28 Aralık 2013 Cumartesi

VERDİ WAGNER’E KARŞI, BİR VERONA BALADI

Maestro, hangisini söylemek sizin için daha iyi olurdu: “Keşke yapmasaydım” mı, yoksa “Acaba yapsaydım” mı?

 “Benim hayatımda ‘keşke yapmasaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep sezgiyle, yürekle özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en çok sevilen romantik trajedileri ‘La Traviata ve Rigoletto’ bana ait, yine Shakespeare etkili Macbeth, Otello ve Fallstaff adlı dramalar da benim eserlerim. Ancak o berbat yıl sonrası sipariş edilen komik operayı hiç yazmamalıydım! İlk operam olan Oberto 17 Kasım 1839’da La Scala’da ilk defa sahnelenmişti ve çok büyük başarı kazanmıştı. Bu benim tarihe geçtiğim gündü. Aslında  hayatımın büyük trajedisi başlamıştı: Hem oğlumu hem de kızımı daha ikinci yaşlarına basmadan teşhisi konulamayan bir hastalık yüzünden kaybetmiştim… Daha ‘artık çocuklarımın olmadığı’ fikrine alışamadan, taparcasına sevdiğim eşim Margherita’yı da bir beyin hastalığından dolayı kaybettim. Artık ailem yoktu. Tüm bunların üzerine sipariş almış olduğum komik opera ‘Bir Günlük Kral’ ilk temsilinden sonra yuhalanarak, fiyaskoyla sonuçlanmıştı… O dönem başarı hırsıma yenik düşmemeliydim, hayatımın en büyük keşkesi o dönemleri düşündüğümde belirir aklımda: Keşke aileme daha fazla vakit ayırsaydım…”

“Benim hayatımda ‘acaba yapsaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep akılla, beyinle özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en zor seyredilen dört serilik ‘Der Ring des Nibelungen’ bana ait, bazen modern müziğin başlangıcı olarak kabul edilen Tristan und Isolde  de yine benim eserim. Hayatta canım ne istediyse, aklıma ne estiyse onu yaptım ben. Son derece net ve keskin bir insandım, başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri asla umurumda olmadı. Ben dünyada eşi benzeri olmayan bir yetenektim ve hatta diyebilirim ki; yetenek mevzu bahis olduğunda kimse bana yaklaşamazdı… Belki benden birkaç ay sonra doğmuş o romantik İtalyan biraz yaklaşabilirdi ancak o kadar! Asla benim son derece entelektüel müziğimin yanından bile geçemezdi. Bazen düşünmüyor değilim, ‘acaba’ mesela: Minna ile evli olmama rağmen, hep bana destek olmuş, beni takdir etmiş beyefendilerin karılarıyla aldatmasaydım onu? Acaba o bana ilham veren güzel kadınların koyunlarına girmeseydim? Ben de sıradan bir erkek olsaydım eşine her daim sadık, dostlarının kadınlarına göz koymayan? Asla olmaz! Nasıl besteleyecektim o harikulade operaları? Güzellikti bana ilham veren ve güzelliğin sahibi başkası olamazdı. Çünkü operalarımda size verdiğim o güç ve tutku hissi ile kendinden emin olma durumu ancak tüm o güzelliklerin kayıtsız şartsız bana ait olmasıyla mümkündü!”

“La Scala konusunda çok hassastım. Aslında müziğe olan yeteneğim ben çok küçük yaşlardayken keşfedilmişti. Keşke babam konuyla ilgili daha ciddi girişimlerde bulunsaymış. 19 yaşında Milano Konservatuarına başvurduğumda beni almamalarının en büyük nedeni yaş haddiydi bence. Üzerine beni La Scala’da yuhaladıklarında gerçekten çok üzüldüm… Oysa aslında seyirci daha sonra alkış ve takdir konusunda son derece cömert davranmıştı bana. Olsun, bir kere darılmıştım ben ve bu dargınlık hayat boyunca ara ara hissettirdi kendini bana… Oysa başarısızlıktır, bazen de insanları başarıya götüren, keşke hiç darılmasaydım!

Ben, son derece köklü ve oturmuş İtalyan kültüründen geliyordum. Kökenleri Antik Roma’ya, Katolik Kilisesi ayinlerine ve Rönesans’a kadar uzanıyordu. Bizim için en ciddi gelenek “Grand Opera”ydı. Aslolan ‘bel canto’ yani iyi şarkı söylemekti. Operalarımı yazarken aklımda her rol için mutlaka bir isim olurdu. Sanatçılara göre yazardık eserlerimizi. Biliyorum o kendini beğenmiş Alman bu gelenekten tiksiniyordu. Onun için opera ‘Gesamtkunstwerk’ yani ‘birleşik sanat eseri’ adını verdiği bir müzik, şiir, dans gibi tüm sanatların  harmanıydı. Benim için opera eğlenmek içindi: İnsanlar gelir; sanatçı aryasını söyler, en yüksek notaya ulaşır ve alkışlanırdı… Onun içinse, insanların son derece geniş kapsamlı  artistik bir olayı izlemek amacıyla bir araya geldikleri sosyal bir ritüeldi… ”

“Babamı çok küçük yaşta kaybetmişim. Annemin onun yerine evlendiği ressam bozuntusu da genç yaşta öldü. Biz dokuz kardeşten çoğumuz sahne, müzik ve oyunculukla ilgilendik. 15 yaşına kadar müzikle ilgili herhangi bir gelişme göstermedim. Ancak o ilk gençlik yıllarımdan itibaren ışık hızıyla yeteneğimi göstermeye başladım. Acaba çok küçük yaşlardan itibaren müzik hayatımda olsaymış, daha çok eserim olur muydu? Sanmam! Çocuk yaşta sadece çok iyi eğitim almış insanların anlayabileceği çapta olan müziğimin hakkını veremezdim. Tam zamanında başlamıştım.

Ben yüksek kültürünü ancak 18.yy’da oturtabilmiş Alman ekolünden geliyordum. Bu kültür ilkin barok çağın dâhileri Bach ve Handel ile kendini göstermiş, daha sonra Gluck, Hayden ve Mozart gibi klasikçilerle iyice yükselmişti. Kültürümüzde devamlı olarak gelişen entelektüel, diplomatik ve ekonomik etkiler, ortak kimliğimizin oturmasında ve Germenik ülkelerin  kültürel devrimin merkezi olmalarında önemli bir rol oynamıştır. Benim müziğim ise tüm bu gelişmeleri ve Alman yüksek kültürünü taçlandırmıştır! Acaba ben ve müziğim olmasa, ulusal kimliğini yeni oturtmuş ve ulusal birliğine yeni kavuşmuş Birleşik Almanya bu kadar yüksek telden temsil edebilecek miydi kendini?”

“Böylesine kadim geçmişi olan bir kültürün, ulusal birliğine bu kadar geç ulaşmasına hep şaşırmışımdır aslında. Yeniden yükseliş adını verdiğimiz ‘Risorgimento’ dönemi boyunca Nabucco’daki ‘Va Pensiero’  aryasının bir özgürlük sembolü haline gelmesi hayatım boyunca gurur vermiştir bana. Suriye ve Babil Kralı Nabuccodonosor’un Filistin’i boyunduruk altına almasıyla, o dönemler Avusturya boyunduruğu altında yaşayan İtalyanlar kendilerini özdeşleştirmişlerdi. Esirler korosu tarafından söylenen ‘Va Pensiero’ adeta bir devrim marşı haline gelmişti ve ben de bir devrim kahramanı…”

"Acaba aşırı milliyetçi olmasaydım ve bu yüzden 12 yıl İsviçre’de sürgünde yaşamak zorunda kalmasaydım daha üretken olabilir miydim? Sanmam! Benim için Almanya, Alman Kültürü ve saf ırk kavramı her şeyden önce geliyordu. ‘Die Meistersinger von Nürnberg’ adlı eserimin sonunda açıkça belli ettim bunu. Anti-semitik düşüncelerimden dolayı da bir çok insan benden nefret ediyordu. Düşünmüyor da değildim acaba Parsifal’de bu kadar belli etmese miydim diye hislerimi? Ancak ben Yahudilerden arınmış bir Almanya istiyordum, bunu da mutlaka söylemem gerekiyordu…!”

“Ömrümün en önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün ve para bahşetmişti hayat bana. Milano’da emekli müzisyenler için bir huzurevi açtım. Bugün Casa Verdi olarak bilinen bu evin kapısı yaşlı müzisyenlere hala açıktır… Ben öldükten sonra tüm İtalya yasa büründü ve birden birisi mırıldanmaya başladı, ardından bir başkası, öbürü ve öteki derken kitlelerin dudaklarından şu mısralar dökülmeye başladı cenaze törenimde: Va’, pensiero, sull’ali dorate; Va, ti posa sui clivi, sui colli, ove olezzano tepide e molli l’aure dolci del suolo natal! (Uçun hayallerim, yükselin altın kanatlarla. Gidin oturun tatlı rüzgarların taze toprak kokusu taşıdığı, anavatan bayırlarına, tepelerine…)”

“Ömrümün en önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün  bahşetmişti hayat bana ancak paradan yoksun bırakmıştı beni. Bayreuth’da gördüğüm o güzel bina yeniden inşa edilmeliydi ve içerisinde sadece benim eserlerim sahnelenmeliydi. Her şeyiyle kendim ilgilenmeliydim bu sahnenin, çünkü başka kimse benim eserlerimin icrası için nelere gereksinim duyulacağını benden iyi bilemezdi. Paraya ihtiyacım vardı. Bereket tüyleri yeni yeni çıkmaya başlayan Kral II. Ludvig’in bana karşı duyduğu o sapıkça aşk imdadıma yetişti. Hayatım boyunca tüm arkadaşlarımı, bana yardım eden herkesi ustaca kullandığım gibi kralın  hislerini de kullanarak yüklü bir devlet fonu kopardım. Acaba kötü mü oldu? Tabi ki hayır! Venedik’te kalp krizi geçirdikten sonra Bayreuth’a getirilen naaşıma saygı gösterecek ve cenaze törenime katılacak pek arkadaşım kalmamıştı. Fikirlerimden o kadar etkilenen Nietzsche bile sırt çevirmişti bana. Ama olsun. Bugün yaptırdığım o salonda düzenlenen festivale katılan insanlar bilet bulmak için en az 5 yıl bekliyorlar. Mutlak sessizlik sağlamak için yaptırmadığım havalandırma eksikliği yüzünden, saatler süren operalarım boyunca fenalaşanları görmek, ölen olsa bile verdiğim talimat gereği kapıların açılmayacağını bilmek, orkestra piti görünmediği için, o ünlü maestroların, müzisyenlerin pişerek atlet ve şortla sanatlarını icra ediyor olmalarını bilmek bana sonsuz bir mutluluk veriyor!”

Adige Nehri’nin at nalına benzer bir kıvrım yaptığı ve çepeçevre sardığı toprak üzerine kurulmuş, dünyanın en romantik kentlerinden biri olan Verona’dayım. Romeo ve Jülyet’in şehri, aslında onlardan yüzyıllar önce ilkin Romalıların vatanı olmuş. Romalılardan bize miras kalan, dünyanın en iyi korunmuş amfitiyatrolarından biri olan Verona Arenası’nda Verdi ve Wagner Aryaları Galasını izleyeceğim. 2013 yılının Ağustos ayındayız. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da romantik akımın en önemli temsilcilerinden Verdi ve Wagner’in eserlerinden bir seçki beğenimize sunulacak. Sunacaklar arasında Placido Domingo’nun olması beni ayrı olarak heyecanlandırıyor! (Şef Daniel Harding’in yönetimi de cabası) Bu konser Verona’da her yıl düzenlenen geleneksel Yaz Opera Festivali kapsamında veriliyor. Festival 2013 yılında 100. Yaşını kutluyor. Verdi’nin doğumunun 100. yılı onuruna ilkin 1913 senesinde düzenlenmiş. Her iki müzisyen de birkaç ay arayla aynı yıl doğduğu için, 2013 yılında, doğumlarının 200. yıl dönümü onuruna, Verdi’yi Wagner’e kırdıran, ikisini birbiriyle kıyaslayan tonla konser verildi. İşte bunlardan birinde ben de hazır bulunmaktayım. Ancak aklımdan şöyle bir soru geçiyor: Şiir mi, düzyazı mı? Hayatta kimin hem acabaları hem de keşkeleri yok ki…?

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

23 Aralık 2013 Pazartesi

KÖPRÜLERDE VURULDULAR VE SAVAŞ BAŞLADI, BİR SARAYBOSNA TRAJEDİSİ

“Ben Avusturya – Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand. 28 Haziran 1914’te Latin Köprüsü üzerinde vurularak öldürüldüm. Suikasta kurban gidişim dünyayı kana bulayacak savaşın kıvılcımı olmuştu. Aslında bekliyordum bu sonu, Belgrad’da defalarca öldürmeye çalışmışlardı beni, başarıya Saraybosna’da Miljacka Nehri üzerindeki bu kadim köprüde ulaştılar…. Aynı günün sabahı bombalı bir saldırının hedefiydik eşim Sophie ile birlikte. Şükür ki bomba bize isabet etmemişti, ancak bizim yerimize yaralananlar olmuştu ve biz tam da hastaneden, onların ziyaretinden dönüyorduk o Gavrilo Princip denen Sırp genci her ikimizi de vurduğunda… Kendi karakterimin karanlık yönlerinin farkındaydım, her ne kadar siyasi alanda önemli bir kişilik olsam da, bence tüm negatif yanlarım anlaşılabilirdi; en nihayetinde ben de bir insandım… 

Hayatımda her şey, kuzenim Varis Prens Rudolf’un 1889 yılında Mayerling Av Köşkü’nde kendini öldürmesiyle dramatik olarak değişmişti. Babam Karl Ludwig hanedan veraseti için ilk sırada gelmekteydi ve fakat bu olasılığı ivedilikle bana bıraktı. Hemen ardından da tifo yüzünden aramızdan ayrıldı… Amcam İmparator Franz Joseph aslında beni pek onaylamıyordu, ne de olsa eşim Sophie soylulukta yeterli bir mertebeye sahip değildi, ancak amcamın fazla bir seçeneği de kalmamıştı! Rudolf onun tek oğluydu. Ölürken hayatta yaptığım bir çok şeyden pişmanlık duydum, özellikle aşırı av düşkünlüğüm sonucu canını aldığım tüm o hayvanlar için… ancak başta Almanya olmak üzere; Fransa, Rusya, İngiltere gibi güçlü devletlerin çıkar çatışmalarının bedelini ödeyecek kadar büyük değildi günahlarım! Hele hele benden önce karnından yara alan Sophie’nin ödediği bedel? Son sözlerim ‘yaşa ne olur, doğacak bebeğimiz için yaşa’ olmuştu… Yaşayamadı, hayatın acımasızlığı galip geldi…”

Miljacka Nehri usul usul akmaktaydı… Aynı yüzyıl içinde suları iki defa tamamen kana bulanmıştı. Üzerindeki köprüler yaşadıkları dramın ağırlığından çökseler yeriydi. Bu köprülerin en ünlüsü Latin Köprüsüydü. Bu taş köprü aslında orijinali 1541’e tarihlenen bir ahşap köprü yerine 1798’de Hacı Abdullah Briga tarafından yaptırılmıştı. Osmanlı yapısı olan köprü, şehrin kuzeyinde kalan tarihi merkezle, Hristiyanların daha yoğun yaşadığı ve o yüzden Latinluk ya da Frenkaluk olarak adlandırılan güney mahalleyi birleştirirdi…

“Ben Suada Dilberoviç. 5 Nisan 1992’de parlamentonun arkasındaki Vrbanja Köprüsü üzerinde vurularak öldürüldüm. Dubrovnik kökenli, Boşnak bir ailenin kızıydım. Saraybosna’ya tıp okumak için gelmiştim. 5 Nisan 1992’de vurulduğumda 24’üme basmak için sadece 50 gün kalmıştı… Biz çok yakın tarihe kadar birbirimizi Sırp, Hırvat, Boşnak diye ayırt etmeden severdik. Yüzyıllar boyunca Osmanlı yönetimi altında kalmıştık ve bir koca imparatorluğun hoşgörüsünü içimize sindirmiştik. Sonra Avusturya gelmişti ve şehrimiz iyice Avrupai bir görünüme bürünmüştü. Ferhadija Caddesi’nin bir ucundan diğerine doğru yürürken, birden Batı kültüründen Doğu kültürünün kalbine geçersiniz bu özel şehirde. Bir yanınızda Katolik Katedrali, Sırp Ortodoks Kilisesi, kafeler ve meydanlar ve heykeller görürken; 50 metre ileride camiler, hanlar, sebiller karşılar sizi. Biz ne zaman birbirimizden nefret etmeye başlamıştık onu hatırlıyordum ancak biz neden birbirimizden nefret ediyorduk, onun cevabını bilmiyordum. Bu cevabı veremeyenler olarak sayımız yüz bini bulmuştu. Koca bir kitle olarak barış gösterileri yapıyorduk o gün. Ben ve 34 yaşında, iki çocuk annesi olan Olga Sucic, en ön saflardaydık. Holiday Inn Otelinden Sırp keskin nişancılar tarafından açılan ateşle vurularak ölen ilk savaş şehitleri biz olmuştuk Vrbanja Köprüsü üzerinde… Bu köprü bizim adımızı taşır artık: Suada ve Olga Köprüsü…”

Miljacka Nehri akmak bile istememişti 44 ay süren bu gaddar kuşatma boyunca. Dile kolay 1425 gün… Dile kolay tüm dünyanın gözü önünde öldürülen 11.541 vatandaş… Bir çok köprü vardı Miljacka üzerinde… Yüzyıllar önce inşa edilen o ilk ahşap köprüden beri sadece birleştirici olsun istemişti Miljacka üzerindeki köprülerin…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK



ÜZERİNE AŞK SİNMİŞ TOPRAKLAR: İSTRİA YARIMADASI

“Şehrimizin modern tarihi, Rijeka’lı son derece zengin tüccar Iginio Scarpa’nın, merhum eşinin adını verdiği Villa Angiolina’yı yaptırmasıyla başlar. Aşk sinmiştir ta o zamanlardan bu topraklara, bir daha hiç geri gelmeyecek olana karşı duyulan sonsuz bir aşk… Bay Scarpa’nın bir diğer tutkusu da doğaya karşıymış, 1844’te inşa ettirdiği Villa’nın bahçesini Uzak Doğu’dan, Güney Amerika’dan, Avustralya’dan ve dünyanın diğer yerlerinden gelen bitki ve ağaçlarla donatmış.”

Akdeniz, Mediterraneo, Mare Nostrum… İki toprak arasındaki deniz… O iki toprağın her köşesinden aşkla bakmıştım ben de hayatım boyunca bu denize, ancak Opatija’da bilindik Akdeniz kültüründen farklı, kendine özgü bir hava vardı. Sanki yanı başına deniz konmuş bir Avusturya şehrine benziyordu! Aslında bu benzerlik kesinlikle rastlantısal değildi zira Scarpa’nın villasından sonra, zengin Rijeka şehrinin kalburüstü kesimi birer birer villalarını kondurmaya başlamıştı sahil kesimine. O zamanlar bu topraklar Avusturya İmparatorluğu’na dahildi, mimariye de aynı zevkin sinmesi çok doğaldı…

“Bakın, şehrimiz Opatija’daki yapıların çoğu Avusturya döneminde inşa edildiği için  100-150 yıllık geçmişleri vardır. Bir sayfiye yeri olarak  her ne kadar Birinci Dünya Savaşı öncesi tadını yansıtsak da, aslında ziyaretçilerin önemli bir kısmı da şehrin karizmatik bir duruşu olduğunda hemfikir. Bizim şehrimiz İstria Yarımadası’na giriş kapısı niteliğindedir. Coğrafi olarak yarımadada bulunmamıza rağmen, idari olarak farklı bölgeye bağlıyız.”

Çok doğru söylüyordu! Opatija demiryolu ile Viyana’ya bağlandıktan sonra, pıtrak gibi lüks oteller de açılmaya başlamıştı şehirde. Öyle ki başta Kraliyet Ailesi olmak üzere Viyana’nın asilzadeleri yaz aylarını geçirmek üzere bu lüks otelleri doldurmaya başlamışlardı. Adriyatik’te açılan ilk yat klubü olan Union Yacht Club Quarnero 1886 yılında faaliyete geçmişti. Bugünün Kvarner Oteli 1884’te Hotel Quarnero adıyla açılan ilk işletmeydi. Ondan bir yıl sonra prenses Stephanie’nin adını taşıyan otel açıldığında, hem prenses hem de eşi Habsburg veliahtı Rudolf (adı henüz Mayerling faciasına karışmamıştı) orada hazır bulunacaklardı. İmparator Franz Joseph bölgenin müdavimlerindendi. Özellikle soğuk kış aylarında sığındığı bir yerdi burası.

“Buradaki en eski yapı 14.yy’a tarihlenen bir Benedikten Manastırıdır: Opatija St. Jakova. Opatija manastır anlamına gelmektedir. Şimdi artık yarımadayı gezmeye başlayacağız sizlerle. Bu üçgen şeklindeki toprak üç ülke arasında paylaşılır: Hırvatistan, Slovenya ve İtalya ancak %89’luk payla Hırvatistan bölgenin büyük çoğunluğuna sahiptir. Doğumuzda Kvarner Körfezi kalır ki, Romalılar zamanında bu körfezi “Mare Quartino” yani Dört Deniz olarak adlandırmışlar. Hemen karşılarında duran Krk ve Cres Adalarının denizi dört parçaya ayırdıklarını düşünmüş olmalılar… Batımızda ise Trieste Körfezi bulunur. İstria ismi, bazı tarihçilerin farklı lehçesi olan İliryalı bir kavim olarak nitelendirdikleri Histrilerden gelir.”

Toprak özelliklerine göre üç rengin adını alan bölgelere ayrılmıştı İstria. Kireçtaşının yoğun olduğu yere Beyaz İstria, toprağın grimtırak olduğu ve genelde hayvancılık yapılıp, meyve yetiştirilen yere Gri İstria, batı bölgesinde toprağın kırmızımtırak tonlara büründüğü, zeytin ve üzüm yetiştirilen alana da Kırmızı İstria demişlerdi. Benim için en güzel bölgesi Kırmızı olanıydı… Üzüm ve zeytin, Akdenizliliğin en kuvvetli simgeleri…

“Kış Olimpiyatlarının yapıldığı Torino’dan 100 km kuzeydeyiz. Kanada şehri Ottawa’dan da 100km daha kuzeydeyiz. Tanrının bize bahşettiği bir lütuftur havası, toprağı, suyu bu coğrafyanın, bu kadar kuzey enlemlere karşın leziz zeytinyağları üretiriz biz burada. Yerel ürünlerimiz arasında, tepe köylerinde üretilen ve parmak ısırtan proscuittolarımız da bulunmaktadır. Yol kenarında gördüğünüz standlarda satıcılar elleriyle yaptıkları bal, armut, keçiboynuzu ve üzüm grappalarını satarlar. Ancak en enteresan ürünümüz truffe mantarıdır. Son derece makbul bir yiyecek türü olan bu mantarın aromalı bir kokusu vardır ve yerden birkaç santim ila bir metre arası değişen derinlikte bulunurlar. O yüzden biz bu mantarı köpeklerle ararız. Bu köpekler 4-5 yıl süren bir eğitimden geçtikten sonra, konularında uzmanlaşırlar. Siyah ve beyaz olan iki türü vardır, beyaz truffe sezonu 15 Eylül – 15 Kasım arasıdır ve kilosu yaklaşık 3800 Euro’dan satılır. Siyah truffe sezonu 6-10 ay arasıdır ve o yüzden daha ucuzdur.  Köylülerimizden Zigante adlı bir bey 1999 yılında tam 1310 gramlık bir mantar bulmuştur ve böylelikle Guinness Rekorlar kitabına geçmiştir.”

O anlattıkça ben acıkmaya başlıyordum. Birazdan varacağımız ve tüm Akdeniz’deki en favori yerlerimden Rovinj’de yiyeceğim öğle yemeğinin hayallerine dalmıştım. Yanında İstria’nın hangi güzel şarabından içebilirim diye düşünüyordum: Yarımada’ya özgü kırmızı Teran mı, yoksa kıyı kesimi coğrafyasının vazgeçilmez beyazı Malvasia mı? “Bu sıcakta beyaz tercih etsen daha iyi olacak…” Eufemia’ydı konuşan. Sarı saçları ve masum yüzüyle gülümsüyordu bana Kadıköylü hemşerim. “Birazdan Rovinj’de sizin lahtinizin olduğu iddia edilen kilisede ziyaretinize gelecektim ben de Sayın Azize. Öneriniz için çok teşekkür ederim!” “Anlat onlara ne olur, o Hırvat rehber iyi bilmez. Sen hep götürdün grupları Kadıköy’de benim adıma ithaf edilmiş kiliseye. Her gün binlerce kişi geçer önünden o kilisenin ancak kimse bilmez adımı. Kimse hatırlamaz 16 Eylül 303’te pagan Romalılar tarafından nasıl hunharca öldürüldüğümü sırf inancım yüzünden. Ben Kadıköylü Eufemia, şehit edildim doğduğum topraklarda ama kimse anmaz adımı oralarda… “ Azize haklıydı. O İstanbul’umuzun biricik koruyucusuydu ancak 800 yılında Rovinj’deki kilise çanlarının denizde yüzen bir lahti haber etmesiyle, o lahtin içinden çıkıp, gelişini haber vermişti köylülere. Bu efsaneye temel olarak Konstantinopolis’te baş gösteren ikonakırıcılık dönemini kabul etseler de, ben azizenin röliklerinin hala İstanbul’daki Aya Yorgi kilisesinde olduğuna inanıyordum. “Merak etmeyin sayın Azize, anlatacağım hikayenizi… Bu arada buralarda uzun yüzyıllar kaldığınız için soruyorum, aklınızda güzel bir malvasia üreticisi var mı?”

“Yarımadamızın batısı hep Venedik etkisindeydi, doğusu ise Avusturya. O yüzden Hırvatça yanında İtalyanca batıdaki ikinci dildir. Opatija ne kadar Avusturyalıysa, batıda ziyaret edeceğimiz Porec ve Rovinj de o kadar Adriyatiklidir. İlginç olaylara da sahne olmuştur özünde sakin olan topraklarımız. Jules Verne ünlü eseri Mathias Sandorf’ta yarımadamızın tam ortasındaki Pazin’den bahseder. Sandorf buradaki kaleden kaçarak tüm Akdeniz’e yayılan destansı macerasına başlayacaktır. Güzelliği dillere destan Lim Kanalımızda ünlü korsan Henry Morgan’ın zamanında bir hazine sakladığına inanılır. En ilginç olaylardan biri ise, Napolyon 1797’de Venedik’i işgal ettiğinde, dini değerlerinin Fransız Devrimi’nin hışmına uğramasından korkan Venediklilerin, 300 kadar azizin röliklerini 1818 yılında buraya getirmiş olmalarıdır. Vodnjan Mumyaları olarak bilinen bu rölikler St. Blaise Kilisesinde görülebilirler.”

Anlattıkça anlatıyordu Livio, tüm iyi rehberler gibi konuşmasını çok seviyordu. Biliyorum uzun uzun 6.yy’da yapılmış UNESCO’nun Kültür Mirası Listesindeki Euphrasia Basilikası’ndan da bahsedecekti. Pula şehrinin Romalı geçmişinin ve ünlü amfi tiyatrosunun da bahsini edecekti… Ve hatta Pula’da James Joyce’un bir dönem İngilizce öğretmenliği yaptığından bile dem vuracaktı bir kafe önüne konmuş heykelinin önünden geçerken. Bense yine dalmış çok da uzağımızda olmayan Brijuni Adaları’nı düşünmekteydim…  1893’te ünlü Viyanalı iş adamı Paul Kupelwieser, aynen Opatija örneğinde olduğu gibi bir süper lüks sayfiye yerine çevirmişti bu takımadaları. 1983 yılında Doğal Park alanı olarak yeniden düzenlenmesi öncesine kadar da bu şaşalı yaşamın set alanı olmaya devam edecekti. Buraların son efendisi eski Yugoslavya’nın ünlü başkanı Josip Broz Tito’ydu. Soğuk Savaş sırasında, Dönemin başkanları olan Mısır’ın Nasser’i ve Hindistan’ın Nehru’su ile 1956 yılında Brijuni’de toplanıp, tam da burada Bağlantısızlar Hareketi’nin temellerini atmıştı. Hiçbir güç bloğuna dahil veya hariç olmayacaklardı… Tito’yu bu adalarda 100’ün üzerinde ülke başkanı ziyaret etmişti. Aralarında John F. Kennedy de vardı. Sadece başkanlar mı, Tito’nun verdiği çılgın patilerin davetlileri arasında Sofia Loren, Elizabeth Taylor gibi dilberler de varmış… Başta söylediğimiz gibi, bir defa aşkla kutsanmıştı bu topraklar ve onun gücünden kimse kaçamıyordu… başkan bile olsa…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK