırmış kent kendine…

“Biliyor musun bu şehrin efsanevi bir özelliği vardır: Tolerans. Belki dünyadaki hiçbir başka kent bu derecede hoşgörülü değildir insana karşı. Öyle ki, hafif uyuşturucular bile serbesttir. Bir bakalım mı etrafa?” Hava kararmıştı ve biz çoktan Kırmızı Fener Mahallesi’nin yolunu tutmuştuk. Her ne kadar cam bölmeler ardında pazarladığı vücudundan kazandığından gerekli bölümü devlete vergi olarak ödeyip, hijyen koşullarının tümünü yerine getirse de, bir kadını böyle çıplak, geleni geçeni aleni olarak provoke eder şekilde görmek her ikimizi de etkilemişti… 

“Bu her yerde görünen VOC de neyin nesi?” O zamanlar bu soruya cevap verememiştim. Yıllar geçti. Artık cevabı biliyordum: Verenigde Oost-Indische Compagnie (Doğu Hindistan Kumpanyası). 16.yy sonundan beri Hollanda Donanması Uzak Doğu Asya ile ticaret yapmaktaydı. 1602’de ise birkaç ticaret şirketi güçlerini birleştirerek, bir ticaret monopolü kurma amacı ile Doğu Hindistan Kumpanyası adı altında bir araya gelmişlerdi. Egemenlik, savaş ve barış yapma yapma hususlarında son derece kuvvetli hakları varmış. Japonya, Doğu Hint Adaları, Seylan ve Tazmanya’da ticaret garnizonları kurmuşlar. 17.yy boyunca tasavvur edeilemez büyüklükte zenginliğin sahibi olmuşlardı. Hollanda için “Altın Çağ” denen dönemdi bu…

“Ne çirkin bir saray!” Dam Meydanı’ndaydık. Orijinalinde Belediye binası olarak inşa edilmiş olan 17.yy Koninklijk Sarayı için belki de kullanılabilecek en güzel sıfatı seçmişti Ady. Oysa düşüş döneminin belki de en acı örneği sarayın hikayesiyle verilebilirdi: Napolyon Bonapart’ın kardeşi Louis, şehir Fransızların eline geçtikten sonra burada kendini kral ilan etmişti ve kendi konumuna yakışabilecek tek yapının bu bina olduğuna karar kılarak burayı Kraliyet Sarayı olarak düzenletmişti. Kibri o kadar had safhadaydı ki, içeri döşeyeceği mobilyaları bile Fransa’dan getirtmişti… Çirkin Saray ona da fazla süre yar olmayacaktı… Ağabeyi Waterloo Savaşı’nda yenilince, mobilyaları alamadan ve arkasına bile bakmadan kaçacaktı Louis… Ancak bu Çirkin Saray bir kere yer etmişti beynimde, yıllar sonra Damrak Boyunca yürütüp meydana getirdiğim gruplara anlatım yapmadan önce hep bir gülümseme belirir suratımda...

Altın Çağ boyunca büyük başarılara imza atılmıştı. Daha sonra New York adını alacak New Amsterdam 1625’te kurulmuştu. Şehir nüfusu iki katına çıkmış, dikkatle eski merkezi içine alacak biçimde, at nalı şeklinde yapılan kanallarla yaşam alanı arttırılmıştı. 1642’de Abel Tasman, bugün Avustralya’ya ait olan Tazmanya’yı keşfetmişti. 1648’de Münster Antlaşması, İspanya ile devam eden 80 Yıl Savaşları’na son vermişti. Rembrant’ın atölyesinden daha sonra dünyanın tüm prestijli müzelerini süsleyecek eserler çıkmaktaydı. Ancak her çıkışın bir düşüşü vardı. İngiliz Donanması’nın yükselişi Hollanda’nın ipini çekmişti. 18.yy boyunca şehir, dev deniz komşusunun gölgesinde kalmıştı. Bir dönem de böyle kapanmıştı…

“Biliyor musun, bu iğrenç Hostel’de yarın akşam için yer yok. Yarın için başka bir hostele yer ayırttım, sabah erkenden gideriz.” O zamanlar benim için ne Rijks, ne Van Gogh, ne Denizcilik Müzesi, ne Concertgebouw Salonu, ne de diğer önemli anıtlar ve müzeler bir anlam ifade ediyorlardı… Sırtımızda, elimizde çantalarla yeni hostele gitmiştik. Süpermarketten yiyecek alıp, sokaklarda yemiştik. Henüz 8687 kazık çakılarak, 3 yapay ada üzerinde 1889’da inşa edildiğini bilmediğim Centraal Station’ın önünde kazılar başlamamıştı. Bizim gibi bir sürü genç, istasyon girişinde bağdaş kurmuş, kızlı erkekli (!) oturmaktaydı. Çok gençtik, cebimizde para olmadığı için yolda bize Afgan Macunu satmaya çalışan zencileri kibarca reddetmiştik. Kanal kıyılarında, Vondelpark’ta, Centraal Station önünde oturduğumuz o anların keyfini, hiçbir lüks mekan verememiştir daha sonra bana…! Ne güzeldi! Uykumuz yoktu ve yetişmemiz gereken bir yer de…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK


AMSTERDAM: 19.yy iyi geldi şehre, ikinci yarısında toparladı kendini. 20.yy’da NATO, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve BENELUX gibi son derece önemli enstitülere kurucu üye olan Hollanda’nın başkenti olarak, eski anlı – şanlı tarihini arar şekilde, hala hoşgörülü, hala rahat…

ADY: Amsterdam’dan sonra bir dönem Avustralya’da, bir dönem Yeni Zelanda’da ve bir dönem de ABD’de yaşadı. Bir süre önce hayatının aşkıyla tanıştığına karar verdi. 2013 yılının Mayıs ayında bir kız çocuğuna dünyaya gelmesi için kapı oldu. (Yani kendisi böyle ifade etti) Hala İstanbul’a gidemedi…


IŞIL: Hayatı boyunca gezmeye devam etti ve etmekte. Amsterdam seyahatinden sonra harita okumayı öğrendi, hatta çok daha fazlasını… J Azmetti ve yıllar sonra Ady’yi buldu. 14 yıl aradan sonra Tel Aviv’de tekrar buluştuklarında, sokakta falafel yediler… Şu anda yakın arkadaşlar…

Buradan itibaren Bach'ın 9 Numaralı Piyano Konçertosunu dinliyoruz... İşte linki:

4 Kasım 2013 Pazartesi

BILBAO’YU HARİTAYA YERLEŞTİREN PROJE: GUGGENHEIM MÜZESİ BÖLÜM II

Frank Gehry bir mimardan çok, sanatçı olarak nitelendirmekteydi kendini. Ondan istenen şey, son derece zorluydu. Cevabını çalışma metotlarını ekstremlere çekerek verdi. Müzeyi arkitektonik bir heykel gibi dizayn etti kısa sürede. Simgeleşecek bir şaheser yaratma arzusu ile yılanvari yüzeyleri tercihi, ortaya son derece orijinal, heykelimsi bir yapı çıkardı. Amacı, insanların iç mekanları ve burada sergilenecek objeleri beğenmeleri kadar, binaya yaklaştıkları her açıdan görecekleri dış mekanı da takdir etmelerini sağlamaktı.
1993 Ekim’inden 1997 Ekim’ine, dört uzun yıl sürdü yapımı. Cephelerin hepsini birbirinden farklı ve çevrelerindeki mimari ve coğrafi ortamla uyumlu olarak dizayn etti. Güney cephesi, şehrin tarihi ve kaderine atıfta bulunurcasına bir gemi silüetini andırıyor. Denizcilik geleneğini vurgularcasına sanki yelkenlerini rüzgarla doldurmuş, Nervion Nehri boyunca ilerlemekte… Tüm bu düşünceyi pekiştiren diğer bir unsur da, müzeyi çevreleyen 30 cm derinliğindeki havuzlar.

Gehry materyal kullanımında ve binanın aydınlatılmasında da son derece orijinal fikirler üretmiş. Hareketli yüzeyleri titanyumla kaplamış, böylelikle bu materyal mimaride ilk defa kullanılmış olmuş. Düz yüzeylerde ise kireçtaşı kullanmış. Bu farklılığı iç mekanlara da taşımış; düz odaların yer kaplamalarında, klasik bir materyal olan ahşap kullanmış, düzensiz ebatları olan odalarda ise daha az klasik bulduğu mikro çimentoyu tercih etmiş. Yapının önemli bir kısmını titanyumla kapladığı için, pencere kullanma şansı pek olmamış. O yüzdendir ki, yapının tavanında koca koca pencereler bulunmakta. Müzedeki cam yüzeyler özel olarak üretilmiş, bileşiminde metal partiküller var, böylelikle ziyaretçiyi aşırı sıcaktan, sanat eserlerini ise güneşin zararlı ışınlarından koruyor. Eğer bu şekilde yapılmasa, içerisinin yüksek sıcaklıktan dolayı dev bir sera gibi olması işten bile değilmiş. Pencereyi yan yüzeylerde kullanmak istememesinin önemli nedenlerinden biri de ışığın eserlerin üzerine yansıma yapmasını istememesi olmuş.

Müzenin kuşkusuz en belirgin özelliği, uzaktan göründüğü anda bakanda hayranlık duygusu uyandıran gümüşi rengi. Bu rengi veren  titanyumdan biraz daha konuşmak gerekirse: Aslında ilkin kurşunlu bakır kullanmayı düşünmüş, ancak bu alaşım zehirli olduğu için vazgeçmiş. Daha sonra paslanmaz çelik düşünmüş, ancak Bilbao gibi kuzey enlemlerde bulunan ve çoğunlukla gri havaların hakim olduğu bir şehirde, bir hayli ruhsuz görünme riski olduğundan, bu fikirden de vazgeçmiş. O sırada stüdyosuna getirilen titanyum örneğini incelemiş… Gümüş gibi, en bulutlu günde bile parlıyor. Son derece dayanıklı, asla paslanmıyor ve çelikten çok hafif… Ancak tüm bu olağan üstü özelliklere karşı son derece dezavantajlı bir yanı var: Çok pahalı! Bütçeyi aşmamak için olabildiğince ince paneller kullanmış Gehry. Her ne kadar 0.38 mm kalınlıkta olsa da,  büyük çoğunluğu 80cm * 115 cm’ lik ebatlarda, toplamında 33000 adet, 50 ton panel bütçenin kabarmasına büyük etken olmuş…

46000 m2’lik alana yayılan müzenin kirişleri ve sütunları birbirine paralel, çapraz ve dik olacak şekilde yerleştirilmiş. İç alanları dış cepheden ayıracak bir metal kat döşenmiş. Bunun üzerine ise izolasyon yapılıp, üzeri asfalttan bir filmle örtülmüş. İşte titanyum paneller bu filmin üzerine monte edilmişler. Paneller bir robot tarafından kesilmişler. Aşağıdan yukarıya doğru olarak da dizilmişler. Frank Gehry’nin küçükken oynadığı balıkların, daha sonra yaptığı işlerdeki etkisi büyük olmuştur. Buradaki bu diziliş de balık pullarını anımsatıyor… Titanyum, toprak tonlu kireçtaşı, metal partiküllü cam, plaster ve bazı bağlantı noktalarında ekonomik geçmişin vakur mirası çelik… Hepsi birbiriyle son derece uyumlu.
Bu projenin yapımındaki en büyük yardımlardan birini ise uçak yapımında kullanılan CATIA programından alıyor Gehry. Bu kadar hareketli, eğrilerden meydana gelen bir yapının stabilizasyonu için gerekli yük dengesi hesabını (hele hele kolonsuz mekanlarda), bu program olmasa Gehry’nin yapabilmesi mümkün olmazmış. Gehry’den önce bu programı Airbus ve Boeing firmaları kullanıyormuş. 1997 itibarıyla Ferrari de kullanmaya başlamış.

Müzenin en enteresan özelliklerinden biri de ana girişi. Meydan tarafına bakan ana giriş, haliç kıyısıyla olan seviye farkından dolayı aşağı doğru iner şekilde tasarlanmış. Oysa günümüzün önemli müzelerinin çoğuna baktığımızda, büyüklük ve güç hissi, yukarı doğru tırmanan merdivenlerle verilir. Bu örnekte aynı abidevi hissi yaratmak için merdiveni iyice geniş tutarak, sanki bir amfi tiyatroymuş görünümü vermiş… Aşağı inilince varılan yer ise, dev camlarla kaplı atriyum. Aslında bölümleri gezdikten sonra hep dönüp dolaşılıp, ulaşılan yer atriyum...
Guggenheim Vakfı kendi adını taşıyan yeni merkezler için asla para yardımında bulunmaz demiştik… Bırakın yardım etmeyi, bir defalığına mahsus olmak üzere 20 milyon dolar ödemesi lazımdı vakfa Bask Ülkesi Otonom yönetiminin. İnşaat için bütçeleri 100 milyon dolardı, müze işletiminin yıllık bütçesi ise 12 milyon dolardı….

Bir “müze”, enkaz haline dönmüş bir şehri, yeni yüzyıla hazırlayabilir miydi? Kültürel bir girişim, tüm olumsuz ekonomik gelişmelere karşı bir umut olabilir miydi? Denediler ve gördüler: Guggenheim Müzesi’nin inşa maliyeti 89 milyon dolar tuttu. Müze açıldıktan sonraki 3 yıl içinde yaklaşık 4 milyon kişi müzeyi ziyaret etti. Bu kişilerin ekonomik olarak şehre getirdiği katkı yaklaşık 500 milyon Euro civarındaydı… Bu kişilerin otel, yemek, ulaşım vb. için harcadıklarından yerel yönetimin bütçesine vergi olarak giren katkı 100 milyon Euro civarındaydı. Şehirde birdenbire diğer büyük mimarlar tarafından eklenen yeni binalar belirmeye başladı: Norman Foster, Rafael Monreo, Santiago Calatrava, Arata Isozaki gibi dünyaca ünlü mimarlar imzalarını bırakanlar arasındalardı. Frank Gehry tüm alçak gönüllülüğüyle “Guggenheim, Bilbao’yu haritaya yerleştirdi, sanırım beni de yerleştirdi” diyecekti, baş şaheserini yarattığını ilan eder şekilde. Yıllar boyu ağır endüstrinin merkezi olan bir şehir,  21. Yy’a 1. Sınıf bir Avrupa şehri olarak girmişti. Bask Yönetimi hayallerin ötesi bir projeye imza atmıştı…

Mutlu son…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK





1 Kasım 2013 Cuma

BILBAO’YU HARİTAYA YERLEŞTİREN PROJE: GUGGENHEIM MÜZESİ BÖLÜM I

Alana girdiğimiz anda ilk olarak, yaptığı işler konusunda eleştirmenleri iki zıt kutuba bölen Jeff Koons’un Puppy’si karşılıyor bizi. 12 metre boyunda, 15 ton ağırlığında içi metal, dışı çiçeklerden oluşan bir mantoyla kaplı, son derece sevimli bir West Highland terrier köpeği Puppy. Mayıs ve ekim aylarında olmak üzere, yılda iki defa mantosu değiştiriliyor. Begonya, petunya, lobelya, Hint karanfili gibi yaklaşık 38000 çiçekten oluşan yeni mantoyu her defasında vakur bir biçimde taşıyor üzerinde. Anlamlı bir şekilde insana optimizm ve güven aşılıyor. Güven hissi:  Bask Ülkesi’nde farklı bir boyutta algılanıyor kuşkusuz. Müze açılmadan birkaç gün önce cereyan eden olayları yaşayanlar, hala dehşetle hatırlıyorlar bahçıvan kılığına girmiş ETA bölücü örgüt üyelerini. Heykel üzerinde çalışıyor havası vererek neredeyse müzeyi havaya uçuracaklardı. Kahraman polis memuru Jose Maria Aguirre her ne kadar açılan ateşte hayatını kaybetse de, müzeyi kurtaran kişi olarak tarihe geçiyor. Adını yadigar bıraktığı  alanı koruma görevi de Puppy’ye düşüyor…

14. yüzyıl başları… Biscay Körfezi’nden 15 km içeride, Nervion Halici kıyısında, Kastilya’dan getirilen tahıl ve yün ticaretiyle zenginleşmiş Bermeo Limanı’na alternatif olarak kuruluyor Bilbao. Stratejik ve özellikle korsan saldırılarına karşı korunaklı konumundan ötürü kısa zaman içerisinde zenginleşiyor şehir. En büyük talihi “demir” oluyor, öyle ki 18.yy’da başlayan sanayileşme ile güçlü bir metalürji ve donanma merkezi haline geliyor. Barcelona’dan sonra, İspanya’da sanayisi en güçlü ikinci şehir konumuna yükseliyor. 1855 Paris Dünya Fuarında, Bilbao demiri altın madalya kazanıyor. 1857’de, ülkemizdeki Garanti Bankası’nın da küçük bir payına sahip BBVA (Banco de Bilbao) kuruluyor. Aslında kuruluş amacı demiryolu inşaasını finanse etmek. Milenyumun sonuna kadar devam ediyor bu gelişmeler, ancak 1970’lerden itibaren ekonomik bir durgunluk başlıyor: 1986’da İspanya’nın Avrupa Birliği’ne katılması  Bask endüstrisini çok sert bir rasyonalizasyon sürecine sokuyor. Aynı yıl Euskalduna Gemicilik şirketi, 1996 yılında ise, İspanya’nın uzun süre en büyük kuruluşu konumunda kalmış Biscay Maden Eritme Ocağı kapanıyor. Şehir nüfusu 1981-91 yılları arasında %14 kadar azalıyor. Tarihi boyunca ekonomik ve endüstriyel gelişim her zaman limana bağlıydı, tüm bunlar halici inanılmaz kirletmişti, turistik rotaların tamamen dışında, gri bir şehir yaratmıştı…

Bask yönetimi tamamen çaresizdi. Bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Çılgın bir fikir geldi akıllarına: Bir “müze”, enkaz haline dönmüş bir şehri, yeni yüzyıla hazırlayabilir miydi? Kültürel bir girişim, tüm bu olumsuz gelişmelere karşı bir umut olabilir miydi? Denemeden bilmeleri mümkün değildi. O yüzden 1991 yılında Bask yöneticileri ünlü Guggenheim Vakfı ile temasa geçtiler. Vakfın direktörü Thomas Krens zaten Salzburg’da olası bir proje ile ilgilenmekteydi. Her şey çok çabuk gelişti: Fabrikaların, tersanenin ve endüstriyel alt yapının terk edilmiş olması, halici temizlemeyi mümkün kılacaktı. Buraya dünya standartlarında yepyeni bir müze kurulacaktı! İlk görüşmelerden 6 ay sonra, müzenin yapılacağı yer de, mimarı da belliydi. ABD’li Frank Gerhy, Japon Arata Isozaki ve Avusturyalı mimarlık stüdyosu Coop Himmelb(l)au’nun sundukları projeler arasından seçileni Gerhy’ninkiydi. Tek bir sorun vardı: Guggenheim Vakfı asla yeni merkezleri için para bağışında bulunmazdı. Bu paranın Bask otoriteleri tarafından sağlanması gerecekti. Bu maddi yükün altından kalkabilecekler miydi?

Solomon R. Guggenheim (1861 -1949),  talihini altın, gümüş ve bakır madenciliğinden yapmış Yahudi bir İsviçre göçmeninin 10 çocuğundan biriydi. Bankeri bol olan bir aileden gelen eşi Irene Rothschild, kendisini resimle ilk tanıştıran kişiydi. Ancak adını taşıyan vakfın 1937’de kurulmasına önayak olan kişi Alman sanatçı ve aristokrat Hilla Rebay olmuştu. İlk kurulan yapılar kısa zamanda, devamlı büyüyen sanat koleksiyonunu sergileyemeyecek duruma gelince, New York Central Park yakınlarında yepyeni bir müzenin siparişini vermişti. 1959’da açılan müzeyi ne Solomon Guggenheim’ın, ne de organik stiliyle ünlü mimarı Frank Lloyd Wright’ın ömrü yetmişti görmeye…

Frank Gehry projesi seçildiğinde 62 yaşındaydı. İnşaat trendini heykel kriterleri üzerine oturtan akımın en önemli temsilcilerindendi. Kendisi kabul etmese de bir çokları onu “dekostrüktivism” (yapıbozumculuk) akımı içerisinde görmekteydi.  Bu akım düz çizgiler yerine, kavisli yüzeyleri ve çizgileri kullanıyordu. Daha çok yeni, 1989’da mimarinin Oscar’ı kabul edilen Pritzker Ödülü’nü almıştı. Kendisinden istenen çok zor bir şeydi: Can çekişen Bilbao’yu diriltmesi ve Vakfın diğer merkezleriyle boy ölçüşecek  bir yapı… Acaba Gehry’nin buna cevabı nasıl olacaktı…?


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK