28 Aralık 2013 Cumartesi

VERDİ WAGNER’E KARŞI, BİR VERONA BALADI

Maestro, hangisini söylemek sizin için daha iyi olurdu: “Keşke yapmasaydım” mı, yoksa “Acaba yapsaydım” mı?

 “Benim hayatımda ‘keşke yapmasaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep sezgiyle, yürekle özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en çok sevilen romantik trajedileri ‘La Traviata ve Rigoletto’ bana ait, yine Shakespeare etkili Macbeth, Otello ve Fallstaff adlı dramalar da benim eserlerim. Ancak o berbat yıl sonrası sipariş edilen komik operayı hiç yazmamalıydım! İlk operam olan Oberto 17 Kasım 1839’da La Scala’da ilk defa sahnelenmişti ve çok büyük başarı kazanmıştı. Bu benim tarihe geçtiğim gündü. Aslında  hayatımın büyük trajedisi başlamıştı: Hem oğlumu hem de kızımı daha ikinci yaşlarına basmadan teşhisi konulamayan bir hastalık yüzünden kaybetmiştim… Daha ‘artık çocuklarımın olmadığı’ fikrine alışamadan, taparcasına sevdiğim eşim Margherita’yı da bir beyin hastalığından dolayı kaybettim. Artık ailem yoktu. Tüm bunların üzerine sipariş almış olduğum komik opera ‘Bir Günlük Kral’ ilk temsilinden sonra yuhalanarak, fiyaskoyla sonuçlanmıştı… O dönem başarı hırsıma yenik düşmemeliydim, hayatımın en büyük keşkesi o dönemleri düşündüğümde belirir aklımda: Keşke aileme daha fazla vakit ayırsaydım…”

“Benim hayatımda ‘acaba yapsaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep akılla, beyinle özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en zor seyredilen dört serilik ‘Der Ring des Nibelungen’ bana ait, bazen modern müziğin başlangıcı olarak kabul edilen Tristan und Isolde  de yine benim eserim. Hayatta canım ne istediyse, aklıma ne estiyse onu yaptım ben. Son derece net ve keskin bir insandım, başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri asla umurumda olmadı. Ben dünyada eşi benzeri olmayan bir yetenektim ve hatta diyebilirim ki; yetenek mevzu bahis olduğunda kimse bana yaklaşamazdı… Belki benden birkaç ay sonra doğmuş o romantik İtalyan biraz yaklaşabilirdi ancak o kadar! Asla benim son derece entelektüel müziğimin yanından bile geçemezdi. Bazen düşünmüyor değilim, ‘acaba’ mesela: Minna ile evli olmama rağmen, hep bana destek olmuş, beni takdir etmiş beyefendilerin karılarıyla aldatmasaydım onu? Acaba o bana ilham veren güzel kadınların koyunlarına girmeseydim? Ben de sıradan bir erkek olsaydım eşine her daim sadık, dostlarının kadınlarına göz koymayan? Asla olmaz! Nasıl besteleyecektim o harikulade operaları? Güzellikti bana ilham veren ve güzelliğin sahibi başkası olamazdı. Çünkü operalarımda size verdiğim o güç ve tutku hissi ile kendinden emin olma durumu ancak tüm o güzelliklerin kayıtsız şartsız bana ait olmasıyla mümkündü!”

“La Scala konusunda çok hassastım. Aslında müziğe olan yeteneğim ben çok küçük yaşlardayken keşfedilmişti. Keşke babam konuyla ilgili daha ciddi girişimlerde bulunsaymış. 19 yaşında Milano Konservatuarına başvurduğumda beni almamalarının en büyük nedeni yaş haddiydi bence. Üzerine beni La Scala’da yuhaladıklarında gerçekten çok üzüldüm… Oysa aslında seyirci daha sonra alkış ve takdir konusunda son derece cömert davranmıştı bana. Olsun, bir kere darılmıştım ben ve bu dargınlık hayat boyunca ara ara hissettirdi kendini bana… Oysa başarısızlıktır, bazen de insanları başarıya götüren, keşke hiç darılmasaydım!

Ben, son derece köklü ve oturmuş İtalyan kültüründen geliyordum. Kökenleri Antik Roma’ya, Katolik Kilisesi ayinlerine ve Rönesans’a kadar uzanıyordu. Bizim için en ciddi gelenek “Grand Opera”ydı. Aslolan ‘bel canto’ yani iyi şarkı söylemekti. Operalarımı yazarken aklımda her rol için mutlaka bir isim olurdu. Sanatçılara göre yazardık eserlerimizi. Biliyorum o kendini beğenmiş Alman bu gelenekten tiksiniyordu. Onun için opera ‘Gesamtkunstwerk’ yani ‘birleşik sanat eseri’ adını verdiği bir müzik, şiir, dans gibi tüm sanatların  harmanıydı. Benim için opera eğlenmek içindi: İnsanlar gelir; sanatçı aryasını söyler, en yüksek notaya ulaşır ve alkışlanırdı… Onun içinse, insanların son derece geniş kapsamlı  artistik bir olayı izlemek amacıyla bir araya geldikleri sosyal bir ritüeldi… ”

“Babamı çok küçük yaşta kaybetmişim. Annemin onun yerine evlendiği ressam bozuntusu da genç yaşta öldü. Biz dokuz kardeşten çoğumuz sahne, müzik ve oyunculukla ilgilendik. 15 yaşına kadar müzikle ilgili herhangi bir gelişme göstermedim. Ancak o ilk gençlik yıllarımdan itibaren ışık hızıyla yeteneğimi göstermeye başladım. Acaba çok küçük yaşlardan itibaren müzik hayatımda olsaymış, daha çok eserim olur muydu? Sanmam! Çocuk yaşta sadece çok iyi eğitim almış insanların anlayabileceği çapta olan müziğimin hakkını veremezdim. Tam zamanında başlamıştım.

Ben yüksek kültürünü ancak 18.yy’da oturtabilmiş Alman ekolünden geliyordum. Bu kültür ilkin barok çağın dâhileri Bach ve Handel ile kendini göstermiş, daha sonra Gluck, Hayden ve Mozart gibi klasikçilerle iyice yükselmişti. Kültürümüzde devamlı olarak gelişen entelektüel, diplomatik ve ekonomik etkiler, ortak kimliğimizin oturmasında ve Germenik ülkelerin  kültürel devrimin merkezi olmalarında önemli bir rol oynamıştır. Benim müziğim ise tüm bu gelişmeleri ve Alman yüksek kültürünü taçlandırmıştır! Acaba ben ve müziğim olmasa, ulusal kimliğini yeni oturtmuş ve ulusal birliğine yeni kavuşmuş Birleşik Almanya bu kadar yüksek telden temsil edebilecek miydi kendini?”

“Böylesine kadim geçmişi olan bir kültürün, ulusal birliğine bu kadar geç ulaşmasına hep şaşırmışımdır aslında. Yeniden yükseliş adını verdiğimiz ‘Risorgimento’ dönemi boyunca Nabucco’daki ‘Va Pensiero’  aryasının bir özgürlük sembolü haline gelmesi hayatım boyunca gurur vermiştir bana. Suriye ve Babil Kralı Nabuccodonosor’un Filistin’i boyunduruk altına almasıyla, o dönemler Avusturya boyunduruğu altında yaşayan İtalyanlar kendilerini özdeşleştirmişlerdi. Esirler korosu tarafından söylenen ‘Va Pensiero’ adeta bir devrim marşı haline gelmişti ve ben de bir devrim kahramanı…”

"Acaba aşırı milliyetçi olmasaydım ve bu yüzden 12 yıl İsviçre’de sürgünde yaşamak zorunda kalmasaydım daha üretken olabilir miydim? Sanmam! Benim için Almanya, Alman Kültürü ve saf ırk kavramı her şeyden önce geliyordu. ‘Die Meistersinger von Nürnberg’ adlı eserimin sonunda açıkça belli ettim bunu. Anti-semitik düşüncelerimden dolayı da bir çok insan benden nefret ediyordu. Düşünmüyor da değildim acaba Parsifal’de bu kadar belli etmese miydim diye hislerimi? Ancak ben Yahudilerden arınmış bir Almanya istiyordum, bunu da mutlaka söylemem gerekiyordu…!”

“Ömrümün en önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün ve para bahşetmişti hayat bana. Milano’da emekli müzisyenler için bir huzurevi açtım. Bugün Casa Verdi olarak bilinen bu evin kapısı yaşlı müzisyenlere hala açıktır… Ben öldükten sonra tüm İtalya yasa büründü ve birden birisi mırıldanmaya başladı, ardından bir başkası, öbürü ve öteki derken kitlelerin dudaklarından şu mısralar dökülmeye başladı cenaze törenimde: Va’, pensiero, sull’ali dorate; Va, ti posa sui clivi, sui colli, ove olezzano tepide e molli l’aure dolci del suolo natal! (Uçun hayallerim, yükselin altın kanatlarla. Gidin oturun tatlı rüzgarların taze toprak kokusu taşıdığı, anavatan bayırlarına, tepelerine…)”

“Ömrümün en önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün  bahşetmişti hayat bana ancak paradan yoksun bırakmıştı beni. Bayreuth’da gördüğüm o güzel bina yeniden inşa edilmeliydi ve içerisinde sadece benim eserlerim sahnelenmeliydi. Her şeyiyle kendim ilgilenmeliydim bu sahnenin, çünkü başka kimse benim eserlerimin icrası için nelere gereksinim duyulacağını benden iyi bilemezdi. Paraya ihtiyacım vardı. Bereket tüyleri yeni yeni çıkmaya başlayan Kral II. Ludvig’in bana karşı duyduğu o sapıkça aşk imdadıma yetişti. Hayatım boyunca tüm arkadaşlarımı, bana yardım eden herkesi ustaca kullandığım gibi kralın  hislerini de kullanarak yüklü bir devlet fonu kopardım. Acaba kötü mü oldu? Tabi ki hayır! Venedik’te kalp krizi geçirdikten sonra Bayreuth’a getirilen naaşıma saygı gösterecek ve cenaze törenime katılacak pek arkadaşım kalmamıştı. Fikirlerimden o kadar etkilenen Nietzsche bile sırt çevirmişti bana. Ama olsun. Bugün yaptırdığım o salonda düzenlenen festivale katılan insanlar bilet bulmak için en az 5 yıl bekliyorlar. Mutlak sessizlik sağlamak için yaptırmadığım havalandırma eksikliği yüzünden, saatler süren operalarım boyunca fenalaşanları görmek, ölen olsa bile verdiğim talimat gereği kapıların açılmayacağını bilmek, orkestra piti görünmediği için, o ünlü maestroların, müzisyenlerin pişerek atlet ve şortla sanatlarını icra ediyor olmalarını bilmek bana sonsuz bir mutluluk veriyor!”

Adige Nehri’nin at nalına benzer bir kıvrım yaptığı ve çepeçevre sardığı toprak üzerine kurulmuş, dünyanın en romantik kentlerinden biri olan Verona’dayım. Romeo ve Jülyet’in şehri, aslında onlardan yüzyıllar önce ilkin Romalıların vatanı olmuş. Romalılardan bize miras kalan, dünyanın en iyi korunmuş amfitiyatrolarından biri olan Verona Arenası’nda Verdi ve Wagner Aryaları Galasını izleyeceğim. 2013 yılının Ağustos ayındayız. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da romantik akımın en önemli temsilcilerinden Verdi ve Wagner’in eserlerinden bir seçki beğenimize sunulacak. Sunacaklar arasında Placido Domingo’nun olması beni ayrı olarak heyecanlandırıyor! (Şef Daniel Harding’in yönetimi de cabası) Bu konser Verona’da her yıl düzenlenen geleneksel Yaz Opera Festivali kapsamında veriliyor. Festival 2013 yılında 100. Yaşını kutluyor. Verdi’nin doğumunun 100. yılı onuruna ilkin 1913 senesinde düzenlenmiş. Her iki müzisyen de birkaç ay arayla aynı yıl doğduğu için, 2013 yılında, doğumlarının 200. yıl dönümü onuruna, Verdi’yi Wagner’e kırdıran, ikisini birbiriyle kıyaslayan tonla konser verildi. İşte bunlardan birinde ben de hazır bulunmaktayım. Ancak aklımdan şöyle bir soru geçiyor: Şiir mi, düzyazı mı? Hayatta kimin hem acabaları hem de keşkeleri yok ki…?

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

23 Aralık 2013 Pazartesi

KÖPRÜLERDE VURULDULAR VE SAVAŞ BAŞLADI, BİR SARAYBOSNA TRAJEDİSİ

“Ben Avusturya – Macaristan Arşidükü Franz Ferdinand. 28 Haziran 1914’te Latin Köprüsü üzerinde vurularak öldürüldüm. Suikasta kurban gidişim dünyayı kana bulayacak savaşın kıvılcımı olmuştu. Aslında bekliyordum bu sonu, Belgrad’da defalarca öldürmeye çalışmışlardı beni, başarıya Saraybosna’da Miljacka Nehri üzerindeki bu kadim köprüde ulaştılar…. Aynı günün sabahı bombalı bir saldırının hedefiydik eşim Sophie ile birlikte. Şükür ki bomba bize isabet etmemişti, ancak bizim yerimize yaralananlar olmuştu ve biz tam da hastaneden, onların ziyaretinden dönüyorduk o Gavrilo Princip denen Sırp genci her ikimizi de vurduğunda… Kendi karakterimin karanlık yönlerinin farkındaydım, her ne kadar siyasi alanda önemli bir kişilik olsam da, bence tüm negatif yanlarım anlaşılabilirdi; en nihayetinde ben de bir insandım… 

Hayatımda her şey, kuzenim Varis Prens Rudolf’un 1889 yılında Mayerling Av Köşkü’nde kendini öldürmesiyle dramatik olarak değişmişti. Babam Karl Ludwig hanedan veraseti için ilk sırada gelmekteydi ve fakat bu olasılığı ivedilikle bana bıraktı. Hemen ardından da tifo yüzünden aramızdan ayrıldı… Amcam İmparator Franz Joseph aslında beni pek onaylamıyordu, ne de olsa eşim Sophie soylulukta yeterli bir mertebeye sahip değildi, ancak amcamın fazla bir seçeneği de kalmamıştı! Rudolf onun tek oğluydu. Ölürken hayatta yaptığım bir çok şeyden pişmanlık duydum, özellikle aşırı av düşkünlüğüm sonucu canını aldığım tüm o hayvanlar için… ancak başta Almanya olmak üzere; Fransa, Rusya, İngiltere gibi güçlü devletlerin çıkar çatışmalarının bedelini ödeyecek kadar büyük değildi günahlarım! Hele hele benden önce karnından yara alan Sophie’nin ödediği bedel? Son sözlerim ‘yaşa ne olur, doğacak bebeğimiz için yaşa’ olmuştu… Yaşayamadı, hayatın acımasızlığı galip geldi…”

Miljacka Nehri usul usul akmaktaydı… Aynı yüzyıl içinde suları iki defa tamamen kana bulanmıştı. Üzerindeki köprüler yaşadıkları dramın ağırlığından çökseler yeriydi. Bu köprülerin en ünlüsü Latin Köprüsüydü. Bu taş köprü aslında orijinali 1541’e tarihlenen bir ahşap köprü yerine 1798’de Hacı Abdullah Briga tarafından yaptırılmıştı. Osmanlı yapısı olan köprü, şehrin kuzeyinde kalan tarihi merkezle, Hristiyanların daha yoğun yaşadığı ve o yüzden Latinluk ya da Frenkaluk olarak adlandırılan güney mahalleyi birleştirirdi…

“Ben Suada Dilberoviç. 5 Nisan 1992’de parlamentonun arkasındaki Vrbanja Köprüsü üzerinde vurularak öldürüldüm. Dubrovnik kökenli, Boşnak bir ailenin kızıydım. Saraybosna’ya tıp okumak için gelmiştim. 5 Nisan 1992’de vurulduğumda 24’üme basmak için sadece 50 gün kalmıştı… Biz çok yakın tarihe kadar birbirimizi Sırp, Hırvat, Boşnak diye ayırt etmeden severdik. Yüzyıllar boyunca Osmanlı yönetimi altında kalmıştık ve bir koca imparatorluğun hoşgörüsünü içimize sindirmiştik. Sonra Avusturya gelmişti ve şehrimiz iyice Avrupai bir görünüme bürünmüştü. Ferhadija Caddesi’nin bir ucundan diğerine doğru yürürken, birden Batı kültüründen Doğu kültürünün kalbine geçersiniz bu özel şehirde. Bir yanınızda Katolik Katedrali, Sırp Ortodoks Kilisesi, kafeler ve meydanlar ve heykeller görürken; 50 metre ileride camiler, hanlar, sebiller karşılar sizi. Biz ne zaman birbirimizden nefret etmeye başlamıştık onu hatırlıyordum ancak biz neden birbirimizden nefret ediyorduk, onun cevabını bilmiyordum. Bu cevabı veremeyenler olarak sayımız yüz bini bulmuştu. Koca bir kitle olarak barış gösterileri yapıyorduk o gün. Ben ve 34 yaşında, iki çocuk annesi olan Olga Sucic, en ön saflardaydık. Holiday Inn Otelinden Sırp keskin nişancılar tarafından açılan ateşle vurularak ölen ilk savaş şehitleri biz olmuştuk Vrbanja Köprüsü üzerinde… Bu köprü bizim adımızı taşır artık: Suada ve Olga Köprüsü…”

Miljacka Nehri akmak bile istememişti 44 ay süren bu gaddar kuşatma boyunca. Dile kolay 1425 gün… Dile kolay tüm dünyanın gözü önünde öldürülen 11.541 vatandaş… Bir çok köprü vardı Miljacka üzerinde… Yüzyıllar önce inşa edilen o ilk ahşap köprüden beri sadece birleştirici olsun istemişti Miljacka üzerindeki köprülerin…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK



ÜZERİNE AŞK SİNMİŞ TOPRAKLAR: İSTRİA YARIMADASI

“Şehrimizin modern tarihi, Rijeka’lı son derece zengin tüccar Iginio Scarpa’nın, merhum eşinin adını verdiği Villa Angiolina’yı yaptırmasıyla başlar. Aşk sinmiştir ta o zamanlardan bu topraklara, bir daha hiç geri gelmeyecek olana karşı duyulan sonsuz bir aşk… Bay Scarpa’nın bir diğer tutkusu da doğaya karşıymış, 1844’te inşa ettirdiği Villa’nın bahçesini Uzak Doğu’dan, Güney Amerika’dan, Avustralya’dan ve dünyanın diğer yerlerinden gelen bitki ve ağaçlarla donatmış.”

Akdeniz, Mediterraneo, Mare Nostrum… İki toprak arasındaki deniz… O iki toprağın her köşesinden aşkla bakmıştım ben de hayatım boyunca bu denize, ancak Opatija’da bilindik Akdeniz kültüründen farklı, kendine özgü bir hava vardı. Sanki yanı başına deniz konmuş bir Avusturya şehrine benziyordu! Aslında bu benzerlik kesinlikle rastlantısal değildi zira Scarpa’nın villasından sonra, zengin Rijeka şehrinin kalburüstü kesimi birer birer villalarını kondurmaya başlamıştı sahil kesimine. O zamanlar bu topraklar Avusturya İmparatorluğu’na dahildi, mimariye de aynı zevkin sinmesi çok doğaldı…

“Bakın, şehrimiz Opatija’daki yapıların çoğu Avusturya döneminde inşa edildiği için  100-150 yıllık geçmişleri vardır. Bir sayfiye yeri olarak  her ne kadar Birinci Dünya Savaşı öncesi tadını yansıtsak da, aslında ziyaretçilerin önemli bir kısmı da şehrin karizmatik bir duruşu olduğunda hemfikir. Bizim şehrimiz İstria Yarımadası’na giriş kapısı niteliğindedir. Coğrafi olarak yarımadada bulunmamıza rağmen, idari olarak farklı bölgeye bağlıyız.”

Çok doğru söylüyordu! Opatija demiryolu ile Viyana’ya bağlandıktan sonra, pıtrak gibi lüks oteller de açılmaya başlamıştı şehirde. Öyle ki başta Kraliyet Ailesi olmak üzere Viyana’nın asilzadeleri yaz aylarını geçirmek üzere bu lüks otelleri doldurmaya başlamışlardı. Adriyatik’te açılan ilk yat klubü olan Union Yacht Club Quarnero 1886 yılında faaliyete geçmişti. Bugünün Kvarner Oteli 1884’te Hotel Quarnero adıyla açılan ilk işletmeydi. Ondan bir yıl sonra prenses Stephanie’nin adını taşıyan otel açıldığında, hem prenses hem de eşi Habsburg veliahtı Rudolf (adı henüz Mayerling faciasına karışmamıştı) orada hazır bulunacaklardı. İmparator Franz Joseph bölgenin müdavimlerindendi. Özellikle soğuk kış aylarında sığındığı bir yerdi burası.

“Buradaki en eski yapı 14.yy’a tarihlenen bir Benedikten Manastırıdır: Opatija St. Jakova. Opatija manastır anlamına gelmektedir. Şimdi artık yarımadayı gezmeye başlayacağız sizlerle. Bu üçgen şeklindeki toprak üç ülke arasında paylaşılır: Hırvatistan, Slovenya ve İtalya ancak %89’luk payla Hırvatistan bölgenin büyük çoğunluğuna sahiptir. Doğumuzda Kvarner Körfezi kalır ki, Romalılar zamanında bu körfezi “Mare Quartino” yani Dört Deniz olarak adlandırmışlar. Hemen karşılarında duran Krk ve Cres Adalarının denizi dört parçaya ayırdıklarını düşünmüş olmalılar… Batımızda ise Trieste Körfezi bulunur. İstria ismi, bazı tarihçilerin farklı lehçesi olan İliryalı bir kavim olarak nitelendirdikleri Histrilerden gelir.”

Toprak özelliklerine göre üç rengin adını alan bölgelere ayrılmıştı İstria. Kireçtaşının yoğun olduğu yere Beyaz İstria, toprağın grimtırak olduğu ve genelde hayvancılık yapılıp, meyve yetiştirilen yere Gri İstria, batı bölgesinde toprağın kırmızımtırak tonlara büründüğü, zeytin ve üzüm yetiştirilen alana da Kırmızı İstria demişlerdi. Benim için en güzel bölgesi Kırmızı olanıydı… Üzüm ve zeytin, Akdenizliliğin en kuvvetli simgeleri…

“Kış Olimpiyatlarının yapıldığı Torino’dan 100 km kuzeydeyiz. Kanada şehri Ottawa’dan da 100km daha kuzeydeyiz. Tanrının bize bahşettiği bir lütuftur havası, toprağı, suyu bu coğrafyanın, bu kadar kuzey enlemlere karşın leziz zeytinyağları üretiriz biz burada. Yerel ürünlerimiz arasında, tepe köylerinde üretilen ve parmak ısırtan proscuittolarımız da bulunmaktadır. Yol kenarında gördüğünüz standlarda satıcılar elleriyle yaptıkları bal, armut, keçiboynuzu ve üzüm grappalarını satarlar. Ancak en enteresan ürünümüz truffe mantarıdır. Son derece makbul bir yiyecek türü olan bu mantarın aromalı bir kokusu vardır ve yerden birkaç santim ila bir metre arası değişen derinlikte bulunurlar. O yüzden biz bu mantarı köpeklerle ararız. Bu köpekler 4-5 yıl süren bir eğitimden geçtikten sonra, konularında uzmanlaşırlar. Siyah ve beyaz olan iki türü vardır, beyaz truffe sezonu 15 Eylül – 15 Kasım arasıdır ve kilosu yaklaşık 3800 Euro’dan satılır. Siyah truffe sezonu 6-10 ay arasıdır ve o yüzden daha ucuzdur.  Köylülerimizden Zigante adlı bir bey 1999 yılında tam 1310 gramlık bir mantar bulmuştur ve böylelikle Guinness Rekorlar kitabına geçmiştir.”

O anlattıkça ben acıkmaya başlıyordum. Birazdan varacağımız ve tüm Akdeniz’deki en favori yerlerimden Rovinj’de yiyeceğim öğle yemeğinin hayallerine dalmıştım. Yanında İstria’nın hangi güzel şarabından içebilirim diye düşünüyordum: Yarımada’ya özgü kırmızı Teran mı, yoksa kıyı kesimi coğrafyasının vazgeçilmez beyazı Malvasia mı? “Bu sıcakta beyaz tercih etsen daha iyi olacak…” Eufemia’ydı konuşan. Sarı saçları ve masum yüzüyle gülümsüyordu bana Kadıköylü hemşerim. “Birazdan Rovinj’de sizin lahtinizin olduğu iddia edilen kilisede ziyaretinize gelecektim ben de Sayın Azize. Öneriniz için çok teşekkür ederim!” “Anlat onlara ne olur, o Hırvat rehber iyi bilmez. Sen hep götürdün grupları Kadıköy’de benim adıma ithaf edilmiş kiliseye. Her gün binlerce kişi geçer önünden o kilisenin ancak kimse bilmez adımı. Kimse hatırlamaz 16 Eylül 303’te pagan Romalılar tarafından nasıl hunharca öldürüldüğümü sırf inancım yüzünden. Ben Kadıköylü Eufemia, şehit edildim doğduğum topraklarda ama kimse anmaz adımı oralarda… “ Azize haklıydı. O İstanbul’umuzun biricik koruyucusuydu ancak 800 yılında Rovinj’deki kilise çanlarının denizde yüzen bir lahti haber etmesiyle, o lahtin içinden çıkıp, gelişini haber vermişti köylülere. Bu efsaneye temel olarak Konstantinopolis’te baş gösteren ikonakırıcılık dönemini kabul etseler de, ben azizenin röliklerinin hala İstanbul’daki Aya Yorgi kilisesinde olduğuna inanıyordum. “Merak etmeyin sayın Azize, anlatacağım hikayenizi… Bu arada buralarda uzun yüzyıllar kaldığınız için soruyorum, aklınızda güzel bir malvasia üreticisi var mı?”

“Yarımadamızın batısı hep Venedik etkisindeydi, doğusu ise Avusturya. O yüzden Hırvatça yanında İtalyanca batıdaki ikinci dildir. Opatija ne kadar Avusturyalıysa, batıda ziyaret edeceğimiz Porec ve Rovinj de o kadar Adriyatiklidir. İlginç olaylara da sahne olmuştur özünde sakin olan topraklarımız. Jules Verne ünlü eseri Mathias Sandorf’ta yarımadamızın tam ortasındaki Pazin’den bahseder. Sandorf buradaki kaleden kaçarak tüm Akdeniz’e yayılan destansı macerasına başlayacaktır. Güzelliği dillere destan Lim Kanalımızda ünlü korsan Henry Morgan’ın zamanında bir hazine sakladığına inanılır. En ilginç olaylardan biri ise, Napolyon 1797’de Venedik’i işgal ettiğinde, dini değerlerinin Fransız Devrimi’nin hışmına uğramasından korkan Venediklilerin, 300 kadar azizin röliklerini 1818 yılında buraya getirmiş olmalarıdır. Vodnjan Mumyaları olarak bilinen bu rölikler St. Blaise Kilisesinde görülebilirler.”

Anlattıkça anlatıyordu Livio, tüm iyi rehberler gibi konuşmasını çok seviyordu. Biliyorum uzun uzun 6.yy’da yapılmış UNESCO’nun Kültür Mirası Listesindeki Euphrasia Basilikası’ndan da bahsedecekti. Pula şehrinin Romalı geçmişinin ve ünlü amfi tiyatrosunun da bahsini edecekti… Ve hatta Pula’da James Joyce’un bir dönem İngilizce öğretmenliği yaptığından bile dem vuracaktı bir kafe önüne konmuş heykelinin önünden geçerken. Bense yine dalmış çok da uzağımızda olmayan Brijuni Adaları’nı düşünmekteydim…  1893’te ünlü Viyanalı iş adamı Paul Kupelwieser, aynen Opatija örneğinde olduğu gibi bir süper lüks sayfiye yerine çevirmişti bu takımadaları. 1983 yılında Doğal Park alanı olarak yeniden düzenlenmesi öncesine kadar da bu şaşalı yaşamın set alanı olmaya devam edecekti. Buraların son efendisi eski Yugoslavya’nın ünlü başkanı Josip Broz Tito’ydu. Soğuk Savaş sırasında, Dönemin başkanları olan Mısır’ın Nasser’i ve Hindistan’ın Nehru’su ile 1956 yılında Brijuni’de toplanıp, tam da burada Bağlantısızlar Hareketi’nin temellerini atmıştı. Hiçbir güç bloğuna dahil veya hariç olmayacaklardı… Tito’yu bu adalarda 100’ün üzerinde ülke başkanı ziyaret etmişti. Aralarında John F. Kennedy de vardı. Sadece başkanlar mı, Tito’nun verdiği çılgın patilerin davetlileri arasında Sofia Loren, Elizabeth Taylor gibi dilberler de varmış… Başta söylediğimiz gibi, bir defa aşkla kutsanmıştı bu topraklar ve onun gücünden kimse kaçamıyordu… başkan bile olsa…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
                                            

                                        






25 Kasım 2013 Pazartesi

AMSTERDAM HATIRASI

“Hey Mr. Tambourine Man, play a song for me… I’m not sleepy and there is no place I’m going to…”   Bir yandan gitarını çalıyor, diğer yandan boynuna sabitlediği bir demirin ucuna koyduğu mızıkasını üflüyor ve öte yandan da ayağıyla bir pedala basıp gümlettiği davul eşliğinde şarkıyı söylüyordu. Vondelpark’ta sıcak bir yaz günüydü, her yer bisikletliler, piknik yapanlar, köpek gezdirenler, gençler ve marjinal tiplemelerle doluydu. Ömrümde ilk defa böyle bir şeye tanık oluyordum. Aslında ömrümde de fazla yol almış değildim, henüz 17 yaşındaydım… Bildiğim tek şey vardı: Uykum yoktu ve bir yere de yetişmiyordum. Amsterdam’a yaptığım ilk yolculuk sonrasında hatırlayacağım tek şey, yıllar sonra bile hala içimi acıtacak kadar güzel duygularla anacağım bir nostalji hissi olacaktı.

Efsane der ki; iki Frisialı denizcinin, Ij ile Amstel Nehri’nin birleştiği yerde tekneleri karaya oturmuş. İşte tam bu noktadaymış, 13.yy’da şehrin kurulduğu yer. Bölgeye ilk yerleşenler, su baskınlarından korumak için kendilerini, Amstel üzerinde bir baraj (dam) kurmuşlar. Bundanmış bölgeye Amstelledamme denmesi. Zaman içinde Amsteldam ve Amsterdam diye değişecekmiş ismi…

“Adın ne senin?” “Işıl, ya seninki?” “Ady. Nerelisin?” “Türküm. İstanbul’dan, ya sen?” “Aman Tanrım! Biliyor musun, benim babam İstanbul’da doğmuş. İsrail’in kuruluşundan sonra ise Tel Aviv’e göç etmiş. İsrailliyim ben, hayatım boyunca İstanbul’a gitmek istemişimdir. Dışarı çıkalım mı beraber?”
Onu bana Tanrı göndermişti. Aslında ailemden aldığım izin Almanya’dan Utrecht’te geçen yılki yaz tatilimizde tanıştığım Hollandalı aileyi ziyaret etmek içindi. Ne yol bilirdim, ne yordam. Ancak şunu biliyordum ki, o aile onları ziyaret etmek istediğim günlerde yine tatilde olacaktı. Fakat ben Amsterdam’ı görmek için yanıp tutuşuyordum. En sonunda ailenin yokluğundan hiç bahsetmeden, sanki her şey yolundaymış gibi, beni Frankfurt’tan Utrecht’e giden bir otobüse yerleştirmelerine izin verdim. Birkaç saat sonra şoföre beni Amsterdam’a bırakması için 20 mark fazladan para öderken bulacaktım kendimi…

1275 yılında yazılı dökümanlarda ilk defa geçecekti şehrin adı. Kont V. Floris şehri vergiden muaf tuttuğunu bildiriyordu bu belgede. 1300’lerin başında Oude Kerk (Eski Kilise) adlı ilk dini yapı kendini göstermeye başlamıştı. Ticaret gelişmiş, çoktan zengin bir şehir olma yolunu tutmuştu Amsterdam. 1428’de Burgonya Dükü İyi Philip’in yönetimine geçmişti Amsterdam’ın da dahil olduğu tüm Alçak Topraklar…

Yolculuk boyunca arkamda üfleyip püflemişti. Sonradan öğrenecektim, neredeyse 24 saattir yollardaydı. Upuzun saçlı ve sarışındı Zagrebli genç. Peşine takıldım ancak kovalamak istedi beni. “Bak ben sadece bu geceliğine buradayım, yarın İrlanda’ya geçeceğim. Seninle uğraşamam.” “Ne olur, ben de seninle merkeze geleyim.” Sanırım acıdı bana, yolumuzu tayin etmek için elime şehir haritası tutuşturdu. Önce çevirdim, düzden ve tersten baktım. Aslında ne yapmam gerektiğini anlayamamıştım. Göz göze geldik bir an ve kısaca gülüştük. Harita okumayı bilmiyordum henüz!

Miras yoluyla kendine geçen Alçak Toprakları, evlilik yoluyla Habsburg İmparatoru Maximilian’ın topraklarıyla birleştirecekti Burgonyalı Mary. Ömrü yetmemişti tarihin bir zaman sonra nasıl çığ gibi olaylar silsilesini önüne katıp, bu kocaman imparatorluğu devleştirdiğini görmeye. 16. Yy’ın ilk çeyreğinde torun Şarlken, bilinen tüm batı dünyası gibi Amsterdam’ın da sahibi olacaktı. Ancak Hollandalılar çok da memnun hissetmeyeceklerdi kendilerini bu hakimiyetten… Bir diğer yandan Protestanlık yayılmaktaydı. Katolik egemen sınıf, korkunç eziyet etmekteydi Protestan güruha. Bu ikilem o kadar derin boyutlara ulaşacaktı ki, en sonunda 80 Yıl Savaşları’na sebebiyet verecekti.

16 kişilik bir yatakhanede, birer döşek kiraladık kendimize. Kız – erkek karışık kalıyorduk. Duşların kapısı bile yoktu, yatakhane arkadaşlarımın kıçlarını görmek ilginç bir sürpriz olmuştu benim için. İşte tam da o sırada gelip kendini tanıtmıştı Ady. Dışarı çıkalım mı diye sorduğunda yaşadığım tutukluk aslında sevinçtendi! Sanırım beni yanlış anlamıştı. “Ne o, sen Müslüman, ben Yahudiyim  diye birlikte dolaşamayacak mıyız?” “Aklımdan bile geçmedi böyle bir şey! Haydi çıkalım!”
Din kisvesi altında yaşanmış onca savaş, onca eziyet… 1578 yılında, başta tarafsız olan Amsterdam da katılmış Orange’lı William ve Protestan ordusuna. Utrecht Antlaşmasıyla 7 Kuzey Bölgenin birleştiğini açıklamışlar. Alterasyon dedikleri bu dönemde tüm Katolikleri kovup, enstitülerini dağıtmışlar. En sonunda Şarlken’in oğlu II. Felipe (II. Philip), bu birleşmiş bölgeleri tanımış. Bundan sonra Amsterdam’a büyük bir göçmen akını olmuş. Özellikle Anversli zengin tüccarlar ve Portekizli Yahudiler… Hepsi baskılardan kaçmaktaymış. Taa o günlerden efsanevi tolerans erdemini yakıştırmış kent kendine…

“Biliyor musun bu şehrin efsanevi bir özelliği vardır: Tolerans. Belki dünyadaki hiçbir başka kent bu derecede hoşgörülü değildir insana karşı. Öyle ki, hafif uyuşturucular bile serbesttir. Bir bakalım mı etrafa?” Hava kararmıştı ve biz çoktan Kırmızı Fener Mahallesi’nin yolunu tutmuştuk. Her ne kadar cam bölmeler ardında pazarladığı vücudundan kazandığından gerekli bölümü devlete vergi olarak ödeyip, hijyen koşullarının tümünü yerine getirse de, bir kadını böyle çıplak, geleni geçeni aleni olarak provoke eder şekilde görmek her ikimizi de etkilemişti… 

“Bu her yerde görünen VOC de neyin nesi?” O zamanlar bu soruya cevap verememiştim. Yıllar geçti. Artık cevabı biliyordum: Verenigde Oost-Indische Compagnie (Doğu Hindistan Kumpanyası). 16.yy sonundan beri Hollanda Donanması Uzak Doğu Asya ile ticaret yapmaktaydı. 1602’de ise birkaç ticaret şirketi güçlerini birleştirerek, bir ticaret monopolü kurma amacı ile Doğu Hindistan Kumpanyası adı altında bir araya gelmişlerdi. Egemenlik, savaş ve barış yapma yapma hususlarında son derece kuvvetli hakları varmış. Japonya, Doğu Hint Adaları, Seylan ve Tazmanya’da ticaret garnizonları kurmuşlar. 17.yy boyunca tasavvur edeilemez büyüklükte zenginliğin sahibi olmuşlardı. Hollanda için “Altın Çağ” denen dönemdi bu…

“Ne çirkin bir saray!” Dam Meydanı’ndaydık. Orijinalinde Belediye binası olarak inşa edilmiş olan 17.yy Koninklijk Sarayı için belki de kullanılabilecek en güzel sıfatı seçmişti Ady. Oysa düşüş döneminin belki de en acı örneği sarayın hikayesiyle verilebilirdi: Napolyon Bonapart’ın kardeşi Louis, şehir Fransızların eline geçtikten sonra burada kendini kral ilan etmişti ve kendi konumuna yakışabilecek tek yapının bu bina olduğuna karar kılarak burayı Kraliyet Sarayı olarak düzenletmişti. Kibri o kadar had safhadaydı ki, içeri döşeyeceği mobilyaları bile Fransa’dan getirtmişti… Çirkin Saray ona da fazla süre yar olmayacaktı… Ağabeyi Waterloo Savaşı’nda yenilince, mobilyaları alamadan ve arkasına bile bakmadan kaçacaktı Louis… Ancak bu Çirkin Saray bir kere yer etmişti beynimde, yıllar sonra Damrak Boyunca yürütüp meydana getirdiğim gruplara anlatım yapmadan önce hep bir gülümseme belirir suratımda...

Altın Çağ boyunca büyük başarılara imza atılmıştı. Daha sonra New York adını alacak New Amsterdam 1625’te kurulmuştu. Şehir nüfusu iki katına çıkmış, dikkatle eski merkezi içine alacak biçimde, at nalı şeklinde yapılan kanallarla yaşam alanı arttırılmıştı. 1642’de Abel Tasman, bugün Avustralya’ya ait olan Tazmanya’yı keşfetmişti. 1648’de Münster Antlaşması, İspanya ile devam eden 80 Yıl Savaşları’na son vermişti. Rembrant’ın atölyesinden daha sonra dünyanın tüm prestijli müzelerini süsleyecek eserler çıkmaktaydı. Ancak her çıkışın bir düşüşü vardı. İngiliz Donanması’nın yükselişi Hollanda’nın ipini çekmişti. 18.yy boyunca şehir, dev deniz komşusunun gölgesinde kalmıştı. Bir dönem de böyle kapanmıştı…

“Biliyor musun, bu iğrenç Hostel’de yarın akşam için yer yok. Yarın için başka bir hostele yer ayırttım, sabah erkenden gideriz.” O zamanlar benim için ne Rijks, ne Van Gogh, ne Denizcilik Müzesi, ne Concertgebouw Salonu, ne de diğer önemli anıtlar ve müzeler bir anlam ifade ediyorlardı… Sırtımızda, elimizde çantalarla yeni hostele gitmiştik. Süpermarketten yiyecek alıp, sokaklarda yemiştik. Henüz 8687 kazık çakılarak, 3 yapay ada üzerinde 1889’da inşa edildiğini bilmediğim Centraal Station’ın önünde kazılar başlamamıştı. Bizim gibi bir sürü genç, istasyon girişinde bağdaş kurmuş, kızlı erkekli (!) oturmaktaydı. Çok gençtik, cebimizde para olmadığı için yolda bize Afgan Macunu satmaya çalışan zencileri kibarca reddetmiştik. Kanal kıyılarında, Vondelpark’ta, Centraal Station önünde oturduğumuz o anların keyfini, hiçbir lüks mekan verememiştir daha sonra bana…! Ne güzeldi! Uykumuz yoktu ve yetişmemiz gereken bir yer de…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK


AMSTERDAM: 19.yy iyi geldi şehre, ikinci yarısında toparladı kendini. 20.yy’da NATO, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve BENELUX gibi son derece önemli enstitülere kurucu üye olan Hollanda’nın başkenti olarak, eski anlı – şanlı tarihini arar şekilde, hala hoşgörülü, hala rahat…

ADY: Amsterdam’dan sonra bir dönem Avustralya’da, bir dönem Yeni Zelanda’da ve bir dönem de ABD’de yaşadı. Bir süre önce hayatının aşkıyla tanıştığına karar verdi. 2013 yılının Mayıs ayında bir kız çocuğuna dünyaya gelmesi için kapı oldu. (Yani kendisi böyle ifade etti) Hala İstanbul’a gidemedi…


IŞIL: Hayatı boyunca gezmeye devam etti ve etmekte. Amsterdam seyahatinden sonra harita okumayı öğrendi, hatta çok daha fazlasını… J Azmetti ve yıllar sonra Ady’yi buldu. 14 yıl aradan sonra Tel Aviv’de tekrar buluştuklarında, sokakta falafel yediler… Şu anda yakın arkadaşlar…

Buradan itibaren Bach'ın 9 Numaralı Piyano Konçertosunu dinliyoruz... İşte linki:

4 Kasım 2013 Pazartesi

BILBAO’YU HARİTAYA YERLEŞTİREN PROJE: GUGGENHEIM MÜZESİ BÖLÜM II

Frank Gehry bir mimardan çok, sanatçı olarak nitelendirmekteydi kendini. Ondan istenen şey, son derece zorluydu. Cevabını çalışma metotlarını ekstremlere çekerek verdi. Müzeyi arkitektonik bir heykel gibi dizayn etti kısa sürede. Simgeleşecek bir şaheser yaratma arzusu ile yılanvari yüzeyleri tercihi, ortaya son derece orijinal, heykelimsi bir yapı çıkardı. Amacı, insanların iç mekanları ve burada sergilenecek objeleri beğenmeleri kadar, binaya yaklaştıkları her açıdan görecekleri dış mekanı da takdir etmelerini sağlamaktı.
1993 Ekim’inden 1997 Ekim’ine, dört uzun yıl sürdü yapımı. Cephelerin hepsini birbirinden farklı ve çevrelerindeki mimari ve coğrafi ortamla uyumlu olarak dizayn etti. Güney cephesi, şehrin tarihi ve kaderine atıfta bulunurcasına bir gemi silüetini andırıyor. Denizcilik geleneğini vurgularcasına sanki yelkenlerini rüzgarla doldurmuş, Nervion Nehri boyunca ilerlemekte… Tüm bu düşünceyi pekiştiren diğer bir unsur da, müzeyi çevreleyen 30 cm derinliğindeki havuzlar.

Gehry materyal kullanımında ve binanın aydınlatılmasında da son derece orijinal fikirler üretmiş. Hareketli yüzeyleri titanyumla kaplamış, böylelikle bu materyal mimaride ilk defa kullanılmış olmuş. Düz yüzeylerde ise kireçtaşı kullanmış. Bu farklılığı iç mekanlara da taşımış; düz odaların yer kaplamalarında, klasik bir materyal olan ahşap kullanmış, düzensiz ebatları olan odalarda ise daha az klasik bulduğu mikro çimentoyu tercih etmiş. Yapının önemli bir kısmını titanyumla kapladığı için, pencere kullanma şansı pek olmamış. O yüzdendir ki, yapının tavanında koca koca pencereler bulunmakta. Müzedeki cam yüzeyler özel olarak üretilmiş, bileşiminde metal partiküller var, böylelikle ziyaretçiyi aşırı sıcaktan, sanat eserlerini ise güneşin zararlı ışınlarından koruyor. Eğer bu şekilde yapılmasa, içerisinin yüksek sıcaklıktan dolayı dev bir sera gibi olması işten bile değilmiş. Pencereyi yan yüzeylerde kullanmak istememesinin önemli nedenlerinden biri de ışığın eserlerin üzerine yansıma yapmasını istememesi olmuş.

Müzenin kuşkusuz en belirgin özelliği, uzaktan göründüğü anda bakanda hayranlık duygusu uyandıran gümüşi rengi. Bu rengi veren  titanyumdan biraz daha konuşmak gerekirse: Aslında ilkin kurşunlu bakır kullanmayı düşünmüş, ancak bu alaşım zehirli olduğu için vazgeçmiş. Daha sonra paslanmaz çelik düşünmüş, ancak Bilbao gibi kuzey enlemlerde bulunan ve çoğunlukla gri havaların hakim olduğu bir şehirde, bir hayli ruhsuz görünme riski olduğundan, bu fikirden de vazgeçmiş. O sırada stüdyosuna getirilen titanyum örneğini incelemiş… Gümüş gibi, en bulutlu günde bile parlıyor. Son derece dayanıklı, asla paslanmıyor ve çelikten çok hafif… Ancak tüm bu olağan üstü özelliklere karşı son derece dezavantajlı bir yanı var: Çok pahalı! Bütçeyi aşmamak için olabildiğince ince paneller kullanmış Gehry. Her ne kadar 0.38 mm kalınlıkta olsa da,  büyük çoğunluğu 80cm * 115 cm’ lik ebatlarda, toplamında 33000 adet, 50 ton panel bütçenin kabarmasına büyük etken olmuş…

46000 m2’lik alana yayılan müzenin kirişleri ve sütunları birbirine paralel, çapraz ve dik olacak şekilde yerleştirilmiş. İç alanları dış cepheden ayıracak bir metal kat döşenmiş. Bunun üzerine ise izolasyon yapılıp, üzeri asfalttan bir filmle örtülmüş. İşte titanyum paneller bu filmin üzerine monte edilmişler. Paneller bir robot tarafından kesilmişler. Aşağıdan yukarıya doğru olarak da dizilmişler. Frank Gehry’nin küçükken oynadığı balıkların, daha sonra yaptığı işlerdeki etkisi büyük olmuştur. Buradaki bu diziliş de balık pullarını anımsatıyor… Titanyum, toprak tonlu kireçtaşı, metal partiküllü cam, plaster ve bazı bağlantı noktalarında ekonomik geçmişin vakur mirası çelik… Hepsi birbiriyle son derece uyumlu.
Bu projenin yapımındaki en büyük yardımlardan birini ise uçak yapımında kullanılan CATIA programından alıyor Gehry. Bu kadar hareketli, eğrilerden meydana gelen bir yapının stabilizasyonu için gerekli yük dengesi hesabını (hele hele kolonsuz mekanlarda), bu program olmasa Gehry’nin yapabilmesi mümkün olmazmış. Gehry’den önce bu programı Airbus ve Boeing firmaları kullanıyormuş. 1997 itibarıyla Ferrari de kullanmaya başlamış.

Müzenin en enteresan özelliklerinden biri de ana girişi. Meydan tarafına bakan ana giriş, haliç kıyısıyla olan seviye farkından dolayı aşağı doğru iner şekilde tasarlanmış. Oysa günümüzün önemli müzelerinin çoğuna baktığımızda, büyüklük ve güç hissi, yukarı doğru tırmanan merdivenlerle verilir. Bu örnekte aynı abidevi hissi yaratmak için merdiveni iyice geniş tutarak, sanki bir amfi tiyatroymuş görünümü vermiş… Aşağı inilince varılan yer ise, dev camlarla kaplı atriyum. Aslında bölümleri gezdikten sonra hep dönüp dolaşılıp, ulaşılan yer atriyum...
Guggenheim Vakfı kendi adını taşıyan yeni merkezler için asla para yardımında bulunmaz demiştik… Bırakın yardım etmeyi, bir defalığına mahsus olmak üzere 20 milyon dolar ödemesi lazımdı vakfa Bask Ülkesi Otonom yönetiminin. İnşaat için bütçeleri 100 milyon dolardı, müze işletiminin yıllık bütçesi ise 12 milyon dolardı….

Bir “müze”, enkaz haline dönmüş bir şehri, yeni yüzyıla hazırlayabilir miydi? Kültürel bir girişim, tüm olumsuz ekonomik gelişmelere karşı bir umut olabilir miydi? Denediler ve gördüler: Guggenheim Müzesi’nin inşa maliyeti 89 milyon dolar tuttu. Müze açıldıktan sonraki 3 yıl içinde yaklaşık 4 milyon kişi müzeyi ziyaret etti. Bu kişilerin ekonomik olarak şehre getirdiği katkı yaklaşık 500 milyon Euro civarındaydı… Bu kişilerin otel, yemek, ulaşım vb. için harcadıklarından yerel yönetimin bütçesine vergi olarak giren katkı 100 milyon Euro civarındaydı. Şehirde birdenbire diğer büyük mimarlar tarafından eklenen yeni binalar belirmeye başladı: Norman Foster, Rafael Monreo, Santiago Calatrava, Arata Isozaki gibi dünyaca ünlü mimarlar imzalarını bırakanlar arasındalardı. Frank Gehry tüm alçak gönüllülüğüyle “Guggenheim, Bilbao’yu haritaya yerleştirdi, sanırım beni de yerleştirdi” diyecekti, baş şaheserini yarattığını ilan eder şekilde. Yıllar boyu ağır endüstrinin merkezi olan bir şehir,  21. Yy’a 1. Sınıf bir Avrupa şehri olarak girmişti. Bask Yönetimi hayallerin ötesi bir projeye imza atmıştı…

Mutlu son…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK





1 Kasım 2013 Cuma

BILBAO’YU HARİTAYA YERLEŞTİREN PROJE: GUGGENHEIM MÜZESİ BÖLÜM I

Alana girdiğimiz anda ilk olarak, yaptığı işler konusunda eleştirmenleri iki zıt kutuba bölen Jeff Koons’un Puppy’si karşılıyor bizi. 12 metre boyunda, 15 ton ağırlığında içi metal, dışı çiçeklerden oluşan bir mantoyla kaplı, son derece sevimli bir West Highland terrier köpeği Puppy. Mayıs ve ekim aylarında olmak üzere, yılda iki defa mantosu değiştiriliyor. Begonya, petunya, lobelya, Hint karanfili gibi yaklaşık 38000 çiçekten oluşan yeni mantoyu her defasında vakur bir biçimde taşıyor üzerinde. Anlamlı bir şekilde insana optimizm ve güven aşılıyor. Güven hissi:  Bask Ülkesi’nde farklı bir boyutta algılanıyor kuşkusuz. Müze açılmadan birkaç gün önce cereyan eden olayları yaşayanlar, hala dehşetle hatırlıyorlar bahçıvan kılığına girmiş ETA bölücü örgüt üyelerini. Heykel üzerinde çalışıyor havası vererek neredeyse müzeyi havaya uçuracaklardı. Kahraman polis memuru Jose Maria Aguirre her ne kadar açılan ateşte hayatını kaybetse de, müzeyi kurtaran kişi olarak tarihe geçiyor. Adını yadigar bıraktığı  alanı koruma görevi de Puppy’ye düşüyor…

14. yüzyıl başları… Biscay Körfezi’nden 15 km içeride, Nervion Halici kıyısında, Kastilya’dan getirilen tahıl ve yün ticaretiyle zenginleşmiş Bermeo Limanı’na alternatif olarak kuruluyor Bilbao. Stratejik ve özellikle korsan saldırılarına karşı korunaklı konumundan ötürü kısa zaman içerisinde zenginleşiyor şehir. En büyük talihi “demir” oluyor, öyle ki 18.yy’da başlayan sanayileşme ile güçlü bir metalürji ve donanma merkezi haline geliyor. Barcelona’dan sonra, İspanya’da sanayisi en güçlü ikinci şehir konumuna yükseliyor. 1855 Paris Dünya Fuarında, Bilbao demiri altın madalya kazanıyor. 1857’de, ülkemizdeki Garanti Bankası’nın da küçük bir payına sahip BBVA (Banco de Bilbao) kuruluyor. Aslında kuruluş amacı demiryolu inşaasını finanse etmek. Milenyumun sonuna kadar devam ediyor bu gelişmeler, ancak 1970’lerden itibaren ekonomik bir durgunluk başlıyor: 1986’da İspanya’nın Avrupa Birliği’ne katılması  Bask endüstrisini çok sert bir rasyonalizasyon sürecine sokuyor. Aynı yıl Euskalduna Gemicilik şirketi, 1996 yılında ise, İspanya’nın uzun süre en büyük kuruluşu konumunda kalmış Biscay Maden Eritme Ocağı kapanıyor. Şehir nüfusu 1981-91 yılları arasında %14 kadar azalıyor. Tarihi boyunca ekonomik ve endüstriyel gelişim her zaman limana bağlıydı, tüm bunlar halici inanılmaz kirletmişti, turistik rotaların tamamen dışında, gri bir şehir yaratmıştı…

Bask yönetimi tamamen çaresizdi. Bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Çılgın bir fikir geldi akıllarına: Bir “müze”, enkaz haline dönmüş bir şehri, yeni yüzyıla hazırlayabilir miydi? Kültürel bir girişim, tüm bu olumsuz gelişmelere karşı bir umut olabilir miydi? Denemeden bilmeleri mümkün değildi. O yüzden 1991 yılında Bask yöneticileri ünlü Guggenheim Vakfı ile temasa geçtiler. Vakfın direktörü Thomas Krens zaten Salzburg’da olası bir proje ile ilgilenmekteydi. Her şey çok çabuk gelişti: Fabrikaların, tersanenin ve endüstriyel alt yapının terk edilmiş olması, halici temizlemeyi mümkün kılacaktı. Buraya dünya standartlarında yepyeni bir müze kurulacaktı! İlk görüşmelerden 6 ay sonra, müzenin yapılacağı yer de, mimarı da belliydi. ABD’li Frank Gerhy, Japon Arata Isozaki ve Avusturyalı mimarlık stüdyosu Coop Himmelb(l)au’nun sundukları projeler arasından seçileni Gerhy’ninkiydi. Tek bir sorun vardı: Guggenheim Vakfı asla yeni merkezleri için para bağışında bulunmazdı. Bu paranın Bask otoriteleri tarafından sağlanması gerecekti. Bu maddi yükün altından kalkabilecekler miydi?

Solomon R. Guggenheim (1861 -1949),  talihini altın, gümüş ve bakır madenciliğinden yapmış Yahudi bir İsviçre göçmeninin 10 çocuğundan biriydi. Bankeri bol olan bir aileden gelen eşi Irene Rothschild, kendisini resimle ilk tanıştıran kişiydi. Ancak adını taşıyan vakfın 1937’de kurulmasına önayak olan kişi Alman sanatçı ve aristokrat Hilla Rebay olmuştu. İlk kurulan yapılar kısa zamanda, devamlı büyüyen sanat koleksiyonunu sergileyemeyecek duruma gelince, New York Central Park yakınlarında yepyeni bir müzenin siparişini vermişti. 1959’da açılan müzeyi ne Solomon Guggenheim’ın, ne de organik stiliyle ünlü mimarı Frank Lloyd Wright’ın ömrü yetmişti görmeye…

Frank Gehry projesi seçildiğinde 62 yaşındaydı. İnşaat trendini heykel kriterleri üzerine oturtan akımın en önemli temsilcilerindendi. Kendisi kabul etmese de bir çokları onu “dekostrüktivism” (yapıbozumculuk) akımı içerisinde görmekteydi.  Bu akım düz çizgiler yerine, kavisli yüzeyleri ve çizgileri kullanıyordu. Daha çok yeni, 1989’da mimarinin Oscar’ı kabul edilen Pritzker Ödülü’nü almıştı. Kendisinden istenen çok zor bir şeydi: Can çekişen Bilbao’yu diriltmesi ve Vakfın diğer merkezleriyle boy ölçüşecek  bir yapı… Acaba Gehry’nin buna cevabı nasıl olacaktı…?


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

17 Haziran 2013 Pazartesi

DİRENİŞ TEMALI, KITALARARASI İSTANBUL GECE TURU…!

Konaklama: Sokaklarda
Öğün: Sabahın ilk saatlerinde kendi imkanlarınızla makineden satın alacağınız Çizi ve meyve suyu… (Unutmayın, o saatlerde hiçbir yer açık olmayacaktır. İsterseniz uyanık davranıp yanınızda kumanya getirebilirsiniz)
Tur Lideri: Çapulcular
Ücret: Bedava
Tura gelmeden yanınızda getirmenizi önerdiklerimiz: Gaz maskesi, baret, talcidli / sütlü solüsyon ve o güzel mizacınız...

Gecenin bir yarısında, arkadaşım ağır hasta olmasına rağmen;  “Ben yerimde duramıyorum, yürüyüşe çıkalım mı?” diye sorduğunda telefonda, hiç tereddütsüz: “Hemen hazırlanıyorum” diye cevapladım onu. Daha Zagreb’den yeni dönmüştüm yurda, ayağımın tozu tazeydi ancak teklif de çok cazipti! Muhteşem bir gece turu olacaktı bu, hem televizyonda aynen bizim gibi gün batımından itibaren akın akın sokağa çıkmış kalabalıklardan bahsediliyordu! Dudullu’dan, Sarıgazi’den çıkmışlardı yola, E5’te insan seli oluşturdukları söyleniyordu. Onlara katılabilirdik biz de! İki arkadaşımızı daha aradık ve onlar da gecenin 01:30’u olmasına rağmen heyecanla yanımızda olmak istediler. Bu turun tematik bir özelliği vardı: Direniş! Hedefimiz de direnişimizi kıtadan kıtaya taşımaktı… Bu yüzdendir ki Boğaziçi Köprüsü’nü kullanmamız gerekiyordu. Ancak bu hiç de kolay olmayacaktı çünkü tonlarca polis memuru ve jandarma eri bizleri beklemekteydi!

Sosyal medyada üstüne basa basa Söğütlüçeşme geçişinin kapatıldığı yazıyordu. Biz de çaresiz önce arabayla Altunizade’nin oradaki köprü girişine yaklaşacak ve sonra müsait bir  yerde arabayı bırakıp geri kalan 9 kilometreyi yürüyecektik. İtiraf edeyim ki arabanın arkasında ilk ses bombası patlatıldığında koltuğumda zıpladığımı hissettim! Ben ki ilk gençliğimden beri koskoca Vietnam Savaşı’nı söyledikleri güzel şarkılarla bitireceklerine inanan bir neslin müziğini dinleye dinleye gelmişim bu günlere, ses bombasına hayli hazırlıksızdım! Ancak gecenin sonunda adeta Rambo’ya dönüşecektim, hatta yol ortasındaki çifte refüj üzerinden bir harekette atladığımı görünce ağzı açık kalan o adam kadar ben de şaşmıştım bunu yapabildiğime…

Arabayı park edip, “Ocean’s 12” filminin afişindeki gibi bir dizilişle yürümeye başlıyoruz. Anında gaz! Yahu bir bekleseydiniz, öyle haber vermeden birinci dakikada attınız gazı! İstanbul’da son iki haftadır en iyi iş yapanlar seyyar gaz maskesi satıcılarıydı, ben de şükür ki yanıma tura gitmeden önce direndiğim günlerde kullandığım maskeyi almıştım ancak artık herkesin çok iyi bildiği gibi gözlerim, içim yanmaya başlamıştı…
Neden yürüyordum ki ben? Çoluğum çocuğum yoktu daha güzel bir dünya umudunu bırakacağım, var etmeyi de düşünmüyordum. Geçtiğimiz yılın tam 225 gününü yurt dışında geçirmiştim. Uzun zamandır yurt dışına attığım her adımda “oh şükür” diyordum! Hiçbir zaman cemaat insanı olmamıştım… Sadece çok nadir zamanlarda yürüyüşlere katılmıştım; Sivas Katliamı, Uğur Mumcu’nun ölümü gibi… Gezi direnişinin ise ilk anından beri yanında bulunmuştum.

İlk gaz şokunu atlattıktan sonra sloganlar atarak köprü bağlantı yolundan giriyor ve yürüyüşe başlıyoruz, topluluğa karışıyoruz biz de. İleride bir polis barikatı var ancak öncesinde jandarmanın tazyikli su ile “hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” karşılamalarına maruz kalıyoruz. Mevsim yaz olsa da ıslanmak pek de işimize gelmeyecek, o yüzden yol kenarındaki yeni çim ekilmiş tepeliğe doğru kaçıyoruz. Eğimli zemin üzerinde bir yandan da ilerliyoruz, kafamız ağaç dallarına çarpmasın diye de iyice eğiliyoruz. O an o kadar hızlı gelişiyor ki, daha sonra olayları kafamda tekrar yaşadığımda belki saliselerden daha da küçük zaman birimlerinde aklımdan “Platoon” ve “Apocalypse Now” filmlerinden sahneler geçirdiğimi söylüyor zihnim. Jandarmayı balçıklı yamaçtan seri adımlarla geçerek atlattıktan sonra polis barikatına varıyoruz ve her taraftan gazlar gelmeye başlıyor…

Yanımdaki insanların hiçbiri yıllar boyu tanıdığım insanlar değil, hatta en eskisini sadece son bir yıldır tanıyorum. Ancak her geri çekilmeden, ileri koşmadan, TOMA’nın yerine göre refüj üzerinden geçerek şerit değiştirme eylemlerinden sonra birbirimizi arıyoruz, kenetleniyoruz, bir dakika olsun kopmuyoruz birbirimizden ve bu tematik gece turunun sonuna kadar da ayrılmıyoruz. Düşersem kaldıracaklar biliyorum, düşerlerse elimi uzatacağım, eminim!
Biraz çözülüyoruz önce, gaz çok etkili. Sonra “dağılmayın dağılmayın” diyenlerin sesleri kendimize getiriyor hepimizi. “Biz saatlerdir Dudullu’dan, Sarıgazi’den geri dönmek için yürümedik” diye haykırıyordu içlerinden biri… Gözlerinde isyan vardı, umut vardı, yalvarışa benzeyen çok karmaşık bir ifade vardı! Yanında, kulağındaki “akbiliyle” köpek Garip vardı, eminim ki onun da söyleyeceği çok şey vardı. Ancak onun gözündeki ifade çok kararlıydı ve en sonunda 25 kilometrelik destansı yürüyüşünü tamamlayacaktı!

Neden yürüyorlardı? Bugüne kadar sessiz kalmışlardı… Daha iyi bir dünya bırakmayı düşündükleri çocukları var mıydı?

Köprünün ayağı hayli yakınımızdaydı ancak polis barikatı daha da yakındı. Birden biri kalabalığı yararak geldi, bağırıyordu “Hamile var yolu açın” diyerek. Sanki Musa’nın Kızıl Denizi ortadan ikiye yaran bastonu değmişçesine yarıldı kalabalık. Bu kadar duyarlı, bu kadar vicdanlılardı…

Yürüyorlardı çünkü bıçak kemiğe dayanmıştı, yürüyorduk çünkü gazdan biraz kaçsak da artık korkmuyorduk! Yürüyordum, çünkü tüm dünyayı evim kabul etsem de, mantığım, yüreğim çoktan tüm sınırları aşmış olsa da, bayrakların ötesinde bir dünya insanı olsam da, kökenlerim buradaydı ve kökenlerimin olduğu yerde özgür yaşamak istiyordum! Bundan sonra büyüyecek ya da dünyaya yeni gelecek her bireyin de aynı şekilde özgür olmasını istiyordum. Belki de ütopik biçimde “dünyayı güzelliğin kurtaracağına” inandığım için yürüyordum. Bu yüzden bu kadar önemliydi bu yürüyüşü kıtalararasına taşımak, çok değerli bir semboldü bizim için köprü aşmak! Yürüyordum çünkü kurtarılmak istenen ağaçlardı bu yürüyüşün kaynağı. Yürüyordum çünkü yoldaşlarımın hepsi gönüllü katılmışlardı. Parti, siyasi görüş, din sömürüsü, ucuz propaganda değildi; özgürlüklerdi savunulan, pasifti direniş…

Bilmem kaç biber gazı attılar, ancak bir taşkın hareket bile yapmadı kalabalık. Hatta üzerlerine tonlarca su sıkılırken bile jandarmaya “en büyük asker bizim asker” diye tezahürat yapacak kadar nüktedanlardı. Son barikata geldiğimizde “sessiz, sessiz” diye bağırışlar geldi, çıt çıkarmadan, tamamen barışçıl bir şekilde polise yaklaştı kalabalık, önce bırakacaklar sandık ve sonra “pat” ve o bildik duman!

O arada biz çılgın 4’lü Beylerbeyi bağlantı yoluna inerek karşı tarafa geçtik, sağımda birkaç metre ötemde onlarca polis vardı ve üzerimize yukarıdan gaz atmalarını beklerken bizi hayal kırıklığına uğrattılar ve biraz öncesine kadar sanki haşereymişiz gibi gazlarlarken, şimdi aradan sıvışırken gazlamaya değer bulmamış olmaları açıkçası biraz da içimi burmuştu!

Sonunda köprüdeydik, herkes hatıra fotoğrafı çektiriyordu… Dile kolay, yıllar yılı TV’de gördüğümüz, ancak popomuzu kaldırıp bir şahsen katılamadığımız maratonda geçilen köprüyü şimdi hayli marjinal bir şekilde aşıyorduk. Karşı taraftan gelen dünya tatlısı bir teyzemiz durup elindeki iki bareti, bir torba dolusu gaz maskesi ve ilacı tutuşturuyor elimize: “Ben şimdi Divan Oteli’nden dönüyorum, bunlara artık ihtiyacım yok” diyor ve şans diliyor bize. Belki yeterince teatral değil ancak gözlerimi yaşartan bir devir teslimi oluyor bu benim için… Tıpkı karşı istikametten gelen arabalardan duyulan tempolu korna sesleri ve adeta ters yönde olmanın izahını yapmak istercesine “Biz sabahtan beri oradaydık, çok yorulduk artık, dönüyoruz” sözleri.

Bu özgürlüklerle ilgili bir direnişti, hissiyatını 29-30-31 Mayıs akşamlarında ve 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan şafakta yapılan ani baskından sonraki karışıklık ortamı durulduktan sonraki ilk günlerde oraya hakim olan şenlik havasını gidip görmeyenlerin tam olarak anlaması mümkün değildi. Bu bambaşka bir şeydi, içinde kötülük, taşkınlık, ucuz hesaplar barındırmayan… Anlatması çok zordu çünkü anlamak için sadece vicdan ve sonra da sağduyu gerekliydi…


Yürüdük köprü boyunca, içim cız etti bir an, son derece özel bir duyguydu. Bu satırları hala okumaya devam edenler zaten biliyorlardı her şey nasıl başlamıştı. Bu yürüyüşe bizi hazırlayan son 11 yılda yaşananları. Bunları burada tekrar mevzu bahis etmeyeceğim lakin baştan beri bir yol hikayesiydi bu… Köprü boyunca atılan adımlar özeldi benim için, köprüler birleştiricidir, engelleri kaldırıcıdır, attığım her adımda düzen değişiyordu, her bir adım iyilikti, güzellikti…

En sonunda Mecidiyeköy’e gelmiştik, önce o korkutucu ses bombası ve ardından haşere ilacımız…! Evet o gün sabah saatlerinde böcekler gibi dağıtılmıştık çünkü karşımızda kamyonlar dolusu jandarma, otobüsler dolusu polis vardı. Hatta bir tanesi hızla köşeden karşımıza çıktı, son derece çevik bir şekilde nişan aldı ve gaz bombasını tam da üzerimize doğru ateşledi… Elinde taş bile olmayan, dilinde sadece şarkılar olan bizden korkmuş muydu o da?

O gün orada en sonunda dağıldık ancak önemli değildi, saatlerce tek yürek yürümüş, köprüler aşmıştık… Benim için 15 Haziran’ı 16’sına bağlayan gece Don Kişot’un Küçük Prens’i elinden tutup “Hadi gel, dünyayı değiştirelim” dediği geceydi…


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

"Bu iyi niyetli yazıyı Gezi Direnişi'nde hayatını kaybeden tüm o güzel insanlara ithaf ediyorum..."

“In loyalty to their kind
they cannot tolerate our minds.
In loyalty to our kind
We cannot tolerate their obstraction.”




John Wyndam’ın “Krizalitler” adlı kitabında birkaç bin yıl sonrasının dünyasında geçen bir hikaye anlatılır. İnançların farklılaştığı bu yeni toplumda artık normal olmayan her türlü fiziki mutasyonu felaket habercisi olarak kabul etmektedirler. Ancak bilmedikleri şey bazı gençlerin telepatik güçler geliştirerek “anormalliğe” yeni bir boyut kazandırmış olmalarıdır. Bu sırları açığa çıkınca gençler öldürülmemek için kaçarlar. Kaçış süresince çeşitli maceralar yaşayacaklar, kendi ve dünyalarının geçmişleriyle ilgili büyük sırları keşfedecekler ve yeni bir uygarlıkla tanışacaklardır. (1955)