28 Mart 2012 Çarşamba

HER İNSANIN ABD’DE BİR UZUN YOLCULUK YAPMASI LAZIM…! BÖLÜM 1

Ne kadar çok “yol(road trip)” filmleri izledik ABD’de geçen; unutamadıklarım arasında “Thelma ve Louise”, “Elizabethtown” ve “TransAmerica” en başlarda gelir… Ruhum da doğuştan “göçebe” olduğu için yıllardır “ben de istiyorum, ben de istiyorum” diyordum ve gittim… Yanımda en yakın arkadaşım Filomen’le birlikte Batı’dan Güney’e, Kuzey’den Doğu’ya adeta “Amerika’yı yeniden keşfettik”…! İzlenimlerimi böyle bir şeye kalkışacaklar için kılavuz olması ve her şeyden önce de “ilham” vermesi için paylaşıyorum. Hayatta kendimiz için açtığımız pencerelerin sayısı ne kadar fazla olursa zenginliğimizin o denli sınırsız olacağına, “küçük” yaşlardan itibaren ufak bütçelerle gezmeyi ilke edinen insanların zaman içinde hayatın özünü daha iyi kavrayıp, “aşırı” materyal özlemlerden ve “uç” ideolojilerden otomatik olarak uzaklaştığına inanıyorum… (Ve bunun bizleri daha iyi birer insan yapacağına ;))
İLK DURAK LOS ANGELES
Biz yolculuğumuz için Mart ayını seçtik; özellikle geçen yıldan itibaren bu ay için iş almamaya ve bu ayı kendime ayırmaya özen göstermiştim. Hem kıştan çıkılıp nispeten daha iyi havalarla karşılaşacağımızı  düşünerek, hem de havayollarının hala çok iyi fiyatlar verdiği bir dönem olması avantajdı. Çok da iyi yaptık, çünkü şansımıza hem her yerde havalar çok iyi gitti, hem de kalabalık turist grupları içinde boğulmadık…! Biz, seçtiğimiz dönem için en iyi fiyatı veren DELTA Havayollarını tercih ettik ve böylelikle rotamız İstanbul-New York 11 saatlik uçuş, New York Havalimanında 2 saat bekleyiş ve sonrasında 6 saatlik New York- Los Angeles uçuşu şeklinde gelişti…!  Delta ile ilgili bilmeniz gerekenleri sıralıyorum aşağıda;
*Tüm kalbinizle inanabilirsiniz ki, “en yaşlı hostesleri hangi havayolu kullanır?” klasmanında Iberia 1. Geliyorsa, Delta 2. gelmelidir! (Sanırım iş başvuru formuna birinci sırada "60 yaşından gün almış olmak" diye bir şart koyuyorlar! Bu bağlamda yukarıdaki fotoğraf bir yalandır! yani en azından İstanbul uçuşlarında!) Yalnız arada büyük bir farkla; Delta’nın hostesleri işini çok iyi bilen, son derece güler yüzlü ve “sempatik” elemanlar!
*Ya yanınıza yiyecek bir şey alın öyle binin uçağa, ya da hadi Delta’nın o “en kötüler Michelin Yıldızı”nı hak eden yemeklerini cesaretle yediniz; üstüne alacağınız bir mide ilacınız mutlaka olsun. Gaviscon’u öneririm! Makarnanın üzerine koydukları, ne olduğunu çıkaramadığımız o beyaz sos hala kabuslarıma giriyor!
*Bu arada Amerikan iç hat uçuşlarında en fazla göreceğiniz ikram “pretzels, cookies ve peanuts” arasından yapacağınız 15gr’lık paketteki bir seçim. 6 saatlik uçuşta bile bu böyle, iç uçuşlarda uçağa karnınız tok binin.
*Uçak içi eğlence programı ayrı bir “sefalet”! Yanınıza ipod, ipad (hariciye film yükleyin), unutulmaya yüz tutmuş “kitap” gibi seyahat dostlarınızı almayı unutmayın!
*Bunun dışında her şey iyi, ben her zaman Amerikan servis sistemini çok beğenmişimdir ve onlardan hizmet konusunda çok şey öğrenmişimdir! Müşteri kraldır ve müşteriye kral gibi davranılır, ancak müşteri haddini aştı mı, haddi nazikçe bildirilir…!
  
LAX HAVALİMANI, TAM BİR ÇOCUK OYUNCAĞI…!
Kaliforniya eyaleti, hepinizin bildiği üzere araba kiralayıp dolaşmak için Amerika’nın sunduğu en güzel coğrafyalardan biridir. Araba kiralamak için Enterprise, Budget, Dollar, Avis, Hertz gibi firmaların sitelerine bakabilirsiniz. Biz, o dönem için en uygun fiyatı veren “Dollar”ı tercih ettik, ancak fiyatlar değişim gösterebilir, hepsini check edin. Araba kiralarken, arabayı aldığınız yerle bıraktığınız yerin aynı olması genel olarak büyük avantaj sağlar; bir yerden alıp başka bir yere bırakmak büyük fiyat farkları yaratabilir. Kaliforniya için pek fark etmese de daha sonra New Orleans’tan alıp Nashville’de bıraktığımız araba için çok yüksek ücret ödediğimizi de belirtmem gerekir. Fiyatlar günlük 30USD’lardan başlıyor ve siz o kocaman SUV’ları  Route 1’de sürmenin hayalini kurarken ve kredi kartı bilgilerinizi internet sitesiyle paylaşırken, neredeyse kira kadar da sonradan vergi ücreti çıkardıklarını unutmayın. Onun için bence her zaman (özellikle 2 kişiyseniz) “compact” araba…! Bir de bu uzun yolculukların şu anda biraz daha pahalılaşmış olduğunu unutmayın! Birkaç yıl öncesinde ABD’de benzinin galonu 2USD civarında dolaşırken şu an Kaliforniya’da  ve mesela Chicago gibi büyük şehirlerde 4.60USD, Güney Eyaletlerinde ise 3.60USD civarında seyrediyor. Bu arada ABD’de benzin galonla satılıyor ve bir galon yaklaşık 3.8 Litreye denk geliyor…

Her neyse, Los Angeles Havalimanı LAX’a vardık, her şey çocuk oyuncağı gibi, unutmayın Amerikalılar “talimatla” yaşayan insanlardır, her ne kadar bu bir Türk’ü bozsa da, benden tavsiye, siz de bu talimatlara uyun ve hayatın sizin için kendiliğinden kolaylaşmasının dayanılmaz hafifliğini yaşayın! Bavulları aldıktan sonra sokağa çıktığımızda renkli harflerle boyanmış Taxi, Bus , Rent a Car Shuttle tabelaları bizi yönlendiriyor ve üzerinde kocaman Dollar yazan rent-a-car shuttleımıza binip yaklaşık 2mil uzaktaki (kilometreyi unutun bundan böyle, bu boyutlardaki bir ülkeyi mille ölçmek daha mantıklı, 1 kara mili=1.6km) kocaman bir otoparka gidiyoruz. Saat gecenin 1.30’u olmuş ancak yine de buradaki büroda işlemler için bir kuyruk var. Ancak çalışan sayısı da ona göre fazla ve oldukça hızlı bir şekilde işimizi hallediyoruz. Dediğim gibi, bir dolu vergi ücretini extra olarak ödüyoruz ve ayrıca yoldaki en büyük dostumuz GPS aleti için de günlük 12USD civarı bir kira ücreti ödüyoruz. GPS konusunda bir arkadaşımın verdiği aklı sizlerle paylaşmak istiyorum; eğer bu aleti 10 günden fazla kullanacaksanız, bir tane, ilk gördüğünüz yerden satın almanızda fayda var. Yolculuğu da çok kolaylaştırdığını göz önüne aldığınızda vazgeçemeyeceğiniz bir alet!
Biz de tüm bu işlemleri hallettikten sonra GPS’e otelin adresini giriyoruz ve o mekanik ve otoriter kadın sesinin  bizi yönlendirmesine izin veriyoruz. Verdikleri fatura üzerinde arabayı aldığımız yer ve bırakmamız gereken adres de yazıyor. Buna dikkat etmekte fayda var. Sabaha karşı 2.30’da otele vardığımızda ve saatlerimizi kafamızda da 10 saat geriye alıp, pestilimiz çıkmış bir halde kendimizi yataklarımıza attığımızda dünyanın en mutlu insanları olduğumuza kanaat getiriyoruz.
GEZİMİZ BAŞLIYOR…!
Ertesi gün bavullarımızla çıkış yapıyoruz. Plan: önce Los Angeles ve civarını gezip, sonrasında 320 millik bir yolculuk yapıp Monterey’e varmak. Biraz ağır oldu, sonuçta yol  ve saat farkının yarattığı yorgunluğu üzerimizden atamadan çok uzun bir program yapmıştık. Ancak sonunda başardık!
Los Angeles, bir yalandan ibaret, son derece “sabun köpüğü” bir şehir. Turistik yerlerin başında gelen “Olvera Sokağı “ 5. Sınıf bir imitasyon Meksika ambiansı verilmiş, hediyelik eşyaların ve kötü “taco (Meksika usulü dürüm)”ların satıldığı bir yer. İspanyol  göçmenler tarafından 1781’de kurulan “El Pueblo de Los Angeles (Melekler Kasabası)” buranın hemen güneydoğusunda konumlanmış , dolayısıyla hala bir-iki tarihi kerpiç ev görmek mümkün. Burayı gezmek için arabayı hemen meydanın karşısındaki otoparka bırakıyoruz, 20 dakikasına 2USD ödeyerek.
Şimdi otopark konusuna gelelim; ki bir “road trip”te en çok dikkat edilmesi gereken noktalardan.
*Öncelikle nereye park etmemeniz gerektiğini iyi bilmelisiniz. Sokağa park edecekseniz, yangın söndürme için konan su pompasının önüne kesinlikle park etmeyin, zaten civarı kırmızı çizgiyle belirtiliyor. Kırmızı çizginin dışında kalın. Yol başlarındaki dönemeçlere sakın park etmeyin, zaten civarı sarı renkle belirtiliyor. Sarı çizginin dışında kalın! Sizin göreviniz beyaz 4 tane “L” şeklinde çizilmiş çizginin içine arabayı park etmek.
*Park ettikten sonra ücretini ödüyorsunuz, her park yerinin başında bir makine var ve saat ya da yarım saat ücreti üzerinde yazıyor. Amerika’da sokakta maksimum 2 saat park edebiliyorsunuz. Ondan fazla kalacaksanız, özel park yerlerini tercih etmekte fayda var. Sokak parkını ödemek için yanınızda bol bol quarter (çeyrek) dolar ya da dime dedikleri 10 centlerden olması lazım. Zaten alışverişler üstü bol bol bozuğunuz oluyor. Bu bozukları makineye atıyorsunuz, makine de bozukları aldıkça size dakika veriyor. Yani 30 dakika kalacaksanız o kadarlık, 2 saat kalacaksanız o kadarlık bozuk atabilirsiniz. Parayı atınca makinenin ışığı yeşil yanıyor, zamanı aşınca da kırmızı yanmaya başlıyor ve kırmızı yanınca hiç gözünüzün yaşına bakılmadan camınızda bir ceza fişi buluyorsunuz. Ki biz bir defa sadece 3 dakika geciktik ve 75USD’lik cezayı bulduk camda… Aman derim! Siz akıllı olabilirsiniz, ancak sistem sizden daha akıllı…! Ayrıca sokaktaki tabelalara dikkat edin, bazı saatler arası park etmeye kesinlikle izin verilmiyor. Park izni olmayan saatlerde geldiyseniz yine özel otopark aramakta fayda var. Ceza yerseniz kimse bir şey sormuyor, ceza fişinin arkasında ne şekilde ödeyebileceğinizin talimatı var, size ödemek için yaklaşık 1 yıllık bir zaman veriyorlar, en mantıklısı internet üzerinden ödemek. Eğer o süre boyunca ödememişseniz, mahkemeniz oluyor (!) ve mahkemede cezaya itiraz edebiliyorsunuz…
*Geceleri mutlaka ya otelinizin park yerinde ya da özel bir parkta bırakmanız lazım arabayı. Sokak: ASLA. Arabanız çekilirse kurtarmak için yapacağınız masraf 500USD civarıymış… Özellikle büyük şehirlerde park yeri aramak biraz sıkıyor ancak çok önemli bir konu.
Los Angeles’in merkezini şöyle bir turladıktan sonra Hollywood tarafına geçiyoruz, Sunset ve Hollywood Bulvarları tam bir hayal kırıklığı oluyor. Hollywood yazısını çekmek gibi bir klişe yapmak isterseniz adres; 3204 Canyon Lake Drive Hollywood, CA 90068. Buralara doğru gelirken Rossmore Avenue’dan geçmeye dikkat edin, gerçekten çok güzel villalar var!
Los Angeles’ta görebileceğiniz en önemli ağır top Getty Center  Özellikle 20.yy öncesi Avrupa resmi ve 19. - 20. yy Amerika ve Avrupa fotoğrafçılığıyla ilgili güzel bir koleksiyonu var. Aynı merkezin Malibu yolu üzerinde, bir Pompei villasından esinlenerek inşa edilmiş Getty Villa adında, özellikle arkeoloji  koleksiyonunu barındıran bir şubesi var. Burası için internet üzerinden rezervasyon yaptırıyorsunuz, giriş ücretsiz ancak park yerine 15USD ödüyorsunuz. ;)) Kaçırmamanızı önemle tavsiye ederim.
Ancak bence bu civarların en güzel yeri sahildeki Venice Beach ve Santa Monica. Venice Beach adı üzerinde, Venedik’teki kanalları taklit ederek yaratılmış bir cennet sayfiye yeri. Santa Monica da uçsuz bucaksız sahiliyle, sevimli iskelesiyle ve efsanevi Route 66’nın bitiş yeri olmaıyla ünlü bir yer…!
TO BE CONTINUED…





7 Mart 2012 Çarşamba

AFRİKA’NIN KUDÜS’Ü; LALİBELA

…sabahın en erken saatleri… Aslında henüz sabah bile değil; belki dünden kalan bir zaman, belki de yarına ait bir an… Zamanın yittiği, gündelik işlerin uzaklaştığı ve önemsizleştiği dönemlerden biri. Otelin servisi bizi havaalanına bırakıyor. Yanlış terminale gidiyoruz, doğrusu nerede onu da bilmiyoruz! Doğru terminale git derken vakit kaybediyoruz, uçağa biniş işlemlerimize girişiyoruz hemen, benimkinde sorun yok; yol arkadaşımın adı tamamıyla yanlış yazılmış bilete, farkında bile değiliz; zamanın yitmişliğinden olacak... Düzeltmeye çalışıyoruz, itiş kakış arasında sesimizi duyurmaya çalışarak… Elimize başka bir bilet tutuşturuluyor, hemen gidiyoruz ve benim koltuğun yanını istiyoruz eğer mümkünse. Cevap şok edici cinsten; “Aynı uçuşta değilsiniz ki…!” Hemen fırlamam gerekiyor benim, kontroller derken uçağın kapısına geliyorum ve bir bakıyorum ki uçak gitmiş! Vaktinden yarım saat önce hem de… Tüm dünya bir olmuş da zamana bir “hokus pokus” mu yapmakta yoksa? Şaka diyorum, uçak zamanından önce nasıl gider diyorum, yüzler çevriliyor, bakışlar kaçırılıyor… Başımın çaresine bakmam gerektiği başıma dank ediyor ve yol arkadaşımın gittiği uçuşa almaları için baskı, bağırış ve çağırış eylemlerim sonuçsuz kalınca; elimde asla kullanamayacağım bir uçağa biniş kartıyla baş başa kalıyorum. Dışarı çıkıyorum; “en azından Ümit gidebildi” diye kendimi teselli ederek, ve terminalin dışına çıkıp tüm bu bilinmezliğin içinde ne yapacağımı düşünürken bir paket “grissini” çıkarıp sakince yememe kendim bile şaşıyorum…!
Lalibela… Elimdeki kitap buranın iki deste yıl önce efsanevi bir şekilde ulaşılmaz olduğundan bahsediyor. 2630 metre irtifada, tek başına bir yerleşim; kayadan oyulma kiliseleriyle ünlü… Etiyopya’ya gelen herkesin mutlaka görmesi gereken yerlerin başında geliyor. Bölgeyi 10.yy’dan 13.yy’a kadar yönetmiş Zagwe Hanedanlığının 12.yy’da yaşamış ünlü kralı Lalibela’dan alıyor adını. O zamanlar şehrin adı Roha imiş…
Ulaşılmaz mı? Hem de efsanevi bir biçimde… Son kilometrelerin ancak eşek / katır sırtında kat edilerek ulaşılan o yer; 1997 yılında havaalanı açılana kadar! Ancak bir sonraki uçuş ancak yarın sabah… ve benim bu ülkeye geliş amaçlarımdan en önemlisi bu şehrin tarihi kiliselerini görmek! Hem de özellikle bu dönemi seçmişiz, o arada kutlanacak Timkat Festivaline tanık olalım diye ki festival dolayısıyla uçuşlar da tamamen dolu… Ancak baştan beri insan faktörünün çok öne geçtiği bu gezide artık kiliseleri de festivali de unutarak, beraber yola çıktığım insanın yanına ulaşmaya çalıştığım bir maratona dönüşüyor bu olay…

Lalibela’nın hikayesi de birçokları gibi bir (hatta daha fazla) efsaneye dayanıyor. Diyor ki; küçük bir çocukken vücudunun her tarafını bir arı sürüsü kaplamış ve annesi de bunu oğlunun ileride kral olacağına yormuş. Bir çeviriye göre Lalibela “arıların krallığını tanıdığı”, bir diğerine göre ise “mucize” anlamına geliyor. Fakat o sırada tahtta oturan ve asıl kral olan ağabey bu kehanetten hiç ama hiç hoşlanmıyor ve kardeşini zehirlemeye karar veriyor… Ancak onu öldürmek yerine uzun ve derin bir uykuya mahkum etmeyi tercih ediyor. Lalibela, bu üç gün süren uzun ve derin uykusunda bir melek tarafından cennete çıkarılıyor ve kendisine burada kayanın içine oyulmuş kiliselerden oluşan bir şehir gösteriliyor ve gerçek hayatta bunun bir benzerini yapması isteniyor.
Gerçek hayatta saçma sapan bir problemle boğuşmaktayım ben de… Bu ülkedeki kimseye güvenim kalmamış artık…! Karayolundan gitsem en az 13 saatlik bir yolculuk ve 10gündür buradaki deneyimlerim bana “ne yaparsan yap geceleri Etiyopya’da yolda kalma” mantığını öğretmiş. Havayolunun ofisine gidiyorum, elime bir harita alarak gideceğim yere en yakın olan noktalara aynı gün olan uçuşları ve saatlerini kontrol ediyorum. Gonder’e gideyim diyorum; haritada parmak hesabıyla yaptığım mesafe ölçümü biraz zorlarsam ve herşey yolunda giderse başarabileceğimi söylüyor bana… Havayolu yetkilisi uçuşun 50dakika sonra olduğunu söylüyor. O ofisten deli gibi fırlamadan önce arkadaşımın adını tamamen yanlış yazan acenta yetkilisine bana Gonder’den Lalibela’ya giden bir araç ayarlamazsa kendisini dönüşte öldüreceğimi söylüyorum….! “Merak etme” diyor, sen gidene kadar ayarlarız…! Alana varıyorum ve kontuara gittiğimde “yolununuz açık olsun Bayan Benji” diyen görevli birazdan koşa koşa yetişeceğim bir uçağa biniş kartını uzatıyor anlamlı bir bakış atarak bana… Oysa son ana kadar bekleme listesinde, sıram gelir mi diye neredeyse düşüp bayılacak haldeydim… İnsan faktörü işte, bekleyenim var…
Lalibela, Aksum’dan sonra ülkenin en kutsal şehri ve yaklaşık 15 bin kişilik nüfusunun hemen hemen tamamı Ortodoks Hristiyan. Şehirdeki dini yapılar Kudüs’ün bir temsili olarak kabul ediliyor. Bazıları diyorlar ki Lalibela o derin uykuda Kudüs’ü görmüştü ve Selahaddin Eyyubi’nin 1187’de Kudüs’ü almasına cevap olarak tüm bu kiliseleri yaptırtmıştı. Hatta efsane der ki bunlardan en az bir tanesini melekler yardımıyla kendisi oymuştu koskoca kayadan, ancak daha sonra ülkenin en yetenekli ustalarını memur etmişti Tanrı, binlercesini koşmuştu işe, Lalibela’ya yardımcı olsunlar diye. Yer hizasının altında, çoğunlukla 10 metreden yüksek olarak oyulmuş bu kiliselerin sizi etkileme gücünü, size ne bu yazı ne de başkası anlatabilir.

Gonder’de uçaktan indiğim gibi, hemen beni gitmek istediğim yere götürecek, her tarafı dökülmek üzere olan bir minibüse biniyorum. Şöför ve asistana da birer paket grissini verdikten sonra mümkünse hiç durmadan gitmeyi istiyorum… Yolculuk 6saat, her şey yolunda giderse gece karanlığına kalmadan ulaşacağım… Dağları geçiyoruz, virajlar alıyoruz, kısa polis kontrolleri, ipodumda defalarca dönen “Hey You”… İnsanların ulu orta, gizlisiz – saklısız, basit yaşamları; hızla yanlarından geçerken gözlerimin önünde akıyor. Hayatta neyin asıl olduğunu bir defa daha sorguluyorum yalnız yaptığım o yolculuk boyunca ve buna kendimce bir cevap verebildiğim ve bununla mutlu olabildiğim için kendimi bir defa daha şanslı hissediyorum…
Kiliseler kuzeybatı ve güneydoğu grubu olarak ikiye ayrılıyorlar ve aradan “Ürdün Nehri” geçiyor. Bu gruplarda toplam 12 kilise bulunuyor ve bir de bunlardan biraz uzak kalan, üzeri haç şeklinde oyulmuş aralarında tartışmasız en etkileyici olan Bet Giorgis (St. George) Kilisesi bulunmakta. Birinci grupta bulunan Bet Medhane Alem kilisesi; 11.5metre yüksekliği ve 800m2’lik kapladığı alanla dünyada monolit olarak kayadan oyulma en büyük kilise olma sıfatını taşımakta.
Virajlar o kadar fazlalaşıyor, yol o kadar kötüleşiyor ve zirveler o kadar çok ki artık son 45 dakikadır her tepe ardında şehrin ışıklarını aramaktan yorgun düşmüşüm… Oysa, öyle teatrallikten uzak bir anda, karanlığın bizi çepeçevre sardığı ilk dakikalarda, kendiliğinden, düz yolda beliriyor ışıklar... Vardım…! Vardım…! …ve bana inanmaz gözlerle bakıp titrek bir sesle “geldin” diyen biri… Geldin…! …Vardım…! Özü aslı belki de hayatın, neyi kiminle paylaştığından geçiyor...
Ve ertesi gün başlıyoruz, tüm bu güzellikleri keşfetmeye…! Timkat Festivali için tüm ahali en güzel kıyafetlerini giymiş. Turistler akın akın gelmişler. Bu Festival, batıda “Epiphany” dedikleri bayram ve Batı Kilisesi (Katolik) “Doğudan gelen Üç Müneccim Kralın” İsa’yı ziyaretini anarak, 6 Ocak’ta kutluyor bu yortuyu. Doğu Kilisesi (Ortodoks) içinse bu yortu “İsa’nın Ürdün Nehrinde Vaftizci Yahya tarafından vaftiz edilişini” anan bir manifestasyon. Ethiyopya Ortodoks Kilisesi ise 18-20 Ocak tarihleri arasında kutlamakta aynı olayı… Kiliselerin içinde ayinler var, insanlar birazdan üç koldan çıkacak prosesyonları yakından görmek için akın akın geliyorlar. Geçişler başlıyor ve arkalarına takılıyoruz, bazı yerlerde koşuyoruz. Eli sopalı mahallenin gençleri, yarı vahşice ancak son derece neşeli bir halde çemberler oluşturarak, şarkılar söyleyerek dönmekteler. Kadınlı, erkekli, çocuklu, hepsi beraberce ve son derece medenice bayramlarını kutlamaktalar. Bazı yerlerde danslar var, omuzları neredeyse yerlerinden çıkaracak ölçüde hareket ettirerek, görevli polislerin bile aralarında olduğu bir grup çılgın dansçıyı izliyoruz. Kalabalık… Heyecanlı… Coşkulu… Benzersiz…
Bu çılgınca devinim sonrasında artık güneşin batışının yaklaştığını görüyorum. Hadi diyoruz; St. George’a gidelim… Bu kadar etkileyici olacağını bilemezdim! Tepeden aşağıya 15metre derinliğinde oyulmuş monolit bir kilise! Güneş nasıl da tepesindeki haça son ışıklarını göndermekte. O an farkında değildim, o gizemli günbatımının esasen nasıl da büyüleyici ve özel bir an olduğunun hiç farkında değildim…!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK




1 Mart 2012 Perşembe

MARDİN (Konuk Yazar Nilgün Mazıcıoğlu'nun kaleminden)

Mart ayı geldi çattı, ancak hala kar, hala soğuk ve gitmeyecek gibi görünen bir kış...! Böyle bir günde aşağıda paylaştığım yazı benim içimi ısıttı. Yazarı Nilgün Mazıcıoğlu aslında benim çok kısa zamandan beri tanıdığım ama bu sürece ters orantı oluşturacak şekilde saygı duyduğum ve sevdiğim bir meslektaşım ve arkadaşım... Kendisi İstanbul kökenli olmakla birlikte çok uzun yıllardır Gaziantep'te ikamet etmekte, burada rehberlik yapıp,  kendi sanat atölyesindeki işlerini beraber yürütmektedir. Kendisiyle ilişkimiz ilginç bir şekilde başladı; bir sosyal paylaşım sitesinde ortak bir arkadaşımız benim Napoli şarkılarıyla ilgili bir çalışmamı Nilgün'e göndermiş ve o da aynı siteden bana mail atarak paylaşımım için teşekkür etti. Sonrasında ben Gaziantep'e yaptığım yolculukta kendisinin fikirlerini aldım, bana son derece yardımcı oldu, şahsen tanıştık ve böylece güzel bir dostluğun temelleri atılmış oldu. Sadece bu olay bile, "güzel bir insan tanımanın hazzı", bana bu blogu yaparken gösterdiğim tüm emeklerin ne kadar doğru bir yönde olduğunu gösterdi. Hayatta yaşanacak en güzel hazlardan biri karşılık beklemeden paylaşmanın keyfidir... Bu düşünceme bu ay da Nilgün ortak oldu ve Mardin'le ilgili "destansı" bir yazı yazdı... Ben her kelimesini okudum ve çok keyif aldım, size de sabırla ;))) sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim. Yürekten yazılmış, farklı anlatımı için de Nilgün'e sonsuz teşekkürlerimle...!

MARDİN
Taşın dili olsa… Güneş evlerin üstüne son ışıklarını gönderiyor …taş evlerin sarı yüzeylerinin  köşelerini kızıla boyuyor…son ışık heyecanlı…! Heyecan var çünkü biliyor birkaç dakikaya kadar sunduğu görsel şölen sona erecek… Güneş bu bölgede, ovayı fosfor gibi parlatıyor, tarlalar son ışığın önünde. Kafesli pencerenin önüne kurulan Mardinliler ovaya bakıyor.
Sonra güneş yenik düşüyor karalığa, ovanın üstünden siliniyor, gölge iniyor gün boyu sıcaktan kavrulan ovanın üstüne…ırgatlar çapalarını sırtlarına vuruyor. Akşam yelinin önünde tarladaki ekinler dalgalanıyor. Renkler bir bir silinip, duman rengine bürünüyor ova. Her şey karanlığa gömülünceye kadar, her şey bekliyor serin rüzgarları.. Mezopotamya’dan gelecek serin akşam rüzgarını…! O yüzden  hiçbir ev ovaya sırtını dönemez.. Pencerede bekler, damında (çatısında) bekler akşam yelini, serinlesin diye… O yüzden hep barışıktır ovaya, binlerce yıldır böyledir bu.. Olan biteni görmek içindir sanki kaygısı ve telaşlıdır; sorarsanız her şeyi anlatır  rüzgar…
 Kimler tarafından kurulduğunu bilmez şehir. İlk adına MARİDA der sorarsan kendisine…
Roma, Arap, Hamiler, Artukoğlu, Selçuklu, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safeviler yaşam sürerler. Süryani dilinde şehrin adı : Marde’ dir. Araplar ve Türkler tarafından Mardin denir. Bu şehir bir dönem Artukoğlu beyliğine başkentlik de yapar. Yavuz Sultan Selim tarafından da Osmanlıya dahil edilir, ama Diyar-ı  Bekire bağlı bir sancak olarak…
 O yıllarda da, dönmez ovaya bakmaktan…Tüm misafirlere ev sahipliği yapmaktan son derece mutludur ama belli edemez sevincini, sıcak kavurmuştur yürekleri! Dil söylemez buralarda ne sevincini ne üzüntüsünü, ne de sevdasını… Kavruktur bölge insanı, yalnızca gözlerine bakmakla yetinir, gözetler sanki adım adım…
Gözetleyen , hatta koruyan birisi daha vardır. 10 yüzyıldan bu güne kadar, şehre bakarken, kentin üzerine eğilir sanki Mardin Kalesi…1 km uzunluğunda 150 metre ile korur kentini….
Yunus Peygamberi konuk etmiştir bu kale. Yaz aylarında buraya gelir, ibadet eder, zindeleşirmiş; Mezopotamya’dan gelen serin yaz rüzgarıyla… Kaledeki hava akımı şehrin hiçbir yerinde olmadığındandır belki..
 Evliya Çelebi bu kale için: ”Tarif etmekte, kalem kırık, lisan eksik” der. Bazen bulutlar sarar sarmalar kaleyi, göstermez kendini. Kim bilir nice prensesler buraya gelip dertlerini rüzgara söyledikleri için; saklar kendini de sırlarını da….!
Yaşlılarla sohbet ederseniz hep söylerler: “Çocukluğumuzda hep oynardık oralarda ama artık ne çıkacak halimiz, ne de söyleyecek sırrımız kaldı kaleye…”
Derler ki kaleye söylenen her dert yada her sır çözüm bulurmuş…Mezopotamya’nın bereketiyle kucaklaşırmış; öyle derler…. Magaralar, sarnıçlar, burçlar…. Her damla su bölgede çok önemli olduğundan bol bol sarnıç vardır içinde, kesin sayısı bilinmez.
Hiçbir damla su boşa gitmesin diyedir; kim bilir? Mezopotamya’da her damla su kutsaldır. Zira su “hayattır”. Her zafer sonrası peygamberleri, komutanları misafir edecektir zira….Su sunmak zorundadır gelenlere, adettendir , boş çevrilmez gelenler….

Bazen ölüm kol gezmiş buralarda. Hastalıklar bir anda yok edermiş kenti, aşağılarda damla su olmazken, buralardaki sarnıçlar hiç kurumazmış. Her seferinde Mezopotamya’nın anaçlığı çare olurmuş kuruyan dudaklara… Kale , kente omuz vererek yener hastalıkları gelişir kuzeyine doğru. Şehrin 8 km ötesinde Ömerli’ ye doğru bir kale daha inşa edilir: Fatih Kalesi (Fafih Kalesi) şehrin ilk yerleşim merkezidir aslında. Buradan 15 km daha gidince Derik ilçesinde, Artuklu döneminin önemli bir eseri daha bekler sizi; Rabbat kalesidir burası. Ne fetihlere ne savaşlara ortak etmişlerdir kendilerini bu kaleler…
1917 demiryolu ile tanışır… 1923 yılında ise şehir olur.. 1932 yılına kadar ise de Süryaniliğin merkezi kabul edilir…

Soluklanmak lazımdır artık…..
Bir kadeh şarap kalkar havaya… ovanın güneşle yanıp kavrulmuş buruk tadımlı üzümünden elde edilen, içinde mahlebin kekremsi  tadı, ilkin şaşırtıyor sizi…Ardından gelen tatlı bir mayhoşlukla sarsılıyorsunuz, bir yudum daha alma gereğiyle, uzandığınızda kadehinize; gözünüz ilişiyor penceresinin önünde oturanlara… Gidiyorlar zira; kimisi Mezopotamya’ya, kimisi Ege’ye, kimisi Akdeniz’e…

Buraya gelenler bu tada o kadar bağlanırlar ki, çoğu ilk kez karşılaşmış olmalarına rağmen…! Yanlarında götürmek isterler  şarabı, Süryani şarabıdır adı, mahlepli şarap.. Tek sakınılması gereken şey vardır, açtın mı şişeyi, sırrı çıkmıştır dışarıya denir.. Geri kapatmak olmaz, bozulur, uzun süre açık kalamaz ..Biraz kaygılı sorarlar bana her seferinde “nereden alalım?”
Tüm misafirlerime söylediğim sırrımı sizinle de  paylaşacağım: “Azıcık sabır” derim, “Midyat’ a geçiçez, oralardaki kuyumculardan alın. Tezgah altlarında hepsinin evinde yaptığı ya da yapanlardan topladığı şişeleri, götürün yanınızda…ama dedim yaa…açtınız mı bitecek :) bitmeden kapatırsanız mahlep ve şeker oranından olsa gerek tadı bozuluyor.”

Ovanın gizemine kapılanlar, yüzyılların uçurumuna iniyor. Kalelerden sonra  başka taşların dansının devam ettiği yerlere doğru yol alınmalıdır. Vakit kısadır zira buralarda, “çok sıcakta gezemezsiniz…Çok karanlıkta da göremezsiniz” diyerek … Hadi medreselere doğru yol alalım!
Mardin sokaklarında yürürken , gözleriniz şaşıracak hangi yöne bakmanız gerektiğini. Hem hüzün, hem huzur, hem de halkın bakışları üstünüzden hiç eksik olmayacak… Hissedeceksiniz…hüzünleneceksiniz…hangi işçiler bunu hangi teknoloji ile yapmış diye şaşıracaksınız ve şimdi nerede bunu yapanlar…?

Huzur dolacaksınız, zira taşların serinliği sizi saracak, içine alacak, kavrayacak sizi tüm sağlamlığı ile…Eski bir dost gibi bekliyor sizleri, yüzyıllara inat! Bu şaşkınlıkla dar sokaklarda, kabaltılarda (evlerin arasında bir diğer mahalleye geçişi sağlayan evlerin altındaki köprüler) yürürken sakın ola bakışlara aldırmayın… Merakla sizi gözetlediklerini sanmayın…dedim yaaaa…kavruktur burada her şey; söyleyemez dilleri ama o bakışlarda bir hoş geldiniz havasını solumaya çalışın…Yanaşamaz yanınıza belki ama eğer yanaşırsanız yanlarına , emin olun sizi evinde hayat denen bahçesinde ayran içmeye davet etmeye, olmadı size bir bardak su vermeye hazırdır…sohbeti ilerletirseniz badem şekeri bile sunar size demli çayın yanında…
Buralarda badem ve şekeri oldukça makbul sayılır ikram için; almamazlık etmeyin…. Sokaklar arasında gezerken mutlak sizi küçücük dükkanlarda badem kokusu kavrayacaktır, midenize kadar yol bulacaktır, hiç tereddüt etmeden satın alın…Elinizde badem şekerleri ya da bademle yol alın medreselere kadar….

Eğer mayıs ayında yolunuz düşerse buraya, aldanmayın bahara…Buralarda yaz erken gelir, mutlak şapkanız olsun yanınızda, gerekecektir…

Yolda yüremeye devam ederken burnunuza hoş kokular gelmeye başlayacaktır. Rido Et Lokantasına girmeyi de ihmal etmeyin. Genelde “pek acıkmadık sanki” denir ama hep sonrasında bir tek cümle vardır: “offf çok yedik ya….ama neydi onlar öyle…!”
Sakın ola, kocaman lüks bir yer gelmesin aklınıza, salaş esnaf lokantalarından birisi belki ama lezzetleri damak çatlatan , sonra da mide çatlatanlardandır… Abartmamakta fayda var, yol üzeri tuzaklar bu bölgelerde oldukça çoktur;  uyarmadı demeyin…

Şeyh Çubuk Camisi karşılayacaktır sizi; 15. yüzyılda yapıldığı tahmin edilir. Cumhuriyet alanındadır; bahçesine sivri kemerli kapıdan, ana mekana ise kuzeybatı tarafındaki kapıdan girilir. Güney kısmındaki zikir yeri ya da türbe olduğu düşünülen çapraz tonozlu mekan vardır.
Hangi kapıdan girdim nereden çıkacağım diye düşünmeyin; bırakın kendinizi daracık  sokakların içine, meraklanmayın kuzeye doğru yürüdüğünüzde nasılsa yollar sizi ilkin çarşısının tam göbeğine, oradan da yine kuzeye doğru yürüdüğünüzde başka bir büyülü binanın önüne götürecektir… Kaygıya gerek yok, yürümeye devam edin. Yolda geçerken, (ilk tuzak) cevizli sucuk (!) ihmal etmeyin! Sucuk diyorsam da tatlıdır. Üzüm suyundan yapılır…

Yol sizi nasılsa dizi filmlerden aşina olduğunuz, geniş merdivenleri olan muhteşem binalara emin olun götürecektir…
Mor Behnam ile kız kardeşi Saro adına yapılan ve şu anda Kırklar Kilisesi olarak tanınan kilise iki ismini de erken dönem Hristiyan efsanelerindenalmıştır ve 6. yüzyılın ortalarına ait bir yapıdır.Doğu - batı yönünde 12 masif sütun üzerine oturtulmuş kemerlerle taşınan tavan bölümü düzgün kesme taşlarla örtülüdür. 1293'te Mardin Süryani Kadim Patriklik Merkezi olduktan sonra halkın ruhani ve idari işleri bu kiliseden idare edilmeye başlamıştır. Kırklar Kilisesi'nde patrikler ve metropolitler önceleri kilisenin avlusunda tavanlar, kesme taşla örülmüş odalarda ikamet ederlermiş. 1850'de bu odaların yerine yeni bir patriklik merkezi inşa edilmiştir. 1925'te de bu mekân genişletilerek yanına yine kesme taşlardan bir divanhane yapılmıştır. 1799'da burada açılan okulun, 1825 - 1899 yılları arasındafaal olduğu bilinmektedir. 1928 yılına kadar  da eğitim devam etmiştir.

Yol üzerinde Mardin Müzesine girmeyi ihmal etmeyin derim. Zira mimarisi için bile görülmeye değerdir. Oradan sokak içindeki Meryem Ana Kilisesi’nin arkasındaki Şahkulu Konağına mutlaka girin; girin ki ne yaşamlar yaşandığını bir  an durup düşleyebilesiniz…
 Ermeni mimar Lole'nin eseri olan bu ev; Cumhuriyet Meydanı'ndan Savurkapı'ya doğru çıkarken Birinci Cadde'nin üzerindedir…Floransa müze binasından esinlenerek düzenlenmiştir. Arazi eğimine oturtularak ve 3 katlı olarak yapılmış olan bu ev 2040 m2'lik bir alanı kaplamaktadır. Ev, arazi sahibi olan Çerme ailesinin büyümesine paralel olarak üç safhada tamamlanmıştır. Evi Rafi Tomas Çerme bitirmiştir. Ev, yine ovayı gözetlemektedir.

Ama artık biraz ana caddeye çıkmak için acele edin! Bundan sonra hep karşılıklı sokaklara girip çıkıyor olacaksınız. Bedesten var yolun üzerinde, tarih boyunca hep bir şeylerin satıldığı, şu andaki alışveriş merkezlerine gidiyor yolumuz…

Halk arasında “Kaysariya” ya da “Bedesten” şeklinde tanınır. Ulu Cami’nin kuzeyinde çarşaflar içindedir. Artuklu Dönemine ait olan bu yapı sürekli onarım görmüştür. İki ana bölümden oluşur. Orta mekâna güneyden iki, doğu ve batıdan birer kapıyla girilmektedir.
Değişik yazıtlarda Ulu Cami Vakfına ve Kasım Padişah Medresesi Vakfına ait olduğuna dair bilgilere rastlanmaktadır. Devam ettiğimizde yol bizi Ulu Cami’ye götürecektir.
Artuklu Dönemi mimari örneklerinden, dilimli kubbesi ve minaresiyle Mardin'in sembolü olan Ulu Cami, kayıtlara göre iki minareli inşa edilmiştir. Caminin bugün mevcut olan tek minaresinin kare kaidesindeki yazıt, yapım tarihini 1176 olarak vermektedir, fakat bugünkü minare 1888 / 89 yıllarında yeni ve eklektik bir üslupla yapılmıştır. Bazı Süryani yazarlar kiliseden çevrildiğini söylerler. Yapı kiliseden çevrilmemiş olsa bile, yerinde eski bir kilisenin bulunması muhtemeldir. Yapı 12. yüzyıl Artuklu Dönemi mimarisinin temel özelliklerini yansıtır. 
Erken dönemde özellikle güneydoğuda meydana çıkan, mihrap önü kubbeli enine genişleyen cami plan ve formunun çok önemli bir örneğidir. Yapının malzemesi düzgün kesme taştır.
Vaktiniz varsa, aradan aynı yoldan devam edin ve bu yol üzerindeki Saray Çeşmesi’nde soluklanın sonrasında ise geldiğiniz yolun tam tersine gidin. “Böylesi bir binada ders almak ister miydim?” diye, kesin düşüneceğiniz bir mekana çıkacak yolunuz..

Mardin'de hüküm süren son Artuklu Sultanı olan Melik Necmeddin İsa bin Muzaffer Davud bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmış olup halk arasında “Zinciriye
Medresesi” diye de anılan Sultan İsa Medresesi, doğu ve batı uçlarındaki dilimli kubbeleri ve doğu tarafına rastlayan yüksek anıtsal portalı ile çok uzaklardan bile dikkat çeker.
Yapıya halk arasında “Zinciriye Medresesi” denmesi, bir rivayete göre eskiden iki dilimli kubbe arasına zincir gerilmiş olması sebebiyledir.
Batıdaki kubbede bulunan demir halkanın bu zincirin bağlandığı halkalardan biri olduğu söylenir. Gene bir rivayete göre zincir daha önceleri Ulu Cami'nin minareleri arasında asılı olup, minarelerin biri yıkıldıktan sonra medreseye getirilmiş ve kubbelerin arasına asılmıştır.
Hadi düşleyin bakalım bu resimden; zincirin nereden nereye ulaştığını….

“Hadi bakalım yola devam” diyerek, yürümeye devam ediyoruz sokakların içinde biraz daha kaybolarak... Belki de kara sevdaların yaşandığı başka evlere  doğru!
Yol üzerinde kervansaray adında eski Surur Han’da akşam yemekleri oldukça iyidir. Şehrin en pahalı yemeği buradadır ama özellikle içli köftesi yemeğe değerdir. Gece fasıl eşliğinde yemek yemekse isteğiniz Surur Han’ı tavsiye ederim. Ancak gece eğlencesinin iyi olduğu yer Mardin değil  Midyat’tır. Gündüz gezin bol bol, ayaklarınız şişinceye kadar! Gece kalmaya Midyat’a gidin, orada eğlenin derim; eğer gücünüz kalırsa….

Oradan  tam karşıya geçtiniz mi, Bakırcılar Çarsısı’nda bulursunuz kendinizi. Şahmaran desenli, yörenin sembolü olan bakır işlemeli objelerin cazibesine kapılmadan çıkabilirseniz çarşıdan,  sizi ileride soluklanacak bir mekan beklemekte!
Yönünü Mezopotamya’ya dönmüş ve rüzgarını direk  hissedeceğiniz çay bahçesinde soluklanın. PTT binasının tam karşısındadır ve özellikle güneş batımlarında manzarası muhteşemdir, zira gözünüzün gördüğü her yer bereketli Mezopotamya’nın ta kendisidir!

Derler ki burada rüzgar çıkarsa oturduğunuzda, varsa dileğiniz söyleyin rüzgara, taşısın bereketin içine…! İnanıp inanmamak size kalmış ama çayınızı ya da kahvenizi  yudumlayın ve dinlenin, tam arkanızda muhteşem merdivenleri olan müthiş fotoğraf alacağınız bir mekan daha var….

1890 yılında Şatana ailesi tarafından Ermeni mimar Lole'ye yaptırılmış ve Mardin sivil mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan yapı, Şehidiye Camisi'nin karşısında zengin ve görkemli taş işçiliğiyle dikkati çeker. Bina yakın zamana kadar PTT binası olarak kullanılmıştır.

Yolun sonuna geldiğinizde iki bina sizi karşılayacaktır, birisi Valilik binasıdır. Turizm İl Kültür Müdürlüğü bu binanın ikinci katındadır ve sizleri tahmin edemeyeceğiniz kadar iyi karşılarlar. Eğer şehirle ilgili kitap ya da broşür yanınızda bulunsun derseniz; çekinmeden hafta içi mesai saati içinde uğrayın, bir dolu broşürle çıkarsınız!
Valilik binasına gelince; Geç Osmanlı Döneminde inşa edilen ve iki katlı olan yapı, kota farkından dolayı kuzeyde tek katlı bir düzenleme ve güney cephede iki ana giriş kapısına sahiptir. Restorasyon çalışmasında alt kat sergi salonu şeklinde düzenlenmiştir. Restorasyon süreci Mart 2010'da başlayıp 8 ayda tamamlanmıştır.

Yol biraz dikleşir bu noktalarda ama biraz daha gittiniz mi, Sakıp Sabancı Mardin Kent  Müzesine gelirsiniz. Eski Cumhuriyet Meydanı'nda bulunan müze binasının kitabesi günümüze ulaşmadığı için tam olarak ne zaman inşa edildiği bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda yapının mimarı Mimarbaşı Lole olarak zikredilirken, bazı kaynaklarda da Mimarbaşı Cebrail Hekimyan ismi geçmektedir. 19 yy'ın sonralarına doğru Sultan II. Abdülhamit zamanında Hamidiye Alayları Süvari Kışlası olarak inşa edilen yapı, kışla binası olarak kullanıldıktan sonra, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinden 2003 yılına kadar da Vergi Dairesi Binası olarak kullanılmıştır. 2007 yılında Sabancı Vakfı tarafından restore edilmeye başlanmış, 2009 yılında Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi olarak hizmete açılmıştır. İki katlı bir yapı olan Müze binasının zemin katı  ahır kısmını oluştururken, üst katta ise idare ve yatakhane amaçlı yapılmış bölüm bulunmaktadır. Yapıda tek süsleme unsuruna kuzey cephenin ortasına yerleştirilen giriş kapısında yer verilmiştir.

Yol üzerinde pek çok binaya mutlak gözünüz takılacaktır; mutlaka sizi yanına çağıracaktır….
Fakat önemli bir yapı daha var, mutlaka onu da görün derim, öyle Midyat’a geçin. Ancak oraya yürüyerek gitmek pek de mümkün değildir. Süryaniliğin önemli merkezi olan muhteşem bir manastır vardır, buraya girdiğinizde mutlaka biraz bekleyeceğinizi hesap ederek gidin. Gerekirse arayarak randevu alabilirsiniz;
Tel  :0 482 219 30 82
http://www.deyrulzafaran.org
Manstırda anlatımı burada görevli rahipler yapmaktadırlar. Sizi gruplar halinde içeri alırlar ancak oraya kadar giderseniz mahlepli Süryani kahvesi içmeyi ihmal etmeyin. Genelde o kahve içilir büyük bir zevkle ve sonrasında mutlak kişiler yanlarına da alırlar; sevdiklerine götürmek için! Ama alırken buram buram kokan kahve ile yolculuğa devam edeceğinizi hesaplayarak birkaç poşete koymalarını isteyin; benden söylemesi! Tüm yol boyunca siz de kahve kokacaksınız yoksa! kullandığınız parfümlerle inatlaşacak boyutta keskindir kokusu! Pek çok misafirim buradan sonra hep yolculuğa mahlepli kahve kokuları şaçarak devam ediyor!

Mardin'in 5 km doğusunda bulunan, 1932'ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikamet yeri olan ve üç kattan oluşan manastır 5.yüzyıldan başlayarak farklı zamanlarda yapılan eklentilerle bugünkü haline 18. yüzyılda kavuşmuştur. Manastır, Milattan önce Güneş Tapınağı daha sonra da Romalılarca kale olarak kullanılan bir kompleks üzerine inşa edilmiştir. Mardin ve Kefertüth Metropoliti Aziz Hananyo'nun 793 yılında başlattığı büyük bir tadilat sonrasında manastır onun adıyla Mor Hananyo Manastırı olarak anıldı. 15. yüzyıldan sonra da manastırın etrafında yetişen zafaran (safran) bitkisinden dolayı Deyrulzafaran (Safran Manastırı) adıyla anılmaya başlandı.

Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, iç ve dış mekânlardaki taş  nakışları ile güzel bir mimari örneği olan manastır uzun tarihi boyunca Süryani Kilisesi'nin dini eğitim merkezlerinden biriydi. 1876 yılında dönemin patriği, İngiltere'den satın aldığı bölgenin ilk matbaasını manastıra getirtti. 1969 yılına kadar Süryanice, Arapça, Osmanlıca ve Türkçe kitaplar bu matbaada basıldı. Mardin Metropoliti'nin ikametgâhı olan Deyrulzafaran Manastırı bugün de Süryani Kilisesinin önemli dini merkezlerinden biridir.

Oraya kadar geldiğinize göre; Dara antik kentini de görün derim. MS 6. yüzyılın başlarında artan Sasani tehlikesine karşın Nusaybin'in yaklaşık 35 km kuzeybatısında kurulan Dara antik kenti, kurucusu olan Anastasius'un adıyla Anastasiopolis olarak anılmıştır. İlginç kaya mezarları ve kiliseleri ile zengin Nekropol alanı, sarnıçları, köprüleri, sur duvarları, agorası ve kamusal alanları ile tam bir Roma şehri olan Dara, Güneydoğu'nun Efes'i olma yolunda keşfedilmeyi beklemektedir. Yüzyıllardır sessizce, sahipsizce bekliyor…! Yok olmayı mı, var olmayı mı, kim bilir…! Bu sorunun cevabı için bile gelmeye değer buralar…!


Mardin’de bir güne yolculuktu yaptığımız belki de sizinle ama sadece yukarıda anlattıklarım değil elbet Mardin. Kaybolarak keşfetmektir bu şehrin diğer adı… Anadolu’mun nice diğer şehirleri gibi bir tutkuyla bağlanmaktır bu şehirlerin hikayesi… Kavrar  sizi, tutkuyla, sevgiyle, huzurla ama bir o kadar da hüzünle….Bilemez ama nasıl göstersin sevdiğini; kavruktur herşey buralarda, dil söyleyemez…ama gözleri anlatır her şeyi; bakmasını bilene…
Nice söylenmemiş hikayeleri var taşların, kim bilir günün birinde siz de duyarsınız,  gelirseniz. Mutlak sizin için de söyleyeceği bir şeyleri vardır; bundan emin olun!

Sevgiyle kalın, Anadolu’nun sizin gibi yüreklere ihtiyacı var, inatla bu satırlara kadar gelebildiyseniz okuyarak…Gerçekten sizler de Anadolu’nun ta kendisisiniz…
Anadolum… Mezopotamyam… Güneydoğum… Bekliyor sizi yüzyıllardır… keşfetmeye, sevmeye! Dönerse ruhlarınızın saati  buralara, gelin, kucaklamak neymiş görün…!

Umut gölgeniz olsun…!

Nilgün Mazıcıoğlu
Gap Uzmanı-Rehber
Gaziantep
nilgunm01@gmail.com