Maestro, hangisini
söylemek sizin için daha iyi olurdu: “Keşke yapmasaydım” mı, yoksa “Acaba yapsaydım”
mı?
“Benim hayatımda ‘keşke yapmasaydım’lar ağır
basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep sezgiyle, yürekle özdeşleştirdiler benim. Opera
tarihinin en çok sevilen romantik trajedileri ‘La Traviata ve Rigoletto’ bana
ait, yine Shakespeare etkili Macbeth, Otello ve Fallstaff adlı dramalar da
benim eserlerim. Ancak o berbat yıl sonrası sipariş edilen komik operayı hiç
yazmamalıydım! İlk operam olan Oberto 17 Kasım 1839’da La Scala’da ilk defa sahnelenmişti
ve çok büyük başarı kazanmıştı. Bu benim tarihe geçtiğim gündü. Aslında hayatımın büyük trajedisi başlamıştı: Hem
oğlumu hem de kızımı daha ikinci yaşlarına basmadan teşhisi konulamayan bir
hastalık yüzünden kaybetmiştim… Daha ‘artık çocuklarımın olmadığı’ fikrine
alışamadan, taparcasına sevdiğim eşim Margherita’yı da bir beyin hastalığından
dolayı kaybettim. Artık ailem yoktu. Tüm bunların üzerine sipariş almış olduğum
komik opera ‘Bir Günlük Kral’ ilk temsilinden sonra yuhalanarak, fiyaskoyla
sonuçlanmıştı… O dönem başarı hırsıma yenik düşmemeliydim, hayatımın en büyük
keşkesi o dönemleri düşündüğümde belirir aklımda: Keşke aileme daha fazla vakit
ayırsaydım…”
“Benim hayatımda
‘acaba yapsaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep akılla, beyinle
özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en zor seyredilen dört serilik ‘Der
Ring des Nibelungen’ bana ait, bazen modern müziğin başlangıcı olarak kabul
edilen Tristan und Isolde de yine benim
eserim. Hayatta canım ne istediyse, aklıma ne estiyse onu yaptım ben. Son
derece net ve keskin bir insandım, başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri
asla umurumda olmadı. Ben dünyada eşi benzeri olmayan bir yetenektim ve hatta
diyebilirim ki; yetenek mevzu bahis olduğunda kimse bana yaklaşamazdı… Belki
benden birkaç ay sonra doğmuş o romantik İtalyan biraz yaklaşabilirdi ancak o
kadar! Asla benim son derece entelektüel müziğimin yanından bile geçemezdi.
Bazen düşünmüyor değilim, ‘acaba’ mesela: Minna ile evli olmama rağmen, hep
bana destek olmuş, beni takdir etmiş beyefendilerin karılarıyla aldatmasaydım onu?
Acaba o bana ilham veren güzel kadınların koyunlarına girmeseydim? Ben de
sıradan bir erkek olsaydım eşine her daim sadık, dostlarının kadınlarına göz
koymayan? Asla olmaz! Nasıl besteleyecektim o harikulade operaları? Güzellikti
bana ilham veren ve güzelliğin sahibi başkası olamazdı. Çünkü operalarımda size
verdiğim o güç ve tutku hissi ile kendinden emin olma durumu ancak tüm o
güzelliklerin kayıtsız şartsız bana ait olmasıyla mümkündü!”
“La Scala
konusunda çok hassastım. Aslında müziğe olan yeteneğim ben çok küçük yaşlardayken
keşfedilmişti. Keşke babam konuyla ilgili daha ciddi girişimlerde bulunsaymış.
19 yaşında Milano Konservatuarına başvurduğumda beni almamalarının en büyük
nedeni yaş haddiydi bence. Üzerine beni La Scala’da yuhaladıklarında gerçekten
çok üzüldüm… Oysa aslında seyirci daha sonra alkış ve takdir konusunda son
derece cömert davranmıştı bana. Olsun, bir kere darılmıştım ben ve bu dargınlık
hayat boyunca ara ara hissettirdi kendini bana… Oysa başarısızlıktır, bazen de
insanları başarıya götüren, keşke hiç darılmasaydım!
Ben, son derece
köklü ve oturmuş İtalyan kültüründen geliyordum. Kökenleri Antik Roma’ya,
Katolik Kilisesi ayinlerine ve Rönesans’a kadar uzanıyordu. Bizim için en ciddi
gelenek “Grand Opera”ydı. Aslolan ‘bel canto’ yani iyi şarkı söylemekti. Operalarımı
yazarken aklımda her rol için mutlaka bir isim olurdu. Sanatçılara göre
yazardık eserlerimizi. Biliyorum o kendini beğenmiş Alman bu gelenekten
tiksiniyordu. Onun için opera ‘Gesamtkunstwerk’ yani ‘birleşik sanat eseri’
adını verdiği bir müzik, şiir, dans gibi tüm sanatların harmanıydı. Benim için opera eğlenmek içindi:
İnsanlar gelir; sanatçı aryasını söyler, en yüksek notaya ulaşır ve
alkışlanırdı… Onun içinse, insanların son derece geniş kapsamlı artistik bir olayı izlemek amacıyla bir araya geldikleri sosyal bir ritüeldi… ”
“Babamı çok
küçük yaşta kaybetmişim. Annemin onun yerine evlendiği ressam bozuntusu da genç
yaşta öldü. Biz dokuz kardeşten çoğumuz sahne, müzik ve oyunculukla ilgilendik.
15 yaşına kadar müzikle ilgili herhangi bir gelişme göstermedim. Ancak o ilk
gençlik yıllarımdan itibaren ışık hızıyla yeteneğimi göstermeye başladım. Acaba
çok küçük yaşlardan itibaren müzik hayatımda olsaymış, daha çok eserim olur
muydu? Sanmam! Çocuk yaşta sadece çok iyi eğitim almış insanların
anlayabileceği çapta olan müziğimin hakkını veremezdim. Tam zamanında
başlamıştım.
Ben yüksek
kültürünü ancak 18.yy’da oturtabilmiş Alman ekolünden geliyordum. Bu kültür
ilkin barok çağın dâhileri Bach ve Handel ile kendini göstermiş, daha sonra
Gluck, Hayden ve Mozart gibi klasikçilerle iyice yükselmişti. Kültürümüzde
devamlı olarak gelişen entelektüel, diplomatik ve ekonomik etkiler, ortak kimliğimizin
oturmasında ve Germenik ülkelerin kültürel devrimin merkezi olmalarında önemli
bir rol oynamıştır. Benim müziğim ise tüm bu gelişmeleri ve Alman yüksek
kültürünü taçlandırmıştır! Acaba ben ve müziğim olmasa, ulusal kimliğini yeni
oturtmuş ve ulusal birliğine yeni kavuşmuş Birleşik Almanya bu kadar yüksek
telden temsil edebilecek miydi kendini?”
“Böylesine kadim
geçmişi olan bir kültürün, ulusal birliğine bu kadar geç ulaşmasına hep
şaşırmışımdır aslında. Yeniden yükseliş adını verdiğimiz ‘Risorgimento’ dönemi
boyunca Nabucco’daki ‘Va Pensiero’ aryasının bir özgürlük sembolü haline gelmesi
hayatım boyunca gurur vermiştir bana. Suriye ve Babil Kralı Nabuccodonosor’un
Filistin’i boyunduruk altına almasıyla, o dönemler Avusturya boyunduruğu
altında yaşayan İtalyanlar kendilerini özdeşleştirmişlerdi. Esirler korosu
tarafından söylenen ‘Va Pensiero’ adeta bir devrim marşı haline gelmişti ve ben
de bir devrim kahramanı…”
"Acaba aşırı
milliyetçi olmasaydım ve bu yüzden 12 yıl İsviçre’de sürgünde yaşamak zorunda
kalmasaydım daha üretken olabilir miydim? Sanmam! Benim için Almanya, Alman
Kültürü ve saf ırk kavramı her şeyden önce geliyordu. ‘Die Meistersinger von
Nürnberg’ adlı eserimin sonunda açıkça belli ettim bunu. Anti-semitik
düşüncelerimden dolayı da bir çok insan benden nefret ediyordu. Düşünmüyor da
değildim acaba Parsifal’de bu kadar belli etmese miydim diye hislerimi?
Ancak ben Yahudilerden arınmış bir Almanya istiyordum, bunu da mutlaka söylemem
gerekiyordu…!”
“Ömrümün en
önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün ve para bahşetmişti hayat bana. Milano’da
emekli müzisyenler için bir huzurevi açtım. Bugün Casa Verdi olarak bilinen bu
evin kapısı yaşlı müzisyenlere hala açıktır… Ben öldükten sonra tüm İtalya yasa
büründü ve birden birisi mırıldanmaya başladı, ardından bir başkası, öbürü ve
öteki derken kitlelerin dudaklarından şu mısralar dökülmeye başladı cenaze törenimde: Va’,
pensiero, sull’ali dorate; Va, ti posa sui clivi, sui colli, ove olezzano tepide
e molli l’aure dolci del suolo natal! (Uçun hayallerim, yükselin altın
kanatlarla. Gidin oturun tatlı rüzgarların taze toprak kokusu taşıdığı,
anavatan bayırlarına, tepelerine…)”
“Ömrümün en
önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün bahşetmişti hayat bana ancak paradan yoksun
bırakmıştı beni. Bayreuth’da gördüğüm o güzel bina yeniden inşa edilmeliydi ve
içerisinde sadece benim eserlerim sahnelenmeliydi. Her şeyiyle kendim
ilgilenmeliydim bu sahnenin, çünkü başka kimse benim eserlerimin icrası için nelere
gereksinim duyulacağını benden iyi bilemezdi. Paraya ihtiyacım vardı. Bereket
tüyleri yeni yeni çıkmaya başlayan Kral II. Ludvig’in bana karşı duyduğu o
sapıkça aşk imdadıma yetişti. Hayatım boyunca tüm arkadaşlarımı, bana yardım
eden herkesi ustaca kullandığım gibi kralın hislerini de kullanarak yüklü bir devlet fonu
kopardım. Acaba kötü mü oldu? Tabi ki hayır! Venedik’te kalp krizi geçirdikten
sonra Bayreuth’a getirilen naaşıma saygı gösterecek ve cenaze törenime
katılacak pek arkadaşım kalmamıştı. Fikirlerimden o kadar etkilenen Nietzsche bile
sırt çevirmişti bana. Ama olsun. Bugün yaptırdığım o salonda düzenlenen
festivale katılan insanlar bilet bulmak için en az 5 yıl bekliyorlar. Mutlak
sessizlik sağlamak için yaptırmadığım havalandırma eksikliği yüzünden, saatler
süren operalarım boyunca fenalaşanları görmek, ölen olsa bile verdiğim talimat
gereği kapıların açılmayacağını bilmek, orkestra piti görünmediği için, o ünlü
maestroların, müzisyenlerin pişerek atlet ve şortla sanatlarını icra ediyor
olmalarını bilmek bana sonsuz bir mutluluk veriyor!”
Adige Nehri’nin
at nalına benzer bir kıvrım yaptığı ve çepeçevre sardığı toprak üzerine
kurulmuş, dünyanın en romantik kentlerinden biri olan Verona’dayım. Romeo ve
Jülyet’in şehri, aslında onlardan yüzyıllar önce ilkin Romalıların vatanı
olmuş. Romalılardan bize miras kalan, dünyanın en iyi korunmuş amfitiyatrolarından
biri olan Verona Arenası’nda Verdi ve Wagner Aryaları Galasını izleyeceğim.
2013 yılının Ağustos ayındayız. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da
romantik akımın en önemli temsilcilerinden Verdi ve Wagner’in eserlerinden bir
seçki beğenimize sunulacak. Sunacaklar arasında Placido Domingo’nun olması beni
ayrı olarak heyecanlandırıyor! (Şef Daniel Harding’in yönetimi de cabası) Bu
konser Verona’da her yıl düzenlenen geleneksel Yaz Opera Festivali kapsamında
veriliyor. Festival 2013 yılında 100. Yaşını kutluyor. Verdi’nin
doğumunun 100. yılı onuruna ilkin 1913 senesinde düzenlenmiş. Her iki müzisyen
de birkaç ay arayla aynı yıl doğduğu için, 2013 yılında, doğumlarının 200. yıl dönümü onuruna, Verdi’yi Wagner’e
kırdıran, ikisini birbiriyle kıyaslayan tonla konser verildi. İşte bunlardan
birinde ben de hazır bulunmaktayım. Ancak aklımdan şöyle bir soru geçiyor: Şiir
mi, düzyazı mı? Hayatta kimin hem acabaları hem de keşkeleri yok ki…?
“Ben Avusturya – Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand.
28 Haziran 1914’te Latin Köprüsü üzerinde vurularak öldürüldüm. Suikasta kurban
gidişim dünyayı kana bulayacak savaşın kıvılcımı olmuştu. Aslında bekliyordum bu sonu, Belgrad’da defalarca öldürmeye çalışmışlardı beni, başarıya Saraybosna’da
Miljacka Nehri üzerindeki bu kadim köprüde ulaştılar…. Aynı günün sabahı bombalı
bir saldırının hedefiydik eşim Sophie ile birlikte. Şükür ki bomba bize isabet
etmemişti, ancak bizim yerimize yaralananlar olmuştu ve biz tam da hastaneden, onların
ziyaretinden dönüyorduk o Gavrilo Princip denen Sırp genci her ikimizi de
vurduğunda… Kendi karakterimin karanlık yönlerinin farkındaydım, her ne kadar
siyasi alanda önemli bir kişilik olsam da, bence tüm negatif yanlarım
anlaşılabilirdi; en nihayetinde ben de bir insandım…
Hayatımda her şey, kuzenim Varis Prens Rudolf’un 1889 yılında Mayerling Av Köşkü’nde kendini öldürmesiyle dramatik olarak
değişmişti. Babam Karl Ludwig hanedan veraseti için ilk sırada gelmekteydi ve
fakat bu olasılığı ivedilikle bana bıraktı. Hemen ardından da tifo yüzünden
aramızdan ayrıldı… Amcam İmparator Franz Joseph aslında beni pek onaylamıyordu,
ne de olsa eşim Sophie soylulukta yeterli bir mertebeye sahip değildi, ancak
amcamın fazla bir seçeneği de kalmamıştı! Rudolf onun tek oğluydu. Ölürken
hayatta yaptığım bir çok şeyden pişmanlık duydum, özellikle aşırı av
düşkünlüğüm sonucu canını aldığım tüm o hayvanlar için… ancak başta Almanya
olmak üzere; Fransa, Rusya, İngiltere gibi güçlü devletlerin çıkar
çatışmalarının bedelini ödeyecek kadar büyük değildi günahlarım! Hele hele
benden önce karnından yara alan Sophie’nin ödediği bedel? Son sözlerim ‘yaşa ne
olur, doğacak bebeğimiz için yaşa’ olmuştu… Yaşayamadı, hayatın acımasızlığı
galip geldi…”
Miljacka Nehri usul usul akmaktaydı… Aynı
yüzyıl içinde suları iki defa tamamen kana bulanmıştı. Üzerindeki köprüler
yaşadıkları dramın ağırlığından çökseler yeriydi. Bu köprülerin en ünlüsü Latin
Köprüsüydü. Bu taş köprü aslında orijinali 1541’e tarihlenen bir ahşap köprü
yerine 1798’de Hacı Abdullah Briga tarafından yaptırılmıştı. Osmanlı yapısı
olan köprü, şehrin kuzeyinde kalan tarihi merkezle, Hristiyanların daha yoğun
yaşadığı ve o yüzden Latinluk ya da Frenkaluk olarak adlandırılan güney
mahalleyi birleştirirdi…
“Ben Suada Dilberoviç. 5 Nisan 1992’de
parlamentonun arkasındaki Vrbanja Köprüsü üzerinde vurularak öldürüldüm.
Dubrovnik kökenli, Boşnak bir ailenin kızıydım. Saraybosna’ya tıp okumak için
gelmiştim. 5 Nisan 1992’de vurulduğumda 24’üme basmak için sadece 50 gün
kalmıştı… Biz çok yakın tarihe kadar birbirimizi Sırp, Hırvat, Boşnak diye
ayırt etmeden severdik. Yüzyıllar boyunca Osmanlı yönetimi altında kalmıştık ve
bir koca imparatorluğun hoşgörüsünü içimize sindirmiştik. Sonra Avusturya
gelmişti ve şehrimiz iyice Avrupai bir görünüme bürünmüştü. Ferhadija Caddesi’nin
bir ucundan diğerine doğru yürürken, birden Batı kültüründen Doğu kültürünün
kalbine geçersiniz bu özel şehirde. Bir yanınızda Katolik Katedrali, Sırp
Ortodoks Kilisesi, kafeler ve meydanlar ve heykeller görürken; 50 metre ileride
camiler, hanlar, sebiller karşılar sizi. Biz ne zaman birbirimizden nefret
etmeye başlamıştık onu hatırlıyordum ancak biz neden birbirimizden nefret
ediyorduk, onun cevabını bilmiyordum. Bu cevabı veremeyenler olarak sayımız yüz
bini bulmuştu. Koca bir kitle olarak barış gösterileri yapıyorduk o gün. Ben ve
34 yaşında, iki çocuk annesi olan Olga Sucic, en ön saflardaydık. Holiday Inn
Otelinden Sırp keskin nişancılar tarafından açılan ateşle vurularak ölen ilk
savaş şehitleri biz olmuştuk Vrbanja Köprüsü üzerinde… Bu köprü bizim adımızı
taşır artık: Suada ve Olga Köprüsü…”
Miljacka Nehri akmak bile istememişti 44 ay
süren bu gaddar kuşatma boyunca. Dile kolay 1425 gün… Dile kolay tüm dünyanın
gözü önünde öldürülen 11.541 vatandaş… Bir çok köprü vardı Miljacka üzerinde… Yüzyıllar
önce inşa edilen o ilk ahşap köprüden beri sadece birleştirici olsun istemişti
Miljacka üzerindeki köprülerin…
“Şehrimizin modern tarihi, Rijeka’lı son
derece zengin tüccar Iginio Scarpa’nın, merhum eşinin adını verdiği Villa Angiolina’yı
yaptırmasıyla başlar. Aşk sinmiştir ta o zamanlardan bu topraklara, bir daha
hiç geri gelmeyecek olana karşı duyulan sonsuz bir aşk… Bay Scarpa’nın bir
diğer tutkusu da doğaya karşıymış, 1844’te inşa ettirdiği Villa’nın bahçesini
Uzak Doğu’dan, Güney Amerika’dan, Avustralya’dan ve dünyanın diğer yerlerinden
gelen bitki ve ağaçlarla donatmış.”
Akdeniz, Mediterraneo, Mare Nostrum… İki
toprak arasındaki deniz… O iki toprağın her köşesinden aşkla bakmıştım ben de
hayatım boyunca bu denize, ancak Opatija’da bilindik Akdeniz kültüründen
farklı, kendine özgü bir hava vardı. Sanki yanı başına deniz konmuş bir
Avusturya şehrine benziyordu! Aslında bu benzerlik kesinlikle rastlantısal
değildi zira Scarpa’nın villasından sonra, zengin Rijeka şehrinin kalburüstü
kesimi birer birer villalarını kondurmaya başlamıştı sahil kesimine. O zamanlar
bu topraklar Avusturya İmparatorluğu’na dahildi, mimariye de aynı zevkin
sinmesi çok doğaldı…
“Bakın, şehrimiz Opatija’daki yapıların çoğu
Avusturya döneminde inşa edildiği için 100-150 yıllık geçmişleri vardır. Bir sayfiye
yeri olarak her ne kadar Birinci Dünya
Savaşı öncesi tadını yansıtsak da, aslında ziyaretçilerin önemli bir kısmı da
şehrin karizmatik bir duruşu olduğunda hemfikir. Bizim şehrimiz İstria
Yarımadası’na giriş kapısı niteliğindedir. Coğrafi olarak yarımadada
bulunmamıza rağmen, idari olarak farklı bölgeye bağlıyız.”
Çok doğru söylüyordu! Opatija demiryolu ile
Viyana’ya bağlandıktan sonra, pıtrak gibi lüks oteller de açılmaya başlamıştı
şehirde. Öyle ki başta Kraliyet Ailesi olmak üzere Viyana’nın asilzadeleri yaz
aylarını geçirmek üzere bu lüks otelleri doldurmaya başlamışlardı. Adriyatik’te
açılan ilk yat klubü olan Union Yacht Club Quarnero 1886 yılında faaliyete
geçmişti. Bugünün Kvarner Oteli 1884’te Hotel Quarnero adıyla açılan ilk işletmeydi.
Ondan bir yıl sonra prenses Stephanie’nin adını taşıyan otel açıldığında, hem
prenses hem de eşi Habsburg veliahtı Rudolf (adı henüz Mayerling faciasına
karışmamıştı) orada hazır bulunacaklardı. İmparator Franz Joseph bölgenin
müdavimlerindendi. Özellikle soğuk kış aylarında sığındığı bir yerdi burası.
“Buradaki en eski yapı 14.yy’a tarihlenen bir
Benedikten Manastırıdır: Opatija St. Jakova. Opatija manastır anlamına
gelmektedir. Şimdi artık yarımadayı gezmeye başlayacağız sizlerle. Bu üçgen
şeklindeki toprak üç ülke arasında paylaşılır: Hırvatistan, Slovenya ve İtalya
ancak %89’luk payla Hırvatistan bölgenin büyük çoğunluğuna sahiptir. Doğumuzda
Kvarner Körfezi kalır ki, Romalılar zamanında bu körfezi “Mare Quartino” yani
Dört Deniz olarak adlandırmışlar. Hemen karşılarında duran Krk ve Cres
Adalarının denizi dört parçaya ayırdıklarını düşünmüş olmalılar… Batımızda ise
Trieste Körfezi bulunur. İstria ismi, bazı tarihçilerin farklı lehçesi olan
İliryalı bir kavim olarak nitelendirdikleri Histrilerden gelir.”
Toprak özelliklerine göre üç rengin adını alan
bölgelere ayrılmıştı İstria. Kireçtaşının yoğun olduğu yere Beyaz İstria,
toprağın grimtırak olduğu ve genelde hayvancılık yapılıp, meyve yetiştirilen
yere Gri İstria, batı bölgesinde toprağın kırmızımtırak tonlara büründüğü,
zeytin ve üzüm yetiştirilen alana da Kırmızı İstria demişlerdi. Benim için en
güzel bölgesi Kırmızı olanıydı… Üzüm ve zeytin, Akdenizliliğin en kuvvetli
simgeleri…
“Kış Olimpiyatlarının yapıldığı Torino’dan
100 km kuzeydeyiz. Kanada şehri Ottawa’dan da 100km daha kuzeydeyiz. Tanrının
bize bahşettiği bir lütuftur havası, toprağı, suyu bu coğrafyanın, bu kadar
kuzey enlemlere karşın leziz zeytinyağları üretiriz biz burada. Yerel
ürünlerimiz arasında, tepe köylerinde üretilen ve parmak ısırtan
proscuittolarımız da bulunmaktadır. Yol kenarında gördüğünüz standlarda
satıcılar elleriyle yaptıkları bal, armut, keçiboynuzu ve üzüm grappalarını
satarlar. Ancak en enteresan ürünümüz truffe mantarıdır. Son derece makbul bir
yiyecek türü olan bu mantarın aromalı bir kokusu vardır ve yerden birkaç
santim ila bir metre arası değişen derinlikte bulunurlar. O yüzden biz bu
mantarı köpeklerle ararız. Bu köpekler 4-5 yıl süren bir eğitimden geçtikten
sonra, konularında uzmanlaşırlar. Siyah ve beyaz olan iki türü vardır, beyaz
truffe sezonu 15 Eylül – 15 Kasım arasıdır ve kilosu yaklaşık 3800 Euro’dan
satılır. Siyah truffe sezonu 6-10 ay arasıdır ve o yüzden daha ucuzdur. Köylülerimizden Zigante adlı bir bey 1999
yılında tam 1310 gramlık bir mantar bulmuştur ve böylelikle Guinness Rekorlar
kitabına geçmiştir.”
O anlattıkça ben acıkmaya başlıyordum.
Birazdan varacağımız ve tüm Akdeniz’deki en favori yerlerimden Rovinj’de yiyeceğim
öğle yemeğinin hayallerine dalmıştım. Yanında İstria’nın hangi güzel şarabından
içebilirim diye düşünüyordum: Yarımada’ya özgü kırmızı Teran mı, yoksa kıyı
kesimi coğrafyasının vazgeçilmez beyazı Malvasia mı? “Bu sıcakta beyaz tercih
etsen daha iyi olacak…” Eufemia’ydı konuşan. Sarı saçları ve masum yüzüyle
gülümsüyordu bana Kadıköylü hemşerim. “Birazdan Rovinj’de sizin lahtinizin
olduğu iddia edilen kilisede ziyaretinize gelecektim ben de Sayın Azize.
Öneriniz için çok teşekkür ederim!” “Anlat onlara ne olur, o Hırvat rehber iyi
bilmez. Sen hep götürdün grupları Kadıköy’de benim adıma ithaf edilmiş
kiliseye. Her gün binlerce kişi geçer önünden o kilisenin ancak kimse bilmez
adımı. Kimse hatırlamaz 16 Eylül 303’te pagan Romalılar tarafından nasıl
hunharca öldürüldüğümü sırf inancım yüzünden. Ben Kadıköylü Eufemia, şehit
edildim doğduğum topraklarda ama kimse anmaz adımı oralarda… “ Azize haklıydı.
O İstanbul’umuzun biricik koruyucusuydu ancak 800 yılında Rovinj’deki kilise
çanlarının denizde yüzen bir lahti haber etmesiyle, o lahtin içinden çıkıp, gelişini haber vermişti köylülere. Bu efsaneye temel olarak Konstantinopolis’te
baş gösteren ikonakırıcılık dönemini kabul etseler de, ben azizenin
röliklerinin hala İstanbul’daki Aya Yorgi kilisesinde olduğuna inanıyordum. “Merak
etmeyin sayın Azize, anlatacağım hikayenizi… Bu arada buralarda uzun yüzyıllar
kaldığınız için soruyorum, aklınızda güzel bir malvasia üreticisi var mı?”
“Yarımadamızın batısı hep Venedik etkisindeydi,
doğusu ise Avusturya. O yüzden Hırvatça yanında İtalyanca batıdaki ikinci
dildir. Opatija ne kadar Avusturyalıysa, batıda ziyaret edeceğimiz Porec ve
Rovinj de o kadar Adriyatiklidir. İlginç olaylara da sahne olmuştur özünde
sakin olan topraklarımız. Jules Verne ünlü eseri Mathias Sandorf’ta yarımadamızın
tam ortasındaki Pazin’den bahseder. Sandorf buradaki kaleden kaçarak tüm
Akdeniz’e yayılan destansı macerasına başlayacaktır. Güzelliği dillere destan
Lim Kanalımızda ünlü korsan Henry Morgan’ın zamanında bir hazine sakladığına
inanılır. En ilginç olaylardan biri ise, Napolyon 1797’de Venedik’i işgal
ettiğinde, dini değerlerinin Fransız Devrimi’nin hışmına uğramasından korkan Venediklilerin,
300 kadar azizin röliklerini 1818 yılında buraya getirmiş olmalarıdır. Vodnjan
Mumyaları olarak bilinen bu rölikler St. Blaise Kilisesinde görülebilirler.”
Anlattıkça anlatıyordu Livio, tüm iyi rehberler
gibi konuşmasını çok seviyordu. Biliyorum uzun uzun 6.yy’da yapılmış UNESCO’nun
Kültür Mirası Listesindeki Euphrasia Basilikası’ndan da bahsedecekti. Pula
şehrinin Romalı geçmişinin ve ünlü amfi tiyatrosunun da bahsini edecekti… Ve
hatta Pula’da James Joyce’un bir dönem İngilizce öğretmenliği yaptığından bile
dem vuracaktı bir kafe önüne konmuş heykelinin önünden geçerken. Bense yine
dalmış çok da uzağımızda olmayan Brijuni Adaları’nı düşünmekteydim… 1893’te ünlü Viyanalı iş adamı Paul
Kupelwieser, aynen Opatija örneğinde olduğu gibi bir süper lüks sayfiye yerine
çevirmişti bu takımadaları. 1983 yılında Doğal Park alanı olarak yeniden
düzenlenmesi öncesine kadar da bu şaşalı yaşamın set alanı olmaya devam
edecekti. Buraların son efendisi eski Yugoslavya’nın ünlü başkanı Josip Broz
Tito’ydu. Soğuk Savaş sırasında, Dönemin başkanları olan Mısır’ın Nasser’i ve
Hindistan’ın Nehru’su ile 1956 yılında Brijuni’de toplanıp, tam da burada Bağlantısızlar
Hareketi’nin temellerini atmıştı. Hiçbir güç bloğuna dahil veya hariç
olmayacaklardı… Tito’yu bu adalarda 100’ün üzerinde ülke başkanı ziyaret
etmişti. Aralarında John F. Kennedy de vardı. Sadece başkanlar mı, Tito’nun
verdiği çılgın patilerin davetlileri arasında Sofia Loren, Elizabeth Taylor
gibi dilberler de varmış… Başta söylediğimiz gibi, bir defa aşkla kutsanmıştı
bu topraklar ve onun gücünden kimse kaçamıyordu… başkan bile olsa…
“Hey Mr. Tambourine Man, play a song for me…
I’m not sleepy and there is no place I’m going to…” Bir yandan gitarını çalıyor, diğer yandan
boynuna sabitlediği bir demirin ucuna koyduğu mızıkasını üflüyor ve öte yandan
da ayağıyla bir pedala basıp gümlettiği davul eşliğinde şarkıyı söylüyordu.
Vondelpark’ta sıcak bir yaz günüydü, her yer bisikletliler, piknik yapanlar,
köpek gezdirenler, gençler ve marjinal tiplemelerle doluydu. Ömrümde ilk defa
böyle bir şeye tanık oluyordum. Aslında ömrümde de fazla yol almış değildim,
henüz 17 yaşındaydım… Bildiğim tek şey vardı: Uykum yoktu ve bir yere de
yetişmiyordum. Amsterdam’a yaptığım ilk yolculuk sonrasında hatırlayacağım tek
şey, yıllar sonra bile hala içimi acıtacak kadar güzel duygularla anacağım bir
nostalji hissi olacaktı.
Efsane der ki; iki Frisialı denizcinin, Ij
ile Amstel Nehri’nin birleştiği yerde tekneleri karaya oturmuş. İşte tam bu
noktadaymış, 13.yy’da şehrin kurulduğu yer. Bölgeye ilk yerleşenler, su
baskınlarından korumak için kendilerini, Amstel üzerinde bir baraj (dam)
kurmuşlar. Bundanmış bölgeye Amstelledamme denmesi. Zaman içinde Amsteldam ve
Amsterdam diye değişecekmiş ismi…
“Adın ne senin?” “Işıl, ya seninki?” “Ady.
Nerelisin?” “Türküm. İstanbul’dan, ya sen?” “Aman Tanrım! Biliyor musun, benim
babam İstanbul’da doğmuş. İsrail’in kuruluşundan sonra ise Tel Aviv’e göç
etmiş. İsrailliyim ben, hayatım boyunca İstanbul’a gitmek istemişimdir. Dışarı
çıkalım mı beraber?”
Onu bana Tanrı göndermişti. Aslında ailemden
aldığım izin Almanya’dan Utrecht’te geçen yılki yaz tatilimizde tanıştığım
Hollandalı aileyi ziyaret etmek içindi. Ne yol bilirdim, ne yordam. Ancak şunu
biliyordum ki, o aile onları ziyaret etmek istediğim günlerde yine tatilde
olacaktı. Fakat ben Amsterdam’ı görmek için yanıp tutuşuyordum. En sonunda
ailenin yokluğundan hiç bahsetmeden, sanki her şey yolundaymış gibi, beni
Frankfurt’tan Utrecht’e giden bir otobüse yerleştirmelerine izin verdim. Birkaç
saat sonra şoföre beni Amsterdam’a bırakması için 20 mark fazladan para öderken
bulacaktım kendimi…
1275 yılında yazılı dökümanlarda ilk defa
geçecekti şehrin adı. Kont V. Floris şehri vergiden muaf tuttuğunu bildiriyordu
bu belgede. 1300’lerin başında Oude Kerk (Eski Kilise) adlı ilk dini yapı
kendini göstermeye başlamıştı. Ticaret gelişmiş, çoktan zengin bir şehir olma
yolunu tutmuştu Amsterdam. 1428’de Burgonya Dükü İyi Philip’in yönetimine
geçmişti Amsterdam’ın da dahil olduğu tüm Alçak Topraklar…
Yolculuk boyunca arkamda üfleyip püflemişti.
Sonradan öğrenecektim, neredeyse 24 saattir yollardaydı. Upuzun saçlı ve
sarışındı Zagrebli genç. Peşine takıldım ancak kovalamak istedi beni. “Bak ben
sadece bu geceliğine buradayım, yarın İrlanda’ya geçeceğim. Seninle uğraşamam.”
“Ne olur, ben de seninle merkeze geleyim.” Sanırım acıdı bana, yolumuzu tayin
etmek için elime şehir haritası tutuşturdu. Önce çevirdim, düzden ve tersten
baktım. Aslında ne yapmam gerektiğini anlayamamıştım. Göz göze geldik bir an ve
kısaca gülüştük. Harita okumayı bilmiyordum henüz!
Miras yoluyla kendine geçen Alçak Toprakları,
evlilik yoluyla Habsburg İmparatoru Maximilian’ın topraklarıyla birleştirecekti
Burgonyalı Mary. Ömrü yetmemişti tarihin bir zaman sonra nasıl çığ gibi olaylar
silsilesini önüne katıp, bu kocaman imparatorluğu devleştirdiğini görmeye. 16. Yy’ın
ilk çeyreğinde torun Şarlken, bilinen tüm batı dünyası gibi Amsterdam’ın da
sahibi olacaktı. Ancak Hollandalılar çok da memnun hissetmeyeceklerdi kendilerini
bu hakimiyetten… Bir diğer yandan Protestanlık yayılmaktaydı. Katolik egemen
sınıf, korkunç eziyet etmekteydi Protestan güruha. Bu ikilem o kadar derin
boyutlara ulaşacaktı ki, en sonunda 80 Yıl Savaşları’na sebebiyet verecekti.
16 kişilik bir yatakhanede, birer döşek
kiraladık kendimize. Kız – erkek karışık kalıyorduk. Duşların kapısı bile
yoktu, yatakhane arkadaşlarımın kıçlarını görmek ilginç bir sürpriz olmuştu
benim için. İşte tam da o sırada gelip kendini tanıtmıştı Ady. Dışarı çıkalım
mı diye sorduğunda yaşadığım tutukluk aslında sevinçtendi! Sanırım beni yanlış
anlamıştı. “Ne o, sen Müslüman, ben Yahudiyim diye birlikte dolaşamayacak mıyız?” “Aklımdan
bile geçmedi böyle bir şey! Haydi çıkalım!”
Din kisvesi altında yaşanmış onca savaş, onca
eziyet… 1578 yılında, başta tarafsız olan Amsterdam da katılmış Orange’lı
William ve Protestan ordusuna. Utrecht Antlaşmasıyla 7 Kuzey Bölgenin
birleştiğini açıklamışlar. Alterasyon dedikleri bu dönemde tüm Katolikleri kovup,
enstitülerini dağıtmışlar. En sonunda Şarlken’in oğlu II. Felipe (II. Philip),
bu birleşmiş bölgeleri tanımış. Bundan sonra Amsterdam’a büyük bir göçmen akını
olmuş. Özellikle Anversli zengin tüccarlar ve Portekizli Yahudiler… Hepsi
baskılardan kaçmaktaymış. Taa o günlerden efsanevi tolerans erdemini yakıştırmış
kent kendine…
“Biliyor musun bu şehrin efsanevi bir
özelliği vardır: Tolerans. Belki dünyadaki hiçbir başka kent bu derecede
hoşgörülü değildir insana karşı. Öyle ki, hafif uyuşturucular bile serbesttir.
Bir bakalım mı etrafa?” Hava kararmıştı ve biz çoktan Kırmızı Fener Mahallesi’nin
yolunu tutmuştuk. Her ne kadar cam bölmeler ardında pazarladığı vücudundan
kazandığından gerekli bölümü devlete vergi olarak ödeyip, hijyen koşullarının
tümünü yerine getirse de, bir kadını böyle çıplak, geleni geçeni aleni olarak
provoke eder şekilde görmek her ikimizi de etkilemişti…
“Bu her yerde görünen
VOC de neyin nesi?” O zamanlar bu soruya cevap verememiştim. Yıllar geçti.
Artık cevabı biliyordum: Verenigde Oost-Indische Compagnie (Doğu Hindistan
Kumpanyası). 16.yy sonundan beri Hollanda Donanması Uzak Doğu Asya ile ticaret
yapmaktaydı. 1602’de ise birkaç ticaret şirketi güçlerini birleştirerek, bir
ticaret monopolü kurma amacı ile Doğu Hindistan Kumpanyası adı altında bir
araya gelmişlerdi. Egemenlik, savaş ve barış yapma yapma hususlarında son
derece kuvvetli hakları varmış. Japonya, Doğu Hint Adaları, Seylan ve Tazmanya’da
ticaret garnizonları kurmuşlar. 17.yy boyunca tasavvur edeilemez büyüklükte
zenginliğin sahibi olmuşlardı. Hollanda için “Altın Çağ” denen dönemdi bu…
“Ne çirkin bir saray!” Dam Meydanı’ndaydık. Orijinalinde
Belediye binası olarak inşa edilmiş olan 17.yy Koninklijk Sarayı için belki de
kullanılabilecek en güzel sıfatı seçmişti Ady. Oysa düşüş döneminin belki de en
acı örneği sarayın hikayesiyle verilebilirdi: Napolyon Bonapart’ın kardeşi
Louis, şehir Fransızların eline geçtikten sonra burada kendini kral ilan
etmişti ve kendi konumuna yakışabilecek tek yapının bu bina olduğuna karar
kılarak burayı Kraliyet Sarayı olarak düzenletmişti. Kibri o kadar had
safhadaydı ki, içeri döşeyeceği mobilyaları bile Fransa’dan getirtmişti… Çirkin
Saray ona da fazla süre yar olmayacaktı… Ağabeyi Waterloo Savaşı’nda yenilince,
mobilyaları alamadan ve arkasına bile bakmadan kaçacaktı Louis… Ancak bu Çirkin
Saray bir kere yer etmişti beynimde, yıllar sonra Damrak Boyunca yürütüp
meydana getirdiğim gruplara anlatım yapmadan önce hep bir gülümseme belirir
suratımda...
Altın Çağ boyunca büyük başarılara imza
atılmıştı. Daha sonra New York adını alacak New Amsterdam 1625’te kurulmuştu.
Şehir nüfusu iki katına çıkmış, dikkatle eski merkezi içine alacak biçimde, at
nalı şeklinde yapılan kanallarla yaşam alanı arttırılmıştı. 1642’de Abel
Tasman, bugün Avustralya’ya ait olan Tazmanya’yı keşfetmişti. 1648’de Münster
Antlaşması, İspanya ile devam eden 80 Yıl Savaşları’na son vermişti. Rembrant’ın
atölyesinden daha sonra dünyanın tüm prestijli müzelerini süsleyecek eserler
çıkmaktaydı. Ancak her çıkışın bir düşüşü vardı. İngiliz Donanması’nın
yükselişi Hollanda’nın ipini çekmişti. 18.yy boyunca şehir, dev deniz
komşusunun gölgesinde kalmıştı. Bir dönem de böyle kapanmıştı…
“Biliyor musun, bu iğrenç Hostel’de yarın
akşam için yer yok. Yarın için başka bir hostele yer ayırttım, sabah erkenden
gideriz.” O zamanlar benim için ne Rijks, ne Van Gogh, ne Denizcilik Müzesi, ne
Concertgebouw Salonu, ne de diğer önemli anıtlar ve müzeler bir anlam ifade
ediyorlardı… Sırtımızda, elimizde çantalarla yeni hostele gitmiştik.
Süpermarketten yiyecek alıp, sokaklarda yemiştik. Henüz 8687 kazık çakılarak, 3
yapay ada üzerinde 1889’da inşa edildiğini bilmediğim Centraal Station’ın
önünde kazılar başlamamıştı. Bizim gibi bir sürü genç, istasyon girişinde
bağdaş kurmuş, kızlı erkekli (!) oturmaktaydı. Çok gençtik, cebimizde para
olmadığı için yolda bize Afgan Macunu satmaya çalışan zencileri kibarca
reddetmiştik. Kanal kıyılarında, Vondelpark’ta, Centraal Station önünde oturduğumuz
o anların keyfini, hiçbir lüks mekan verememiştir daha sonra bana…! Ne güzeldi!
Uykumuz yoktu ve yetişmemiz gereken bir yer de…
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK
AMSTERDAM: 19.yy iyi geldi şehre, ikinci
yarısında toparladı kendini. 20.yy’da NATO, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve
BENELUX gibi son derece önemli enstitülere kurucu üye olan Hollanda’nın
başkenti olarak, eski anlı – şanlı tarihini arar şekilde, hala hoşgörülü, hala
rahat…
ADY: Amsterdam’dan sonra bir dönem Avustralya’da,
bir dönem Yeni Zelanda’da ve bir dönem de ABD’de yaşadı. Bir süre önce
hayatının aşkıyla tanıştığına karar verdi. 2013 yılının Mayıs ayında bir kız
çocuğuna dünyaya gelmesi için kapı oldu. (Yani kendisi böyle ifade etti) Hala
İstanbul’a gidemedi…
IŞIL: Hayatı boyunca gezmeye devam etti ve
etmekte. Amsterdam seyahatinden sonra harita okumayı öğrendi, hatta çok daha
fazlasını… J Azmetti ve yıllar sonra Ady’yi buldu. 14 yıl
aradan sonra Tel Aviv’de tekrar buluştuklarında, sokakta falafel yediler… Şu
anda yakın arkadaşlar…
Buradan itibaren Bach'ın 9 Numaralı Piyano Konçertosunu dinliyoruz... İşte linki:
Frank Gehry bir mimardan çok, sanatçı olarak
nitelendirmekteydi kendini. Ondan istenen şey, son derece zorluydu. Cevabını
çalışma metotlarını ekstremlere çekerek verdi. Müzeyi arkitektonik bir heykel
gibi dizayn etti kısa sürede. Simgeleşecek bir şaheser yaratma arzusu ile yılanvari
yüzeyleri tercihi, ortaya son derece orijinal, heykelimsi bir yapı çıkardı. Amacı,
insanların iç mekanları ve burada sergilenecek objeleri beğenmeleri kadar,
binaya yaklaştıkları her açıdan görecekleri dış mekanı da takdir etmelerini
sağlamaktı.
1993 Ekim’inden 1997 Ekim’ine, dört uzun yıl
sürdü yapımı. Cephelerin hepsini birbirinden farklı ve çevrelerindeki mimari ve
coğrafi ortamla uyumlu olarak dizayn etti. Güney cephesi, şehrin tarihi ve
kaderine atıfta bulunurcasına bir gemi silüetini andırıyor. Denizcilik
geleneğini vurgularcasına sanki yelkenlerini rüzgarla doldurmuş, Nervion Nehri
boyunca ilerlemekte… Tüm bu düşünceyi pekiştiren diğer bir unsur da, müzeyi
çevreleyen 30 cm derinliğindeki havuzlar.
Gehry materyal kullanımında ve binanın
aydınlatılmasında da son derece orijinal fikirler üretmiş. Hareketli yüzeyleri
titanyumla kaplamış, böylelikle bu materyal mimaride ilk defa kullanılmış
olmuş. Düz yüzeylerde ise kireçtaşı kullanmış. Bu farklılığı iç mekanlara da
taşımış; düz odaların yer kaplamalarında, klasik bir materyal olan ahşap
kullanmış, düzensiz ebatları olan odalarda ise daha az klasik bulduğu mikro
çimentoyu tercih etmiş. Yapının önemli bir kısmını titanyumla kapladığı için,
pencere kullanma şansı pek olmamış. O yüzdendir ki, yapının tavanında koca koca
pencereler bulunmakta. Müzedeki cam yüzeyler özel olarak üretilmiş, bileşiminde
metal partiküller var, böylelikle ziyaretçiyi aşırı sıcaktan, sanat eserlerini
ise güneşin zararlı ışınlarından koruyor. Eğer bu şekilde yapılmasa, içerisinin
yüksek sıcaklıktan dolayı dev bir sera gibi olması işten bile değilmiş.
Pencereyi yan yüzeylerde kullanmak istememesinin önemli nedenlerinden biri de
ışığın eserlerin üzerine yansıma yapmasını istememesi olmuş.
Müzenin kuşkusuz en belirgin özelliği,
uzaktan göründüğü anda bakanda hayranlık duygusu uyandıran gümüşi rengi. Bu
rengi veren titanyumdan biraz daha
konuşmak gerekirse: Aslında ilkin kurşunlu bakır kullanmayı düşünmüş, ancak bu
alaşım zehirli olduğu için vazgeçmiş. Daha sonra paslanmaz çelik düşünmüş,
ancak Bilbao gibi kuzey enlemlerde bulunan ve çoğunlukla gri havaların hakim
olduğu bir şehirde, bir hayli ruhsuz görünme riski olduğundan, bu fikirden de
vazgeçmiş. O sırada stüdyosuna getirilen titanyum örneğini incelemiş… Gümüş
gibi, en bulutlu günde bile parlıyor. Son derece dayanıklı, asla
paslanmıyor ve çelikten çok hafif… Ancak tüm bu olağan üstü özelliklere karşı
son derece dezavantajlı bir yanı var: Çok pahalı! Bütçeyi aşmamak için
olabildiğince ince paneller kullanmış Gehry. Her ne kadar 0.38 mm kalınlıkta
olsa da, büyük çoğunluğu 80cm * 115 cm’ lik
ebatlarda, toplamında 33000 adet, 50 ton panel bütçenin kabarmasına büyük etken
olmuş…
46000 m2’lik alana yayılan müzenin kirişleri
ve sütunları birbirine paralel, çapraz ve dik olacak şekilde yerleştirilmiş. İç
alanları dış cepheden ayıracak bir metal kat döşenmiş. Bunun üzerine ise
izolasyon yapılıp, üzeri asfalttan bir filmle örtülmüş. İşte titanyum paneller
bu filmin üzerine monte edilmişler. Paneller bir robot tarafından kesilmişler.
Aşağıdan yukarıya doğru olarak da dizilmişler. Frank Gehry’nin küçükken
oynadığı balıkların, daha sonra yaptığı işlerdeki etkisi büyük olmuştur. Buradaki
bu diziliş de balık pullarını anımsatıyor… Titanyum, toprak tonlu kireçtaşı,
metal partiküllü cam, plaster ve bazı bağlantı noktalarında ekonomik geçmişin vakur
mirası çelik… Hepsi birbiriyle son derece uyumlu.
Bu projenin yapımındaki en büyük yardımlardan
birini ise uçak yapımında kullanılan CATIA programından alıyor Gehry. Bu kadar
hareketli, eğrilerden meydana gelen bir yapının stabilizasyonu için gerekli yük
dengesi hesabını (hele hele kolonsuz mekanlarda), bu program olmasa Gehry’nin
yapabilmesi mümkün olmazmış. Gehry’den önce bu programı Airbus ve Boeing
firmaları kullanıyormuş. 1997 itibarıyla Ferrari de kullanmaya başlamış.
Müzenin en enteresan özelliklerinden biri de
ana girişi. Meydan tarafına bakan ana giriş, haliç kıyısıyla olan seviye
farkından dolayı aşağı doğru iner şekilde tasarlanmış. Oysa günümüzün önemli müzelerinin
çoğuna baktığımızda, büyüklük ve güç hissi, yukarı doğru tırmanan merdivenlerle
verilir. Bu örnekte aynı abidevi hissi yaratmak için merdiveni iyice geniş
tutarak, sanki bir amfi tiyatroymuş görünümü vermiş… Aşağı inilince varılan yer
ise, dev camlarla kaplı atriyum. Aslında bölümleri gezdikten sonra hep dönüp
dolaşılıp, ulaşılan yer atriyum...
Guggenheim Vakfı kendi adını taşıyan yeni
merkezler için asla para yardımında bulunmaz demiştik… Bırakın yardım etmeyi,
bir defalığına mahsus olmak üzere 20 milyon dolar ödemesi lazımdı vakfa Bask
Ülkesi Otonom yönetiminin. İnşaat için bütçeleri 100 milyon dolardı, müze
işletiminin yıllık bütçesi ise 12 milyon dolardı….
Bir “müze”, enkaz haline dönmüş bir şehri,
yeni yüzyıla hazırlayabilir miydi? Kültürel bir girişim, tüm olumsuz ekonomik gelişmelere
karşı bir umut olabilir miydi? Denediler ve gördüler: Guggenheim Müzesi’nin inşa
maliyeti 89 milyon dolar tuttu. Müze açıldıktan sonraki 3 yıl içinde yaklaşık 4
milyon kişi müzeyi ziyaret etti. Bu kişilerin ekonomik olarak şehre getirdiği
katkı yaklaşık 500 milyon Euro civarındaydı… Bu kişilerin otel, yemek, ulaşım
vb. için harcadıklarından yerel yönetimin bütçesine vergi olarak giren katkı
100 milyon Euro civarındaydı. Şehirde birdenbire diğer büyük mimarlar
tarafından eklenen yeni binalar belirmeye başladı: Norman Foster, Rafael Monreo,
Santiago Calatrava, Arata Isozaki gibi dünyaca ünlü mimarlar imzalarını
bırakanlar arasındalardı. Frank Gehry tüm alçak gönüllülüğüyle “Guggenheim,
Bilbao’yu haritaya yerleştirdi, sanırım beni de yerleştirdi” diyecekti, baş şaheserini
yarattığını ilan eder şekilde. Yıllar boyu ağır endüstrinin merkezi olan bir
şehir, 21. Yy’a 1. Sınıf bir Avrupa
şehri olarak girmişti. Bask Yönetimi hayallerin ötesi bir projeye imza atmıştı…
Alana girdiğimiz anda ilk olarak, yaptığı
işler konusunda eleştirmenleri iki zıt kutuba bölen Jeff Koons’un Puppy’si karşılıyor
bizi. 12 metre boyunda, 15 ton ağırlığında içi metal, dışı çiçeklerden oluşan
bir mantoyla kaplı, son derece sevimli bir West Highland terrier köpeği Puppy. Mayıs
ve ekim aylarında olmak üzere, yılda iki defa mantosu değiştiriliyor. Begonya,
petunya, lobelya, Hint karanfili gibi yaklaşık 38000 çiçekten oluşan yeni
mantoyu her defasında vakur bir biçimde taşıyor üzerinde. Anlamlı bir şekilde
insana optimizm ve güven aşılıyor. Güven hissi: Bask Ülkesi’nde farklı bir boyutta algılanıyor
kuşkusuz. Müze açılmadan birkaç gün önce cereyan eden olayları yaşayanlar, hala
dehşetle hatırlıyorlar bahçıvan kılığına girmiş ETA bölücü örgüt üyelerini.
Heykel üzerinde çalışıyor havası vererek neredeyse müzeyi havaya uçuracaklardı.
Kahraman polis memuru Jose Maria Aguirre her ne kadar açılan ateşte hayatını
kaybetse de, müzeyi kurtaran kişi olarak tarihe geçiyor. Adını yadigar
bıraktığı alanı koruma görevi de Puppy’ye
düşüyor…
14. yüzyıl başları… Biscay Körfezi’nden 15 km
içeride, Nervion Halici kıyısında, Kastilya’dan getirilen tahıl ve yün
ticaretiyle zenginleşmiş Bermeo Limanı’na alternatif olarak kuruluyor Bilbao. Stratejik
ve özellikle korsan saldırılarına karşı korunaklı konumundan ötürü kısa zaman
içerisinde zenginleşiyor şehir. En büyük talihi “demir” oluyor, öyle ki 18.yy’da
başlayan sanayileşme ile güçlü bir metalürji ve donanma merkezi haline geliyor.
Barcelona’dan sonra, İspanya’da sanayisi en güçlü ikinci şehir konumuna yükseliyor.
1855 Paris Dünya Fuarında, Bilbao demiri altın madalya kazanıyor. 1857’de,
ülkemizdeki Garanti Bankası’nın da küçük bir payına sahip BBVA (Banco de
Bilbao) kuruluyor. Aslında kuruluş amacı demiryolu inşaasını finanse etmek.
Milenyumun sonuna kadar devam ediyor bu gelişmeler, ancak 1970’lerden itibaren
ekonomik bir durgunluk başlıyor: 1986’da İspanya’nın Avrupa Birliği’ne
katılması Bask endüstrisini çok sert bir
rasyonalizasyon sürecine sokuyor. Aynı yıl Euskalduna Gemicilik şirketi, 1996
yılında ise, İspanya’nın uzun süre en büyük kuruluşu konumunda kalmış Biscay
Maden Eritme Ocağı kapanıyor. Şehir nüfusu 1981-91 yılları arasında %14 kadar
azalıyor. Tarihi boyunca ekonomik ve endüstriyel gelişim her zaman limana
bağlıydı, tüm bunlar halici inanılmaz kirletmişti, turistik rotaların tamamen
dışında, gri bir şehir yaratmıştı…
Bask yönetimi tamamen çaresizdi. Bir şeyler
yapmaları gerekiyordu. Çılgın bir fikir geldi akıllarına: Bir “müze”, enkaz haline
dönmüş bir şehri, yeni yüzyıla hazırlayabilir miydi? Kültürel bir girişim, tüm
bu olumsuz gelişmelere karşı bir umut olabilir miydi? Denemeden bilmeleri
mümkün değildi. O yüzden 1991 yılında Bask yöneticileri ünlü Guggenheim Vakfı
ile temasa geçtiler. Vakfın direktörü Thomas Krens zaten Salzburg’da olası bir
proje ile ilgilenmekteydi. Her şey çok çabuk gelişti: Fabrikaların, tersanenin
ve endüstriyel alt yapının terk edilmiş olması, halici temizlemeyi mümkün
kılacaktı. Buraya dünya standartlarında yepyeni bir müze kurulacaktı! İlk
görüşmelerden 6 ay sonra, müzenin yapılacağı yer de, mimarı da belliydi. ABD’li
Frank Gerhy, Japon Arata Isozaki ve Avusturyalı mimarlık stüdyosu Coop
Himmelb(l)au’nun sundukları projeler arasından seçileni Gerhy’ninkiydi. Tek bir
sorun vardı: Guggenheim Vakfı asla yeni merkezleri için para bağışında
bulunmazdı. Bu paranın Bask otoriteleri tarafından sağlanması gerecekti. Bu
maddi yükün altından kalkabilecekler miydi?
Solomon R. Guggenheim (1861 -1949), talihini altın, gümüş ve bakır
madenciliğinden yapmış Yahudi bir
İsviçre göçmeninin 10 çocuğundan biriydi. Bankeri bol olan bir aileden gelen
eşi Irene Rothschild, kendisini resimle ilk tanıştıran kişiydi. Ancak adını
taşıyan vakfın 1937’de kurulmasına önayak olan kişi Alman sanatçı ve aristokrat
Hilla Rebay olmuştu. İlk kurulan yapılar kısa zamanda, devamlı büyüyen sanat
koleksiyonunu sergileyemeyecek duruma gelince, New York Central Park
yakınlarında yepyeni bir müzenin siparişini vermişti. 1959’da açılan müzeyi ne
Solomon Guggenheim’ın, ne de organik stiliyle ünlü mimarı Frank Lloyd Wright’ın
ömrü yetmişti görmeye…
Frank Gehry projesi seçildiğinde 62
yaşındaydı. İnşaat trendini heykel kriterleri üzerine oturtan akımın en önemli
temsilcilerindendi. Kendisi kabul etmese de bir çokları onu “dekostrüktivism”
(yapıbozumculuk) akımı içerisinde görmekteydi.
Bu akım düz çizgiler yerine, kavisli yüzeyleri ve çizgileri
kullanıyordu. Daha çok yeni, 1989’da mimarinin Oscar’ı kabul edilen Pritzker
Ödülü’nü almıştı. Kendisinden istenen çok zor bir şeydi: Can çekişen Bilbao’yu
diriltmesi ve Vakfın diğer merkezleriyle boy ölçüşecek bir yapı… Acaba Gehry’nin buna cevabı nasıl
olacaktı…?
Öğün: Sabahın ilk
saatlerinde kendi imkanlarınızla makineden satın alacağınız Çizi ve meyve suyu…
(Unutmayın, o saatlerde hiçbir yer açık olmayacaktır. İsterseniz uyanık
davranıp yanınızda kumanya getirebilirsiniz)
Tur Lideri: Çapulcular
Ücret: Bedava
Tura
gelmeden yanınızda getirmenizi önerdiklerimiz: Gaz maskesi,
baret, talcidli / sütlü solüsyon ve o güzel mizacınız...
Gecenin bir yarısında, arkadaşım ağır hasta
olmasına rağmen; “Ben yerimde
duramıyorum, yürüyüşe çıkalım mı?” diye sorduğunda telefonda, hiç tereddütsüz: “Hemen
hazırlanıyorum” diye cevapladım onu. Daha Zagreb’den yeni dönmüştüm yurda,
ayağımın tozu tazeydi ancak teklif de çok cazipti! Muhteşem bir gece turu
olacaktı bu, hem televizyonda aynen bizim gibi gün batımından itibaren akın
akın sokağa çıkmış kalabalıklardan bahsediliyordu! Dudullu’dan, Sarıgazi’den
çıkmışlardı yola, E5’te insan seli oluşturdukları söyleniyordu. Onlara
katılabilirdik biz de! İki arkadaşımızı daha aradık ve onlar da gecenin 01:30’u
olmasına rağmen heyecanla yanımızda olmak istediler. Bu turun tematik bir
özelliği vardı: Direniş! Hedefimiz de direnişimizi kıtadan kıtaya taşımaktı… Bu
yüzdendir ki Boğaziçi Köprüsü’nü kullanmamız gerekiyordu. Ancak bu hiç de kolay
olmayacaktı çünkü tonlarca polis memuru ve jandarma eri bizleri beklemekteydi!
Sosyal medyada üstüne basa basa Söğütlüçeşme
geçişinin kapatıldığı yazıyordu. Biz de çaresiz önce arabayla Altunizade’nin
oradaki köprü girişine yaklaşacak ve sonra müsait bir yerde arabayı bırakıp geri kalan 9 kilometreyi
yürüyecektik. İtiraf edeyim ki arabanın arkasında ilk ses bombası
patlatıldığında koltuğumda zıpladığımı hissettim! Ben ki ilk gençliğimden beri
koskoca Vietnam Savaşı’nı söyledikleri güzel şarkılarla bitireceklerine inanan
bir neslin müziğini dinleye dinleye gelmişim bu günlere, ses bombasına hayli
hazırlıksızdım! Ancak gecenin sonunda adeta Rambo’ya dönüşecektim, hatta yol ortasındaki
çifte refüj üzerinden bir harekette atladığımı görünce ağzı açık kalan o adam
kadar ben de şaşmıştım bunu yapabildiğime…
Arabayı park edip, “Ocean’s 12” filminin
afişindeki gibi bir dizilişle yürümeye başlıyoruz. Anında gaz! Yahu bir bekleseydiniz,
öyle haber vermeden birinci dakikada attınız gazı! İstanbul’da son iki haftadır
en iyi iş yapanlar seyyar gaz maskesi satıcılarıydı, ben de şükür ki yanıma
tura gitmeden önce direndiğim günlerde kullandığım maskeyi almıştım ancak artık
herkesin çok iyi bildiği gibi gözlerim, içim yanmaya başlamıştı…
Neden yürüyordum ki ben? Çoluğum çocuğum
yoktu daha güzel bir dünya umudunu bırakacağım, var etmeyi de düşünmüyordum. Geçtiğimiz
yılın tam 225 gününü yurt dışında geçirmiştim. Uzun zamandır yurt dışına
attığım her adımda “oh şükür” diyordum! Hiçbir zaman cemaat insanı olmamıştım…
Sadece çok nadir zamanlarda yürüyüşlere katılmıştım; Sivas Katliamı, Uğur Mumcu’nun
ölümü gibi… Gezi direnişinin ise ilk anından beri yanında bulunmuştum.
İlk gaz şokunu atlattıktan sonra sloganlar
atarak köprü bağlantı yolundan giriyor ve yürüyüşe başlıyoruz, topluluğa
karışıyoruz biz de. İleride bir polis barikatı var ancak öncesinde jandarmanın
tazyikli su ile “hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” karşılamalarına maruz
kalıyoruz. Mevsim yaz olsa da ıslanmak pek de işimize gelmeyecek, o yüzden yol
kenarındaki yeni çim ekilmiş tepeliğe doğru kaçıyoruz. Eğimli zemin üzerinde
bir yandan da ilerliyoruz, kafamız ağaç dallarına çarpmasın diye de iyice
eğiliyoruz. O an o kadar hızlı gelişiyor ki, daha sonra olayları kafamda tekrar
yaşadığımda belki saliselerden daha da küçük zaman birimlerinde aklımdan “Platoon”
ve “Apocalypse Now” filmlerinden sahneler geçirdiğimi söylüyor zihnim.
Jandarmayı balçıklı yamaçtan seri adımlarla geçerek atlattıktan sonra polis
barikatına varıyoruz ve her taraftan gazlar gelmeye başlıyor…
Yanımdaki insanların hiçbiri yıllar boyu
tanıdığım insanlar değil, hatta en eskisini sadece son bir yıldır tanıyorum.
Ancak her geri çekilmeden, ileri koşmadan, TOMA’nın yerine göre refüj üzerinden
geçerek şerit değiştirme eylemlerinden sonra birbirimizi arıyoruz, kenetleniyoruz,
bir dakika olsun kopmuyoruz birbirimizden ve bu tematik gece turunun sonuna
kadar da ayrılmıyoruz. Düşersem kaldıracaklar biliyorum, düşerlerse elimi
uzatacağım, eminim!
Biraz çözülüyoruz önce, gaz çok etkili. Sonra
“dağılmayın dağılmayın” diyenlerin sesleri kendimize getiriyor hepimizi. “Biz
saatlerdir Dudullu’dan, Sarıgazi’den geri dönmek için yürümedik” diye
haykırıyordu içlerinden biri… Gözlerinde isyan vardı, umut vardı, yalvarışa benzeyen
çok karmaşık bir ifade vardı! Yanında, kulağındaki “akbiliyle” köpek Garip
vardı, eminim ki onun da söyleyeceği çok şey vardı. Ancak onun gözündeki ifade
çok kararlıydı ve en sonunda 25 kilometrelik destansı yürüyüşünü
tamamlayacaktı!
Neden yürüyorlardı? Bugüne kadar sessiz
kalmışlardı… Daha iyi bir dünya bırakmayı düşündükleri çocukları var mıydı?
Köprünün ayağı hayli yakınımızdaydı ancak
polis barikatı daha da yakındı. Birden biri kalabalığı yararak geldi,
bağırıyordu “Hamile var yolu açın” diyerek. Sanki Musa’nın Kızıl Denizi ortadan
ikiye yaran bastonu değmişçesine yarıldı kalabalık. Bu kadar duyarlı, bu kadar
vicdanlılardı…
Yürüyorlardı çünkü bıçak kemiğe dayanmıştı,
yürüyorduk çünkü gazdan biraz kaçsak da artık korkmuyorduk! Yürüyordum, çünkü
tüm dünyayı evim kabul etsem de, mantığım, yüreğim çoktan tüm sınırları aşmış
olsa da, bayrakların ötesinde bir dünya insanı olsam da, kökenlerim buradaydı
ve kökenlerimin olduğu yerde özgür yaşamak istiyordum! Bundan sonra büyüyecek
ya da dünyaya yeni gelecek her bireyin de aynı şekilde özgür olmasını
istiyordum. Belki de ütopik biçimde “dünyayı güzelliğin kurtaracağına”
inandığım için yürüyordum. Bu yüzden bu kadar önemliydi bu yürüyüşü
kıtalararasına taşımak, çok değerli bir semboldü bizim için köprü aşmak! Yürüyordum
çünkü kurtarılmak istenen ağaçlardı bu yürüyüşün kaynağı. Yürüyordum çünkü
yoldaşlarımın hepsi gönüllü katılmışlardı. Parti, siyasi görüş, din sömürüsü,
ucuz propaganda değildi; özgürlüklerdi savunulan, pasifti direniş…
Bilmem kaç biber gazı attılar, ancak bir
taşkın hareket bile yapmadı kalabalık. Hatta üzerlerine tonlarca su sıkılırken
bile jandarmaya “en büyük asker bizim asker” diye tezahürat yapacak kadar nüktedanlardı.
Son barikata geldiğimizde “sessiz, sessiz” diye bağırışlar geldi, çıt
çıkarmadan, tamamen barışçıl bir şekilde polise yaklaştı kalabalık, önce
bırakacaklar sandık ve sonra “pat” ve o bildik duman!
O arada biz çılgın 4’lü Beylerbeyi bağlantı
yoluna inerek karşı tarafa geçtik, sağımda birkaç metre ötemde onlarca polis
vardı ve üzerimize yukarıdan gaz atmalarını beklerken bizi hayal kırıklığına
uğrattılar ve biraz öncesine kadar sanki haşereymişiz gibi gazlarlarken, şimdi aradan sıvışırken gazlamaya değer bulmamış olmaları açıkçası biraz da içimi burmuştu!
Sonunda köprüdeydik, herkes hatıra fotoğrafı
çektiriyordu… Dile kolay, yıllar yılı TV’de gördüğümüz, ancak popomuzu kaldırıp
bir şahsen katılamadığımız maratonda geçilen köprüyü şimdi hayli marjinal bir
şekilde aşıyorduk. Karşı taraftan gelen dünya tatlısı bir teyzemiz durup
elindeki iki bareti, bir torba dolusu gaz maskesi ve ilacı tutuşturuyor
elimize: “Ben şimdi Divan Oteli’nden dönüyorum, bunlara artık ihtiyacım yok”
diyor ve şans diliyor bize. Belki yeterince teatral değil ancak gözlerimi
yaşartan bir devir teslimi oluyor bu benim için… Tıpkı karşı istikametten gelen
arabalardan duyulan tempolu korna sesleri ve adeta ters yönde olmanın izahını yapmak
istercesine “Biz sabahtan beri oradaydık, çok yorulduk artık, dönüyoruz”
sözleri.
Bu özgürlüklerle ilgili bir direnişti,
hissiyatını 29-30-31 Mayıs akşamlarında ve 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan
şafakta yapılan ani baskından sonraki karışıklık ortamı durulduktan sonraki ilk
günlerde oraya hakim olan şenlik havasını gidip görmeyenlerin tam olarak anlaması
mümkün değildi. Bu bambaşka bir şeydi, içinde kötülük, taşkınlık, ucuz hesaplar
barındırmayan… Anlatması çok zordu çünkü anlamak için sadece vicdan ve sonra da
sağduyu gerekliydi…
Yürüdük köprü boyunca, içim cız etti bir an,
son derece özel bir duyguydu. Bu satırları hala okumaya devam edenler zaten
biliyorlardı her şey nasıl başlamıştı. Bu yürüyüşe bizi hazırlayan son 11 yılda
yaşananları. Bunları burada tekrar mevzu bahis etmeyeceğim lakin baştan beri
bir yol hikayesiydi bu… Köprü boyunca atılan adımlar özeldi benim için,
köprüler birleştiricidir, engelleri kaldırıcıdır, attığım her adımda düzen
değişiyordu, her bir adım iyilikti, güzellikti…
En sonunda Mecidiyeköy’e gelmiştik, önce o
korkutucu ses bombası ve ardından haşere ilacımız…! Evet o gün sabah
saatlerinde böcekler gibi dağıtılmıştık çünkü karşımızda kamyonlar dolusu
jandarma, otobüsler dolusu polis vardı. Hatta bir tanesi hızla köşeden
karşımıza çıktı, son derece çevik bir şekilde nişan aldı ve gaz bombasını tam da
üzerimize doğru ateşledi… Elinde taş bile olmayan, dilinde sadece şarkılar olan
bizden korkmuş muydu o da?
O gün orada en sonunda dağıldık ancak önemli
değildi, saatlerce tek yürek yürümüş, köprüler aşmıştık… Benim için 15 Haziran’ı
16’sına bağlayan gece Don Kişot’un Küçük Prens’i elinden tutup “Hadi gel,
dünyayı değiştirelim” dediği geceydi…
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK "Bu iyi niyetli yazıyı Gezi Direnişi'nde hayatını kaybeden tüm o güzel insanlara ithaf ediyorum..."
“In loyalty to their kind
they cannot tolerate our minds.
In loyalty to our kind
We cannot tolerate their obstraction.”
John Wyndam’ın “Krizalitler” adlı kitabında
birkaç bin yıl sonrasının dünyasında geçen bir hikaye anlatılır. İnançların
farklılaştığı bu yeni toplumda artık normal olmayan her türlü fiziki mutasyonu
felaket habercisi olarak kabul etmektedirler. Ancak bilmedikleri şey bazı
gençlerin telepatik güçler geliştirerek “anormalliğe” yeni bir boyut
kazandırmış olmalarıdır. Bu sırları açığa çıkınca gençler öldürülmemek için
kaçarlar. Kaçış süresince çeşitli maceralar yaşayacaklar, kendi ve dünyalarının
geçmişleriyle ilgili büyük sırları keşfedecekler ve yeni bir uygarlıkla
tanışacaklardır. (1955)