Maestro, hangisini
söylemek sizin için daha iyi olurdu: “Keşke yapmasaydım” mı, yoksa “Acaba yapsaydım”
mı?
“Benim hayatımda ‘keşke yapmasaydım’lar ağır
basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep sezgiyle, yürekle özdeşleştirdiler benim. Opera
tarihinin en çok sevilen romantik trajedileri ‘La Traviata ve Rigoletto’ bana
ait, yine Shakespeare etkili Macbeth, Otello ve Fallstaff adlı dramalar da
benim eserlerim. Ancak o berbat yıl sonrası sipariş edilen komik operayı hiç
yazmamalıydım! İlk operam olan Oberto 17 Kasım 1839’da La Scala’da ilk defa sahnelenmişti
ve çok büyük başarı kazanmıştı. Bu benim tarihe geçtiğim gündü. Aslında hayatımın büyük trajedisi başlamıştı: Hem
oğlumu hem de kızımı daha ikinci yaşlarına basmadan teşhisi konulamayan bir
hastalık yüzünden kaybetmiştim… Daha ‘artık çocuklarımın olmadığı’ fikrine
alışamadan, taparcasına sevdiğim eşim Margherita’yı da bir beyin hastalığından
dolayı kaybettim. Artık ailem yoktu. Tüm bunların üzerine sipariş almış olduğum
komik opera ‘Bir Günlük Kral’ ilk temsilinden sonra yuhalanarak, fiyaskoyla
sonuçlanmıştı… O dönem başarı hırsıma yenik düşmemeliydim, hayatımın en büyük
keşkesi o dönemleri düşündüğümde belirir aklımda: Keşke aileme daha fazla vakit
ayırsaydım…”
“Benim hayatımda
‘acaba yapsaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep akılla, beyinle
özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en zor seyredilen dört serilik ‘Der
Ring des Nibelungen’ bana ait, bazen modern müziğin başlangıcı olarak kabul
edilen Tristan und Isolde de yine benim
eserim. Hayatta canım ne istediyse, aklıma ne estiyse onu yaptım ben. Son
derece net ve keskin bir insandım, başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri
asla umurumda olmadı. Ben dünyada eşi benzeri olmayan bir yetenektim ve hatta
diyebilirim ki; yetenek mevzu bahis olduğunda kimse bana yaklaşamazdı… Belki
benden birkaç ay sonra doğmuş o romantik İtalyan biraz yaklaşabilirdi ancak o
kadar! Asla benim son derece entelektüel müziğimin yanından bile geçemezdi.
Bazen düşünmüyor değilim, ‘acaba’ mesela: Minna ile evli olmama rağmen, hep
bana destek olmuş, beni takdir etmiş beyefendilerin karılarıyla aldatmasaydım onu?
Acaba o bana ilham veren güzel kadınların koyunlarına girmeseydim? Ben de
sıradan bir erkek olsaydım eşine her daim sadık, dostlarının kadınlarına göz
koymayan? Asla olmaz! Nasıl besteleyecektim o harikulade operaları? Güzellikti
bana ilham veren ve güzelliğin sahibi başkası olamazdı. Çünkü operalarımda size
verdiğim o güç ve tutku hissi ile kendinden emin olma durumu ancak tüm o
güzelliklerin kayıtsız şartsız bana ait olmasıyla mümkündü!”
“La Scala
konusunda çok hassastım. Aslında müziğe olan yeteneğim ben çok küçük yaşlardayken
keşfedilmişti. Keşke babam konuyla ilgili daha ciddi girişimlerde bulunsaymış.
19 yaşında Milano Konservatuarına başvurduğumda beni almamalarının en büyük
nedeni yaş haddiydi bence. Üzerine beni La Scala’da yuhaladıklarında gerçekten
çok üzüldüm… Oysa aslında seyirci daha sonra alkış ve takdir konusunda son
derece cömert davranmıştı bana. Olsun, bir kere darılmıştım ben ve bu dargınlık
hayat boyunca ara ara hissettirdi kendini bana… Oysa başarısızlıktır, bazen de
insanları başarıya götüren, keşke hiç darılmasaydım!
Ben, son derece
köklü ve oturmuş İtalyan kültüründen geliyordum. Kökenleri Antik Roma’ya,
Katolik Kilisesi ayinlerine ve Rönesans’a kadar uzanıyordu. Bizim için en ciddi
gelenek “Grand Opera”ydı. Aslolan ‘bel canto’ yani iyi şarkı söylemekti. Operalarımı
yazarken aklımda her rol için mutlaka bir isim olurdu. Sanatçılara göre
yazardık eserlerimizi. Biliyorum o kendini beğenmiş Alman bu gelenekten
tiksiniyordu. Onun için opera ‘Gesamtkunstwerk’ yani ‘birleşik sanat eseri’
adını verdiği bir müzik, şiir, dans gibi tüm sanatların harmanıydı. Benim için opera eğlenmek içindi:
İnsanlar gelir; sanatçı aryasını söyler, en yüksek notaya ulaşır ve
alkışlanırdı… Onun içinse, insanların son derece geniş kapsamlı artistik bir olayı izlemek amacıyla bir araya geldikleri sosyal bir ritüeldi… ”
“Babamı çok
küçük yaşta kaybetmişim. Annemin onun yerine evlendiği ressam bozuntusu da genç
yaşta öldü. Biz dokuz kardeşten çoğumuz sahne, müzik ve oyunculukla ilgilendik.
15 yaşına kadar müzikle ilgili herhangi bir gelişme göstermedim. Ancak o ilk
gençlik yıllarımdan itibaren ışık hızıyla yeteneğimi göstermeye başladım. Acaba
çok küçük yaşlardan itibaren müzik hayatımda olsaymış, daha çok eserim olur
muydu? Sanmam! Çocuk yaşta sadece çok iyi eğitim almış insanların
anlayabileceği çapta olan müziğimin hakkını veremezdim. Tam zamanında
başlamıştım.
Ben yüksek
kültürünü ancak 18.yy’da oturtabilmiş Alman ekolünden geliyordum. Bu kültür
ilkin barok çağın dâhileri Bach ve Handel ile kendini göstermiş, daha sonra
Gluck, Hayden ve Mozart gibi klasikçilerle iyice yükselmişti. Kültürümüzde
devamlı olarak gelişen entelektüel, diplomatik ve ekonomik etkiler, ortak kimliğimizin
oturmasında ve Germenik ülkelerin kültürel devrimin merkezi olmalarında önemli
bir rol oynamıştır. Benim müziğim ise tüm bu gelişmeleri ve Alman yüksek
kültürünü taçlandırmıştır! Acaba ben ve müziğim olmasa, ulusal kimliğini yeni
oturtmuş ve ulusal birliğine yeni kavuşmuş Birleşik Almanya bu kadar yüksek
telden temsil edebilecek miydi kendini?”
“Böylesine kadim
geçmişi olan bir kültürün, ulusal birliğine bu kadar geç ulaşmasına hep
şaşırmışımdır aslında. Yeniden yükseliş adını verdiğimiz ‘Risorgimento’ dönemi
boyunca Nabucco’daki ‘Va Pensiero’ aryasının bir özgürlük sembolü haline gelmesi
hayatım boyunca gurur vermiştir bana. Suriye ve Babil Kralı Nabuccodonosor’un
Filistin’i boyunduruk altına almasıyla, o dönemler Avusturya boyunduruğu
altında yaşayan İtalyanlar kendilerini özdeşleştirmişlerdi. Esirler korosu
tarafından söylenen ‘Va Pensiero’ adeta bir devrim marşı haline gelmişti ve ben
de bir devrim kahramanı…”
"Acaba aşırı
milliyetçi olmasaydım ve bu yüzden 12 yıl İsviçre’de sürgünde yaşamak zorunda
kalmasaydım daha üretken olabilir miydim? Sanmam! Benim için Almanya, Alman
Kültürü ve saf ırk kavramı her şeyden önce geliyordu. ‘Die Meistersinger von
Nürnberg’ adlı eserimin sonunda açıkça belli ettim bunu. Anti-semitik
düşüncelerimden dolayı da bir çok insan benden nefret ediyordu. Düşünmüyor da
değildim acaba Parsifal’de bu kadar belli etmese miydim diye hislerimi?
Ancak ben Yahudilerden arınmış bir Almanya istiyordum, bunu da mutlaka söylemem
gerekiyordu…!”
“Ömrümün en
önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün ve para bahşetmişti hayat bana. Milano’da
emekli müzisyenler için bir huzurevi açtım. Bugün Casa Verdi olarak bilinen bu
evin kapısı yaşlı müzisyenlere hala açıktır… Ben öldükten sonra tüm İtalya yasa
büründü ve birden birisi mırıldanmaya başladı, ardından bir başkası, öbürü ve
öteki derken kitlelerin dudaklarından şu mısralar dökülmeye başladı cenaze törenimde: Va’,
pensiero, sull’ali dorate; Va, ti posa sui clivi, sui colli, ove olezzano tepide
e molli l’aure dolci del suolo natal! (Uçun hayallerim, yükselin altın
kanatlarla. Gidin oturun tatlı rüzgarların taze toprak kokusu taşıdığı,
anavatan bayırlarına, tepelerine…)”
“Ömrümün en
önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün bahşetmişti hayat bana ancak paradan yoksun
bırakmıştı beni. Bayreuth’da gördüğüm o güzel bina yeniden inşa edilmeliydi ve
içerisinde sadece benim eserlerim sahnelenmeliydi. Her şeyiyle kendim
ilgilenmeliydim bu sahnenin, çünkü başka kimse benim eserlerimin icrası için nelere
gereksinim duyulacağını benden iyi bilemezdi. Paraya ihtiyacım vardı. Bereket
tüyleri yeni yeni çıkmaya başlayan Kral II. Ludvig’in bana karşı duyduğu o
sapıkça aşk imdadıma yetişti. Hayatım boyunca tüm arkadaşlarımı, bana yardım
eden herkesi ustaca kullandığım gibi kralın hislerini de kullanarak yüklü bir devlet fonu
kopardım. Acaba kötü mü oldu? Tabi ki hayır! Venedik’te kalp krizi geçirdikten
sonra Bayreuth’a getirilen naaşıma saygı gösterecek ve cenaze törenime
katılacak pek arkadaşım kalmamıştı. Fikirlerimden o kadar etkilenen Nietzsche bile
sırt çevirmişti bana. Ama olsun. Bugün yaptırdığım o salonda düzenlenen
festivale katılan insanlar bilet bulmak için en az 5 yıl bekliyorlar. Mutlak
sessizlik sağlamak için yaptırmadığım havalandırma eksikliği yüzünden, saatler
süren operalarım boyunca fenalaşanları görmek, ölen olsa bile verdiğim talimat
gereği kapıların açılmayacağını bilmek, orkestra piti görünmediği için, o ünlü
maestroların, müzisyenlerin pişerek atlet ve şortla sanatlarını icra ediyor
olmalarını bilmek bana sonsuz bir mutluluk veriyor!”
Adige Nehri’nin
at nalına benzer bir kıvrım yaptığı ve çepeçevre sardığı toprak üzerine
kurulmuş, dünyanın en romantik kentlerinden biri olan Verona’dayım. Romeo ve
Jülyet’in şehri, aslında onlardan yüzyıllar önce ilkin Romalıların vatanı
olmuş. Romalılardan bize miras kalan, dünyanın en iyi korunmuş amfitiyatrolarından
biri olan Verona Arenası’nda Verdi ve Wagner Aryaları Galasını izleyeceğim.
2013 yılının Ağustos ayındayız. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da
romantik akımın en önemli temsilcilerinden Verdi ve Wagner’in eserlerinden bir
seçki beğenimize sunulacak. Sunacaklar arasında Placido Domingo’nun olması beni
ayrı olarak heyecanlandırıyor! (Şef Daniel Harding’in yönetimi de cabası) Bu
konser Verona’da her yıl düzenlenen geleneksel Yaz Opera Festivali kapsamında
veriliyor. Festival 2013 yılında 100. Yaşını kutluyor. Verdi’nin
doğumunun 100. yılı onuruna ilkin 1913 senesinde düzenlenmiş. Her iki müzisyen
de birkaç ay arayla aynı yıl doğduğu için, 2013 yılında, doğumlarının 200. yıl dönümü onuruna, Verdi’yi Wagner’e
kırdıran, ikisini birbiriyle kıyaslayan tonla konser verildi. İşte bunlardan
birinde ben de hazır bulunmaktayım. Ancak aklımdan şöyle bir soru geçiyor: Şiir
mi, düzyazı mı? Hayatta kimin hem acabaları hem de keşkeleri yok ki…?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder