“Medeniyetin nerede doğduğu değil, şu an
nerede olduğu önemlidir.” Bana göre
tarihi olan bu cümleyi söylediğinde Paşa, tam da Floransa Vaftizhanesinin
efsanevi güzellikteki Cennet’in Kapısına bakıyordum. Ghiberti Usta’nın kapı
üzerindeki panolara işlediği on Tevrat olayından, Süleyman’ın kendi yaptırdığı
tapınakta Saba Melikesi Belkıs’ı ağırlamasını izliyordum hayran hayran. Sanırım
Yemen’e karşı ilgimi uyandıran şey bu an olmuştu. Tarihin güçlü kadın
yöneticileri her zaman ilgimi çekmiştir. Er ya da geç Saba Melikesinin ülkesini
görmem şarttı!
2011 yılında Arap Baharının başlamasıyla
birlikte Yemen’e seyahatler iyiden iyiye zorlaşmıştı. Güvenlik nedeniyle
turistik ziyaretler katiyen tavsiye edilmiyordu. 2012 yılı boyunca ara ara
kaçırılan turistlerle ilgili haberler gelmeye devam etti. Ben bekledim. 2013
yılında değişen pek bir şey yoktu. Ben bekledim. 2014 yılının ilk günleriydi ve
yol hikayesi şöyle başladı: Alakasız bir konuyla ilgili olarak yıllardır
görmediğim bir rehber arkadaşımı aradım. Sohbetin ortalarına doğru “Ben de
Yemen’e gidiyorum” dedi. “Ne zaman?” diye sordum. Hemen birkaç gün içinde
grupla yola çıkıyorlardı. Hiç düşünmeden “ben de geliyorum” dedim. Onların
programlarının son 3 gününü yakalayacak şekilde ben de kendime ayrı bir rota
çizdim. Gezinin bir kısmında da olsa özgür olmam gerekiyordu. Ertesi gün Yemen
Fahri Konsolosluğu’ndaydım. Yemen ile vizeler resmen kaldırılmıştı ancak karar
henüz yürürlüğe girmemişti. O yüzden vize harcını yatırmam gerekiyordu ve
ücretin 350TL olduğunu söylediklerinde hiç yapmadığım bir şey yaptım ve “Böyle
harç mı olur, ben rehberim, sizin ülkenize turizm elçisi olarak gidiyorum,
aslında benden hiç para almamanız gerekir” dedim. Konuyla ilgili ısrarcı olunca
harç ücretini en sonunda 250TL’ye düşürdüler. Cebime kar kalan 100 liram, gıcır
gıcır Yemen vizem ve suratımda mutlu ifademle bavul toplama vaktim gelmişti!
Türk Havayolları’nın uçağı Sana’a Havalimanı’na
gecenin ilerleyen saatlerinde indiğinde nedense hiç yanılmayan içgüdülerim
dışarıda beni kimseciklerin beklemeyeceğini söylüyordu. Yoğun programının
baskısından dolayı kafası karışmış olan arkadaşımın geliş tarihimle ilgili hata
yapacağını ve oradaki yerel acentayı yanlış bilgilendireceğini bir şekilde ön
görmüştüm. Saat sabahın 03.30’uydu ve evet beni dışarıda bekleyen kimse yoktu!
En güzel gülümsememi takınıp tüm o birilerini bekleyen erkek kalabalığının
önünden geçiyordum ancak nafile. Taksi servisi verip birkaç dolarımı almaya
hevesli kişiler dışında kimse benimle ilgilenmiyordu. 2200 metrelik irtifası
ile Sana’a şehri Arap Yarımadası’nın en serin yerlerinden biriydi ve önümde
gördüğüm tüm erkekler hemen hemen aynı şekilde giyinmişlerdi: klasik beyaz
entari veya peştamal üzerine kirli bir mont ve bellerinde “cembiye” adı verilen
bir tür eğri kama. Okumuştum bir yerlerde gitmeden önce, bele takılan
cembiyenin sadece bir erkeklik sembolü olduğunu, aslında hayat boyunca hiç
kınından çıkarılmadığını… Ve fakat gecenin o ilerlemiş saatlerinde tek başına
bir bayan için cembiyeler arasında yolunu bulmak çok da eğlenceli değildi! Hele
benim gibi başı açık gezen bir kadın için…
Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim’le başlayan
Yemen Macerası 400 yıl sürmüş. Bu yılların sonunda ise imameti elinde
bulunduran İmam Yahya, Osmanlı sonrası ülkenin bağımsızlığını ilan ederek Yemen’in
başına geçmiş. Taş Ev onun yazlık sarayı. Binanın üzerine oturtulduğu kayanın
Saba Melikesi Belkıs döneminde oyularak ev şeklinde kullanıldığıyla ilgili bir
rivayet var. Beş katlı ve 35 odalı yapı, hem Yemen mimarisinin, hem de taş
oymacılığının son derece etkileyici bir örneği. Birden bazı kaynaklara göre
Yemen ile Umman arasındaki geniş düzlüklerde yaşadığı söylenen ve İrem Şehrini
kuran Ad Kavmini hatırlıyorum. Nuh Kavmi gibi Allah’ın gazabına uğrayan eski
bir Arap Kabilesi olan Ad Kavmini Hz. Hud Kuran’ın Şuara Suresi’nde şöyle
uyarmış: “Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp
eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” Karşımdaki
yüksekçe yere inşa edilmiş anıta bakınca Hud Peygambere pek de hak veremiyorum.
Nihayetinde buranın sahibi olan Yahya 1948’de öldürülüp bu dünyadan göç etse
de, anıt zamana meydan okuyor!
Yola devam ediyoruz. Bu plansızlık içinde
atladığım bir nokta var: Uzun yol iznim yok. Birkaç asker denetim noktasında
takılıyoruz, bazısından dil dökerek, diğerlerinden ise ufak rüşvetlerle geçip
Kevkeban’a ulaşıyoruz. Burası anında tüm Yemen’deki en favori yerim oluyor! Bir
kere isim muhteşem: kökünde Arapça “gezegen” kelimesi var. Hakikaten de ayın
yüzeyini andırır bir coğrafyada, masa şeklinde bir dağın üzerinde, bulutlara
asılı gibi, 3000 metrede yalnız bir kent Kevkeban. Kıvrıla kıvrıla yukarı doğru
tırmanırken fotoğraf çekmek için birkaç defa durduruyorum Nabil’i.
Derler ki Kevkeban’a bu adı pencereleri
gümüşten olduğu ve parladığı için vermişler. Sert ve sarp coğrafyası Osmanlı’ya
da uzun zaman geçiş vermemiş. Emir Şerafettin isyanı bu bölgede Osmanlı’yı en
çok oyalayan ve en fazla şehit vermesine yol açan olay olmuş. Birçok insan için
taş pek bir şey anlatmaz, bazıları içinse çok şey anlatır. Ben ikinci
gruptanım. Bunu uçurumun kenarında durmuş, aşağıdaki Shibam Kentini ve
ilerideki koca bir kaya üzerine kurulmuş Thula Kalesini izlerken iliklerime
kadar hissediyorum!
Karnımız iyiden iyiye acıkıyor. Hani şu
Lonely Planet kitaplarında ‘lokal yerlerde lokal tatlar deneyin’ der ya, ben de
iyice turist moduna bürünmüş, Nabil’e “Haydi Nabil gel lokal bir eve gidelim,
misafir olalım” dedim. Zaten konumu ötürü beni benden geçirmiş Kevkeban’da tüm
turistleri avlayan Yahya, bizi de keşfetmekte gecikmedi ve onun alçak gönüllü
evine misafir olduk. Yahya’nın oğulları alelacele pişirilen yemekleri yer
sofrasına dizmeye başladılar. Bu arada Yahya’nın, evinde kalan ziyaretçilere
tutturduğu anı defteri ilgimi çekti. Deftere yazan her milletten insan ev
sahibinin kendisine bir baba gibi davrandığını ifade etmişti. Son derece
misafirperver olduğundan dem vurmuşlardı. Bana göre Yahya da dünyadaki herkes
gibi ekmeğinin peşinde, normal bir insandı. Sunacak başka bir şeyi olmadığı
için dostluğunu vererek para kazanmak zorundaydı. Misafirperver olmalıydı. Onun
toprakları medeniyetin doğduğu yerlerdi ancak bugün bu kavram onun evinden
fersah fersah uzaktaydı ve anı defterinde yazanlar benim için gerçeği ifade
etmiyorlardı…
Yemenliler için öğle yemeği en önemli öğün.
Kesinlikle çok kuvvetli olması gerekiyor. Birinin evine misafirseniz de yemeğin
mutlaka artması gerekiyor. Yerseniz tekrar yemek geliyor. Biz de önümüze konan
çeşit çeşit yemeğin tadına bakıp, çoğunu arttırıyoruz. Yemek sonrası ben
kalkmaya yeltensem de Nabil eliyle otur diyor. Tabi ya! Yemen için “kat” vakti!
Bunu çok defalar okuyup, çok defalar dinlemiştim. Öğle yemeğini yedikten sonra
halkın çoğunluğu, bu hafif kafa yapan yaprağı çiğnemeye başlıyor. Kafa
güzelleştikten sonra da çalıştır çalıştırabilirsen Yemenliyi! On dakika kadar
keyif yapmasına izin veriyorum ancak sonrasında bağır çağır yerinden kaldırıp
beni Thula’ya götürmesini başarıyorum sevgili Taksi şoförümün.
Katın Latince adı “Kata Adolis”. Bir buçuk metre boyuna ulaşan bir ağaççık ve kökeni Doğu Afrika. Buradan Habeşistan ve Yemen’e yayılmış. Yüksekleri ve bol suyu seven bir yapısı var. Toplandıktan sonra 12 saat içerisinde taze taze çiğnenmeli. Öğleden sonra bu yüzden erkeklerin bir yanağı davul gibi şişiyor. Torbalarla aldıkları katı saatlerce çiğniyorlar. Kadınlar da çiğniyorlar ancak onlar yanaklarını bu kadar şişirmiyorlar. Bu konu beni darmadağın eden hususlardan biri oldu. Lakin Yemen’de çalışan bir insanın günlüğü 8-20USD olarak değişirken, günlük kata harcanan para yaklaşık 5-20USD arasında değişmekte. Bu da gösteriyor ki milli hasıladan yarıdan fazlası kata gidiyor! Öbek öbek katı koydukları naylon torbaların yarattığı çevre kirliliği de cabası!
Düşünsenize dünyanın en fakir 10 ülkesinden
birindesiniz. Oysa zamanında Arabistan Yarımadası’nın Yemen ve Umman’ı kapsayan
güney bölgesine, yeşil toprakları ve ılıman ikliminden dolayı Yunanlılar “Eudaimon
Arabia” (Kutsanmış Arabistan), Romalılar “Arabia Felix” (Mutlu Arabistan) ve
Ortaçağdaki Arap Bilginleri de “El Yemen es-Saiyd” (Mutlu Yemen) ismini
vermişler. Ülkede hiç beklemeyeceğiniz düzeyde bir tarım aktivitesi var ki bu
olası potansiyelin çok altında. Buna rağmen sokak başında açılmış seyyar manav
tezgahları bu ülkede gözüme en güzel görünen unsurlardan biri oldu. Ancak bir
babanın çocuğuna meyve almak yerine, kendi zevki için o parayla kat alacağını
düşünmek beni kahretti. Mutluluk neydi? O katı çiğnediğinde duyacağı anlık haz
mı? Benim için mutluluk yine başka bir anlık haz sonucu bu dünyaya getirilmiş
çocukların sokakta ayakkabısız gezmediği günleri görmekti… Bunu elimde fotoğraf
makinemi görünce “beni de çek, beni de çek” diye bağrışan Yemenli çocuklarla
tanışınca daha iyi anladım…
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK
Yemen'in simdiki durumunu dusununce, aslinda iste kimsenin hele de evlatlari ayakkabisizken Kat cigneme luksu olmadigini dusundum.
YanıtlaSil