27 Ocak 2014 Pazartesi

YEMEN NOTLARI BÖLÜM II


Çocuklar “sura sura” diye bağırarak koşuyorlardı ardımdan. İlkin ne dediklerini anlamadım ancak daha sonra bunun “suret” yani fotoğrafımı çek anlamına geldiğini çark etti beynim. Benim gibi, insanların suratına doğru makine objektifi tutmaktan utanan birisi  için son derece hoş bir teklifti! MÖ 2300 ila 600 yılları arası Saba, Awsiyan, Kataban, Hadramut, Himyarit gibi uygarlıklara ev sahipliği yapan Yemen’in yine tarihi şehirlerinden biriydi yeni hedefim Thula. On dört yaşında, pembe etekli, siyah beyaz bir başörtüsüyle başını kapatmış Rüya hemen yanıma geldi ve “Bugün buraya gelen ilk turist sensin” dedi. Güzel bir İngilizceyle bana rehberlik etmeye başladı. Son derece zarif bir gülümsemesi vardı. Beni, Osmanlı Kalesini göreceğim yüksek bir noktaya çıkarttı. Birbirimize baktık. Ona şunu demek çirkin bir kara mizah olacaktı: “Bak Rüya belli ki sen zehir gibi zeki bir kızsın ancak yanlış yerde doğmuşsun. Henüz on dört yaşındasın ve kapanmışsın, kısa zaman sonra ise kara çarşafa gireceksin ve o güzel İngilizceni unutacaksın çünkü seni yabancılarla konuşmamaya zorlayacaklar…”

Yemen şehirlerinin bana en ilginç gelen özelliklerinden biri yağmur sularını toplamaya yarayan koca havuzlar oldu. Pislik içindeki suyu sarı bidonlarıyla havuzun içine inen merdivenlerin ucunda durarak alan kadınları görünce, susuzluğun ne kadar ciddi bir problem olduğunu çok daha iyi kavrıyorum. Küresel ısınma sonucu dünyada baş gösterecek olası susuzluk için ilk aday başkent Sana’a imiş. Hayati önem taşıyan suyun önemli bir bölümünün kat üretimine gittiğini hatırlayınca yine aynı garip hissiyatı ve öfkeyi yaşadım. Artık kahve de Yemen’den gelmiyordu çünkü aynı kat gibi yüksekleri seven kahve yerine kat ekmeyi daha uygun görüyordu Yemenliler. Kahve adına size sundukları garip bulamaç ise ancak kahve kabuğunun kaynatılmış haliydi.

Yemenliler memleketlerinin Arapların atalarının doğum yeri olduğuna, kendilerinin de Nuh’un büyük oğlu Sam’in soyundan geldiklerine inanıyorlar. Sana’a’nın adını, Sam’den aldığını söylüyorlar. Şehir yüzyıllar boyu önemli bir ticaret noktası olmuş. Afrika, Asya ve Avrupa arasında stratejik bir ticaret merkezi olan ülkenin tarihi limanları Mocha, Aden ve Mukalla’dan, Hint diyarlarından getirilen ipekler, abanoz, dokumalar ve baharatlar Kızıldeniz vasıtasıyla Akdeniz Dünyasına ulaştırılırmış. Hint Okyanusu ticaretini uzun zaman Hintlilerle birlikte tekellerinde tutmuşlar. Ne zaman ki Mısır’ın Yunanlıları, buradaki muson rüzgarlarının sırrına vakıf olmuşlar (MÖ. II. yy), onlar da Kızıldeniz’de yelken açmaya başlamışlar. İşte o zaman ilk ticari darbeyi almış Yemen Kabileleri. Sadece Arabistan Yarımadası’nın güneyinde bulunan buhur ve mür ticareti ise Tütsü Yolu dedikleri kara rotasıyla Şam diyarına kadar ulaşırmış. Ancak ülkeyi bugün ticari açıdan güçsüzleştiren asıl darbeyi, Keşifler Çağı döneminde Ümit Burnu’nu dönerek yeni ticaret rotasını keşfeden Portekizliler vurmuşlar.

Tüm bunları düşünerek Bab-al Yemen’e (Yemen Kapısı) varıyorum. Değişiklik olsun diye “debbeb” adını verdikleri yıkık dökük dolmuşlardan biriyle geliyorum eski şehrin günümüze kalmış tarihi ana kapısına. İçeri girer girmez ticaretin hala ne kadar dinamik bir şekilde devam ettiğine tanık oluyorum. Elinde tefle şarkı söyleyen bir dedenin etrafında büyükçe bir erkek kalabalığı toplanmış. Ben de aralarına giriyorum ve gözler (ve tabi ki tef) bana doğru dönüyor. Yolu yok, çıkarıp 100 Riyal uzatıyorum. Devamlı olarak “Ahlan ve sahlan”, “Welcome to Yemen” (Yemen’e hoş geldin) cümleleri  yöneltiliyor ve kibarca tüm erkekleri selamlayıp, teşekkür ediyorum. Arada kara çarşafına sarınmış kadınlarla göz göze geldiğimizde, karmaşık bakışlarından hiçbir anlam çıkaramıyorum. Eski şehirde dolaşırken hep aynı soruya takılıyor zihnim: Pazar yerinde bir turist, bir yabancı olarak bana son derece iyi davranan bu insanlar aslında ne kadar iyiler? Yemende kadınlar üç hafta içinde kapanmak zorunda kalmışlar. Önce direnir gibi olmuşlar ancak yüzlerine kezzap atılıp, yoğun baskıya maruz kalınca kapanmaktan başka çareleri kalmamış. Oysa daha sonra ziyaret edeceğim Jibla şehrinin efsanevi Kraliçesi Arwa 1067’den 1138’e kadar bir kadın olarak tek başına yönetmiş ülkeyi… Ne değişmişti? Benim gibi bir yabancıya iyi davransa da; poligamiyi destekleyen, mahkeme önünde kadının oyunu yarım gören, mecliste kadın sayısını bir elin parmakları kadara indiren, karısına sokağa çıkmak için bile kendinden izin almasına zorlayan bir zihniyet ne kadar iyi olabilirdi? Ancak bunu sorgulamak bana düşmezdi. Olayların nasıl olması gerektiğini bildiğimize inansak da, olaylar basitçe: oldukları gibiydi…

İronik olarak tam da bu noktada Kuran’da geçen Fil suresini hatırlıyorum. Habeşistan Kralının Yemen’e hükümdar tayin ettiği Ebrehe, Mekke’ye giden kervanları ve Kabe ziyaretçilerini çekmek, Sana’a’yı Mekke’ye rakip bir ticaret merkezi haline getirmek üzere burada bir tapınak inşa etmiş. Tapınağına kimse gelmeyince çok sinirlenmiş ve Kabe’yi yıkacağına yemin etmiş. 571 yılında altmış bin asker ve on fille Mekke’ye doğru yola çıkmış. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye girerken daha önce hiç görülmemiş, kırlangıca benzer kuşlar bir anda ortaya çıkarak orduya saldırmışlar. Bu olay Hz. Muhammed’in doğduğu yılda meydana geldiğinden, peygamberin ilk mucizelerinden sayılmış… Tapınağın ise bugün yerinde yeller esmekte…

Artık grupla buluştuk ve Aden’e doğru yola koyulduk. Yol boyunca yükseltiler üzerinde, kartal yuvasını andıran noktalarda hep bir Osmanlı Kalesi ile karşılaşıyoruz. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethi ve Memlüklü Sultanlığına son vermesi ile Yemen Osmanlı idaresi altına girmiş. Mondoros Mütarekesi sonucunda da kaybedilmiş. Osmanlı nasıl İstanbul’un güvenliğini Tuna’da görmüşse, kutsal şehirler Mekke ve Medine’yi ihtiva eden Hicaz’ın güvenliğini de Yemen’de görmüşler. Yoksa Osmanlı’nın Yemen’i tutmasının maddi açıdan hiçbir zaman getirisi olmamış. Bilakis, Yemen Osmanlı’ya çok pahalıya patlamış… hem maddi açıdan, hem de bu diyarlarda özellikle I. Dünya Savaşı sırasında şehit olmuş, sayıları 300 bin ila bir milyon arası telaffuz edilen canlar açısından! Boşuna dememişler Yemen Türküsünde “Burası Huş’tur, yolu yokuştur. Giden gelmiyor acep ne iştir” diye… Yolun ne kadar yokuş olduğunu bir zamanlar Osmanlı’nın karargah merkezi Taiz’e vardığımızda anlıyorum!

Taiz çarşısında bir gümüşçüye giriyoruz. Telkari işlemeleri çok da fazla kalmamış ancak amber ve inci son derece uygun fiyata satılıyor. Kurutulmuş ufacık balıklar, tütün, basura iyi gelen bir meyve (!) ve buhur, satılan diğer mallar arasında.

Artık yavaş yavaş son noktaya doğru ilerliyoruz. Bir yıl içinde ikinci defa Hint Okyanusu kıyılarına varıyorum. Aden şehri tarihinden çok coğrafyası ile etkiliyor beni çünkü şehrin tarihi limanı bir krater içine kurulmuş! Krater duvarlarına bakmaya doyamıyorum. Bazı insanlar için taşlar bir şey ifade etmez, bazıları içinse çok şey söylerler… Ben hep ikinci gruptandım!

Okuma yazma oranının %38 olduğu Yemen’de, Fetullah Gülen’in 18 tane okulu varmış. Bunlardan 3 tanesi Aden’deymiş. Bu da bize THY’nin niçin hem Sana’a hem de Aden’e seferler düzenlediğini anlatıyor…

İyiden iyiye karnımız acıkıyor. Hani şu Lonely Planet kitaplarında ‘lokal yerlerde lokal tatlar deneyin’ der ya, grupça öyle bir şey yapalım diye geçiriyorum içimden… Ve gönlümden geçen de oluyor. Milyonlarca torbanın kirlettiği deniz kıyısında, elleriyle pilava, ekmeğe ve balığa dalan onlarca erkeğin yanında bize de bir aile salonu açılıyor. Kocaman balıklarımızı itinayla seçtikten sonra, bunlar hijyen koşullarının son derece elverişsiz olduğu bir tezgah üzerinde temizleniyorlar. Ucunda uzun bir demir olan yassı  tel üzerinde ise ateşe atılıyorlar. Nar gibi kızardıktan sonra önümüze getiriliyorlar! Önce biraz nazlanıyoruz ancak sonra ellerimizle dalıyoruz. Hayatımda yediğim en güzel balıklardan biri! Paşa’nın Floransa’da bana dediğini hatırlıyorum: “Medeniyetin nerede doğduğu değil, şu an nerede olduğu önemlidir…”
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK








YEMEN NOTLARI BÖLÜM I

“Medeniyetin nerede doğduğu değil, şu an nerede olduğu önemlidir.”  Bana göre tarihi olan bu cümleyi söylediğinde Paşa, tam da Floransa Vaftizhanesinin efsanevi güzellikteki Cennet’in Kapısına bakıyordum. Ghiberti Usta’nın kapı üzerindeki panolara işlediği on Tevrat olayından, Süleyman’ın kendi yaptırdığı tapınakta Saba Melikesi Belkıs’ı ağırlamasını izliyordum hayran hayran. Sanırım Yemen’e karşı ilgimi uyandıran şey bu an olmuştu. Tarihin güçlü kadın yöneticileri her zaman ilgimi çekmiştir. Er ya da geç Saba Melikesinin ülkesini görmem şarttı!
2011 yılında Arap Baharının başlamasıyla birlikte Yemen’e seyahatler iyiden iyiye zorlaşmıştı. Güvenlik nedeniyle turistik ziyaretler katiyen tavsiye edilmiyordu. 2012 yılı boyunca ara ara kaçırılan turistlerle ilgili haberler gelmeye devam etti. Ben bekledim. 2013 yılında değişen pek bir şey yoktu. Ben bekledim. 2014 yılının ilk günleriydi ve yol hikayesi şöyle başladı: Alakasız bir konuyla ilgili olarak yıllardır görmediğim bir rehber arkadaşımı aradım. Sohbetin ortalarına doğru “Ben de Yemen’e gidiyorum” dedi. “Ne zaman?” diye sordum. Hemen birkaç gün içinde grupla yola çıkıyorlardı. Hiç düşünmeden “ben de geliyorum” dedim. Onların programlarının son 3 gününü yakalayacak şekilde ben de kendime ayrı bir rota çizdim. Gezinin bir kısmında da olsa özgür olmam gerekiyordu. Ertesi gün Yemen Fahri Konsolosluğu’ndaydım. Yemen ile vizeler resmen kaldırılmıştı ancak karar henüz yürürlüğe girmemişti. O yüzden vize harcını yatırmam gerekiyordu ve ücretin 350TL olduğunu söylediklerinde hiç yapmadığım bir şey yaptım ve “Böyle harç mı olur, ben rehberim, sizin ülkenize turizm elçisi olarak gidiyorum, aslında benden hiç para almamanız gerekir” dedim. Konuyla ilgili ısrarcı olunca harç ücretini en sonunda 250TL’ye düşürdüler. Cebime kar kalan 100 liram, gıcır gıcır Yemen vizem ve suratımda mutlu ifademle bavul toplama vaktim gelmişti!

Türk Havayolları’nın uçağı Sana’a Havalimanı’na gecenin ilerleyen saatlerinde indiğinde nedense hiç yanılmayan içgüdülerim dışarıda beni kimseciklerin beklemeyeceğini söylüyordu. Yoğun programının baskısından dolayı kafası karışmış olan arkadaşımın geliş tarihimle ilgili hata yapacağını ve oradaki yerel acentayı yanlış bilgilendireceğini bir şekilde ön görmüştüm. Saat sabahın 03.30’uydu ve evet beni dışarıda bekleyen kimse yoktu! En güzel gülümsememi takınıp tüm o birilerini bekleyen erkek kalabalığının önünden geçiyordum ancak nafile. Taksi servisi verip birkaç dolarımı almaya hevesli kişiler dışında kimse benimle ilgilenmiyordu. 2200 metrelik irtifası ile Sana’a şehri Arap Yarımadası’nın en serin yerlerinden biriydi ve önümde gördüğüm tüm erkekler hemen hemen aynı şekilde giyinmişlerdi: klasik beyaz entari veya peştamal üzerine kirli bir mont ve bellerinde “cembiye” adı verilen bir tür eğri kama. Okumuştum bir yerlerde gitmeden önce, bele takılan cembiyenin sadece bir erkeklik sembolü olduğunu, aslında hayat boyunca hiç kınından çıkarılmadığını… Ve fakat gecenin o ilerlemiş saatlerinde tek başına bir bayan için cembiyeler arasında yolunu bulmak çok da eğlenceli değildi! Hele benim gibi başı açık gezen bir kadın için…

En sonunda eli yüzü daha düzgün olan bir kişiye doğru yöneldim. Elle, kolla, Arapça, İngilizce, Türkçe olarak yaptığımız pazarlıklar sonucu beni otelime bıraktı ve takip eden günün Cuma, yani tatil günü olduğunu hesaba katarak birkaç saat sonra gelip beni almasını tembih ettim. Sözleştiğimiz saatte kapıda beliriyor şoförüm Nabil. Gel diyorum; resepsiyona adını, plakasını ve telefon numarasını bıraktırdıktan sonra başlıyoruz başkent civarındaki tarihi yerleri gezmeye. İlk durağımız Vadi Dhar’da,  Arapça Taş Ev anlamına gelen Dar’ül Hacer oluyor. Yeşilin sık görülmediği bir coğrafyada, bereketli vadide gördüğüm bitki örtüsüne şaşıyorum.

Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim’le başlayan Yemen Macerası 400 yıl sürmüş. Bu yılların sonunda ise imameti elinde bulunduran İmam Yahya, Osmanlı sonrası ülkenin bağımsızlığını ilan ederek Yemen’in başına geçmiş. Taş Ev onun yazlık sarayı. Binanın üzerine oturtulduğu kayanın Saba Melikesi Belkıs döneminde oyularak ev şeklinde kullanıldığıyla ilgili bir rivayet var. Beş katlı ve 35 odalı yapı,  hem Yemen mimarisinin, hem de taş oymacılığının son derece etkileyici bir örneği. Birden bazı kaynaklara göre Yemen ile Umman arasındaki geniş düzlüklerde yaşadığı söylenen ve İrem Şehrini kuran Ad Kavmini hatırlıyorum. Nuh Kavmi gibi Allah’ın gazabına uğrayan eski bir Arap Kabilesi olan Ad Kavmini Hz. Hud Kuran’ın Şuara Suresi’nde şöyle uyarmış: “Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” Karşımdaki yüksekçe yere inşa edilmiş anıta bakınca Hud Peygambere pek de hak veremiyorum. Nihayetinde buranın sahibi olan Yahya 1948’de öldürülüp bu dünyadan göç etse de, anıt zamana meydan okuyor!

Yola devam ediyoruz. Bu plansızlık içinde atladığım bir nokta var: Uzun yol iznim yok. Birkaç asker denetim noktasında takılıyoruz, bazısından dil dökerek, diğerlerinden ise ufak rüşvetlerle geçip Kevkeban’a ulaşıyoruz. Burası anında tüm Yemen’deki en favori yerim oluyor! Bir kere isim muhteşem: kökünde Arapça “gezegen” kelimesi var. Hakikaten de ayın yüzeyini andırır bir coğrafyada, masa şeklinde bir dağın üzerinde, bulutlara asılı gibi, 3000 metrede yalnız bir kent Kevkeban. Kıvrıla kıvrıla yukarı doğru tırmanırken fotoğraf çekmek için birkaç defa durduruyorum Nabil’i.

Derler ki Kevkeban’a bu adı pencereleri gümüşten olduğu ve parladığı için vermişler. Sert ve sarp coğrafyası Osmanlı’ya da uzun zaman geçiş vermemiş. Emir Şerafettin isyanı bu bölgede Osmanlı’yı en çok oyalayan ve en fazla şehit vermesine yol açan olay olmuş. Birçok insan için taş pek bir şey anlatmaz, bazıları içinse çok şey anlatır. Ben ikinci gruptanım. Bunu uçurumun kenarında durmuş, aşağıdaki Shibam Kentini ve ilerideki koca bir kaya üzerine kurulmuş Thula Kalesini izlerken iliklerime kadar hissediyorum!

Karnımız iyiden iyiye acıkıyor. Hani şu Lonely Planet kitaplarında ‘lokal yerlerde lokal tatlar deneyin’ der ya, ben de iyice turist moduna bürünmüş, Nabil’e “Haydi Nabil gel lokal bir eve gidelim, misafir olalım” dedim. Zaten konumu ötürü beni benden geçirmiş Kevkeban’da tüm turistleri avlayan Yahya, bizi de keşfetmekte gecikmedi ve onun alçak gönüllü evine misafir olduk. Yahya’nın oğulları alelacele pişirilen yemekleri yer sofrasına dizmeye başladılar. Bu arada Yahya’nın, evinde kalan ziyaretçilere tutturduğu anı defteri ilgimi çekti. Deftere yazan her milletten insan ev sahibinin kendisine bir baba gibi davrandığını ifade etmişti. Son derece misafirperver olduğundan dem vurmuşlardı. Bana göre Yahya da dünyadaki herkes gibi ekmeğinin peşinde, normal bir insandı. Sunacak başka bir şeyi olmadığı için dostluğunu vererek para kazanmak zorundaydı. Misafirperver olmalıydı. Onun toprakları medeniyetin doğduğu yerlerdi ancak bugün bu kavram onun evinden fersah fersah uzaktaydı ve anı defterinde yazanlar benim için gerçeği ifade etmiyorlardı…

Yemenliler için öğle yemeği en önemli öğün. Kesinlikle çok kuvvetli olması gerekiyor. Birinin evine misafirseniz de yemeğin mutlaka artması gerekiyor. Yerseniz tekrar yemek geliyor. Biz de önümüze konan çeşit çeşit yemeğin tadına bakıp, çoğunu arttırıyoruz. Yemek sonrası ben kalkmaya yeltensem de Nabil eliyle otur diyor. Tabi ya! Yemen için “kat” vakti! Bunu çok defalar okuyup, çok defalar dinlemiştim. Öğle yemeğini yedikten sonra halkın çoğunluğu, bu hafif kafa yapan yaprağı çiğnemeye başlıyor. Kafa güzelleştikten sonra da çalıştır çalıştırabilirsen Yemenliyi! On dakika kadar keyif yapmasına izin veriyorum ancak sonrasında bağır çağır yerinden kaldırıp beni Thula’ya götürmesini başarıyorum sevgili Taksi şoförümün.


Katın Latince adı “Kata Adolis”. Bir buçuk metre boyuna ulaşan bir ağaççık ve kökeni Doğu Afrika. Buradan Habeşistan ve Yemen’e yayılmış. Yüksekleri ve bol suyu seven bir yapısı var. Toplandıktan sonra 12 saat içerisinde taze taze çiğnenmeli. Öğleden sonra bu yüzden erkeklerin bir yanağı davul gibi şişiyor. Torbalarla aldıkları katı saatlerce çiğniyorlar. Kadınlar da çiğniyorlar ancak onlar yanaklarını bu kadar şişirmiyorlar. Bu konu beni darmadağın eden hususlardan biri oldu. Lakin Yemen’de çalışan bir insanın günlüğü 8-20USD olarak değişirken, günlük kata harcanan para yaklaşık 5-20USD arasında değişmekte. Bu da gösteriyor ki milli hasıladan yarıdan fazlası kata gidiyor! Öbek öbek katı koydukları naylon torbaların yarattığı çevre kirliliği de cabası!

Düşünsenize dünyanın en fakir 10 ülkesinden birindesiniz. Oysa zamanında Arabistan Yarımadası’nın Yemen ve Umman’ı kapsayan güney bölgesine, yeşil toprakları ve ılıman ikliminden dolayı Yunanlılar “Eudaimon Arabia” (Kutsanmış Arabistan), Romalılar “Arabia Felix” (Mutlu Arabistan) ve Ortaçağdaki Arap Bilginleri de “El Yemen es-Saiyd” (Mutlu Yemen) ismini vermişler. Ülkede hiç beklemeyeceğiniz düzeyde bir tarım aktivitesi var ki bu olası potansiyelin çok altında. Buna rağmen sokak başında açılmış seyyar manav tezgahları bu ülkede gözüme en güzel görünen unsurlardan biri oldu. Ancak bir babanın çocuğuna meyve almak yerine, kendi zevki için o parayla kat alacağını düşünmek beni kahretti. Mutluluk neydi? O katı çiğnediğinde duyacağı anlık haz mı? Benim için mutluluk yine başka bir anlık haz sonucu bu dünyaya getirilmiş çocukların sokakta ayakkabısız gezmediği günleri görmekti… Bunu elimde fotoğraf makinemi görünce “beni de çek, beni de çek” diye bağrışan Yemenli çocuklarla tanışınca daha iyi anladım…


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

7 Ocak 2014 Salı

“BARBARLARIN YAPMADIĞINI BARBERİNİLER YAPTI ONA” PANTHEON’UN HİKAYESİ

Çok yorgunum. Koca yuvarlak bedenim, artık üzerimdeki kudretli kubbeyi taşıyamayacak kadar bıkkın hayattan. Ne çağlar görmedim ki? Ne hayatlar geçip gitmedi   önümden… Ben ki koskoca Roma İmparatorluğu’nun tüm tanrılara adadığı tapınak, ben ki dini bir yapı olmanın yanında, seküler bir abide olarak Roma’nın en yüce simgesi; şimdi elinde dondurmayla fotoğraf çektirenlere eşsiz bir fon oluşturmaktayım!

Benim gibi sonsuz zamanlara ait olan Colosseum için İngiliz Rahip Bede şöyle demiş: “Quandiu stabit coliseus, stabit et Roma. Quando cadit coliseus, cadet et Roma. Quando cadet Roma, cadet et mundus.” “Colosseum ayakta durdukça Roma ayakta duracaktır. Colosseum düşerse, Roma da düşer ve Roma düşerse, tüm dünya yıkılır!” İşte bu kehanete inat o da ben de ayaktayız. Yüzyıllar geçti üzerinden ancak yüksek medeniyetimizin  barbar kavimler tarafından yağmalanmasını ve yıkılmasını kabullenemedik hala.

Adım “Tüm Tanrılar” anlamına gelen “Pan Theon”.  2041 yaşındayım. Beni  Actium Deniz Savaşı’nda Marcus Antonius ve Cleopatra’ya karşı kazanılan zaferden sonra üçüncü defa konsül seçilen Marcus Agrippa inşa ettirdi. O yüzden kafanızı kaldırıp baktığınızda gördüğünüz üçgen alınlığın aşağısındaki kitabede şöyle yazar: M. AGRRIPPA, L.F. COS. TERTIUM FECIT. (Üçüncü defa konsül olan Lucius oğlu Marcus Agrippa yaptırdı) Tarih MÖ 27’diydi. Bu kitabeyi aslında İmparator Hadrianus koydurttu. Zira önce 80 yılında bir yangına kurban gittim, daha sonra üzerimde bir şimşek patladı ve 110 yılında bir başka yangına daha yakalandım. İşte o zaman Hadrianus baştan aşağı tekrar inşa ettirdi beni ve atalarına ayıp olmasın diye de kitabeyi koydurttu. Tarih MS 128’di.


İnsanlar zamandan korkarlar. Bizim gibi ölümsüz yapılar ise zamanı korkuturlar! Yine de depremler, su baskınları, yangınlar, türlü türlü felaketler az zarar vermemişlerdir bize. Gotlar varıp mahvetmeden önce tüm şehri, Septimus Severus ve Caracalla itinayla restore ettirdiler beni. İlk Hristiyan İmparatorlar ise yüz çevirdiler bana pagan tapınağıyım diye ve terk ettiler beni. 5.yy’ın sonuna doğru başımıza gelen o felaketten ben de gani gani nasibimi aldım ve barbarlar tarafından hunharca yağmalandım. Tam 1200 yıl sonra Romulus’un şehri hırsızların ve katillerin yatağı olmuştu. Geçirdiğim en zor zamanlardı onlar, beni yıkacaklarını zannetmiştim ki bir mucize oldu. Bizans İmparatoru Phocas tarafından Papa IV. Boniface’ye hediye edildim. Bundan bir yıl sonra, 609 senesinde aynı Papa’nın emriyle kilise olarak takdis edildim. Artık adım Santa Maria ad Martyres idi – Meryem Ana ve tüm şehitlere adanmıştım!

Kiliseye çevrilmem beni yıkımdan kurtarmıştı kuşkusuz ancak çilelerim bitmemişti! Bizans İmparatoru II. Constans şehrimize yaptığı 12 günlük ziyarette Gotlardan kalan ne varsa alıp götürmüştü. Özellikle üzeri altın kaplama bronzdan tavan karolarımı. Tavanımı kurşunla kaplayan Papa III. Gregorius’tu. 14.yy’da Roma’daki çalkantılı politik durumdan ötürü Papalar Avignon’a kaçınca, buradaki aristokratik aileler arasındaki iktidar çatışması da kızıştı. Özellikle Colonna ve Orsini aileleri arasındaki kavgalar sırasında resmen bir kale gibi kullandılar beni!

Yardımıma yetişen dönem kuşkusuz Rönesans olmuştu! Anlı şanlı imparatorluk günlerinden beri ilk defa yüzüm böylesine gülüyordu. Benim gibi imparatorluk zamanından kalma yapıları ve harabeleri hayranlıkla inceliyorlardı dönemin sanatçıları. En sonunda güzelliğimiz yeniden takdir görmekteydi. Adı üzerinde, kesinlikle bir yeniden doğuş dönemiydi bu! Asla unutamadığım, hatırladıkça hala içimi acıtan bir anım bu çağa aittir: Zamanın en büyük ustalarından Rafaello, öldükten sonra benim içimde gömülmeyi istemiş. Genç yaşında aramızdan ayrılmıştı ancak görkemli cenaze törenine katılan yığınlar onun ne kadar başarılı olduğunun en büyük ispatıydı. Onu hepimiz çok severdik. Her ne kadar Vasari sanatçıların hayatını anlattığı kitabında ölüm sebebini aşırı sekse bağlasa da benim için Rafaello’nun sadece eşsiz yeteneği önemliydi. Mermer lahitinin üzerindeki mezar yazıtını büyük usta Pietro Bembo nakşetmişti: “Burada,  yaşarken Doğayı fethedilmekten ve ölürken de O’nu ölmekten korkutan Rafaello yatıyor.”

Birleşik İtalya’nın ilk iki kralı olan II. Vittore Emanuale ve I. Umberto ile ilk kraliçe Savoylu Margherita da yine içimdeki şapellerde gömülülerdir. Onlar için Rafaello örneğindeki hissiyatı yaşadığımı söyleyemem. Öte yandan bana bahşedilen onurun büyüklüğünü de yadsıyamam! Pantheon artık devlet büyüklerinin içinde yattığı milli bir anıttır! Kimse bana sormadı ki adım ölümle özdeşleşsin ister miyim diye…?

Karşımdaki meydan yuvarlak şeklimden ötürü  “Piazza della Rotonda” (Yuvarlak ve Kubbeli Yapı Meydanı) olarak anılır. Burada Giacomo della Porta tarafından dizayn edilmiş çeşme, Ramses dönemine ait bir dikilitaşla süslenmiştir. Sizler bu meydandan, benimle ilk karşılaşmanın verdiği şokla yavaşça pronaosuma doğru yürürsünüz. İlkin korint başlıklı 16 sütunumdan etkilenirsiniz. Onlar karşısında kendinizi ufacık hissedersiniz. Eğer tam karşıdan geliyorsanız, içeriye girdiğiniz ilk an sizin için unutulmaz olacaktır! Çünkü o ana kadar bir kubbem olduğunu fark etmemişsinizdir… O kubbe ki çapı ile yüksekliği birbirine eşit olacak şekilde 43.3 metre olarak inşa edilmiş, dünyada bu güne kadar desteksiz olarak yapılmış en büyük tonozdur. San Pietro’nun kubbesinden bile bir metre kadar daha geniştir. Siz henüz kubbemin büyüklüğüyle imtihanınızı bitiremeden tepedeki açıklığı fark edersiniz. Küçük dilinizi yutacak gibi olursunuz! Tabi ya, böyle bir kubbeyi taşıyabilmek için silindir şeklindeki bedenim 6 metre kalınlıkta inşa edilmişti. İçimde 7 tane büyük kemer vardır, onlar sayesinde hala ayaktayım. Bu kalınlıkta duvarlara pencere koymak imkansızdı. Işık gelebilecek tek yer tavandı! Ve o tavandan süzülen gün ışığı 2000 yıldır aydınlatır insanlığı…

En kötü anımı sona sakladım, hiç unutulmasın diye. Rönesans döneminde nasıl yüzüm güldüyse, Barok dönem bir o kadar utanç vericiydi benim için. Ünlü Barberini ailesinden Maffeo,  VIII. Urbanus adını alarak Papa olmuştu. Emrinde şehrin gelmiş geçmiş en önemli sanatçılarından Bernini çalışıyordu. Onun birçok eserini  beğensem de, bana yaptıklarına bir türlü anlam verememişimdir. Mesela o saçma iki saat kulesini neden koymuştu üzerime? Başta rakipleri olmak üzere herkes dalga geçti kendisiyle (ve tabi ki benimle). “Bernini’nin eşek kulakları” diye. Bereket bu kuleleri 1800’lü yılların sonuna doğru kaldırdılar da eski karizmama tekrar kavuştum. Ancak insanın tırnağını etinden çekerler ya, öyle bir fenalık yaptırdı bana Papa VIII. Urbanus. Porticomdaki bronz tavanı söktürdü, bu bronzu eritip Castel Sant’ Angelo için 80 tane top döktürttü.  Ayrıca, Bernini San Pietro'da bulunan ve en ünlü eserlerinden olan Baldacchino’yu (sunak tepeliği) da benden söktüğü bu bronzdan dökerek yarattı! Bu öyle bir Vandalizm örneğiydi ki en sonunda şöyle diyeceklerdi: “Quod non fecerunt barbari fecerunt Barberini” “Barbarların bile yapmadığını Barberiniler yaptı”…

Ancak yine de unutulmasın: İnsanlar zamandan korkarlar. Bizim gibi ölümsüz yapılar ise zamanı korkuturlar!

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK