Ben Kimim?

1978’de Ankara’da doğdum. Babamın mesleğinden dolayı hayatımın ilk yılları İskenderun’da geçti. Güney’in bu küçük şehrinde hep dışa dönük, doğayla ve insanla iç içe, hiç yalansız, hep şen şakrak, komşuluk ve arkadaşlık ilişkilerinin devamlı dayanışmayla desteklendiği çok güzel günlerimiz geçti.
8 yaşımdayken ailemle İstanbul’a taşındık ve o gün bugündür bu şehir benim “asıl” yuvam.
Uzun yıllar boyunca her yaptığını taklit ettiğim ablamla aynı odada yattık, o benden kurtulmak istese de ben onu hiç bırakmadım. Bu taa onun Ankara’ya üniversitede okumaya gittiği güne kadar böyle devam etti. Babam her ikimizi de elimizden tutup “tavşan kaç, tazı tut” oynatırdı ve genelde hep tavşan “ben” olurdum…  O oyundan aklımda kalan en net şey, salonda sarı renkli UFO benzeri ve kalın ayaklıklı müzik seti. İşte o müzik setindeydi bir gün babamın ikimizi de yanına çağırıp “artık sizin de gerçek müzik dinleme vaktiniz geldi” deyip bize Joan Baez dinletmesi. İlk albümü olan Folksingers 'Round Harvard Square (1959)’den   Bill Wood’a gitarıyla eşlik ettiği “Travelling Shoes” daha sonra kaderim olacaktı… “Oh What a Beautiful City”i dinlerken o küçücük yaşımla, bu yaşımda hala plaktan gelen sesin gerçek sesten sonraki en sıcak ses olduğunu düşüneceğimi bilemezdim.
Kitap da okuturdu babam bize, çok net hatırlıyorum ilk okumaya başladığım anı: Cin Ali tarzında birşeyi teklemeden okumaya başlamıştım ablamın yanında ve ablam da annemleri çağırıp sanki dünyanın en önemli şeyini yapıyormuşum gibi “aaa bakın okuyor” demişti. Okumaya çok meraklı ablamı bu konuda izlememiştim önceleri. Şeker Portakalını ödev vermişti babam, ancak ben çorap dolabı ve çöp tenekesi dahil, her gün başka bir yere saklardım kitabı… Ablam da anında bulur ve ispiyonlardı babama. Ancak bir kez okuyunca Şeker Portakalı’nı, artık okumak da hayatımdan asla çıkmayan, su içmek ve yemek yemek gibi bir ihtiyaç oldu.
İlkokulu İstanbul’da bitirdikten sonra Kadıköy Anadolu Lisesi’nde okuduğum 7 harika yılım geçti. Bu yıllar hayatım boyunca unutamayacağım bir takım anılarla zenginleşti. Sevgili Serpil Çalışkan’ın ödün vermez disipliniyle layıkıyla İngilizce öğrendik, Apo’nun akıl almaz hikayeleriyle (aslında bilgisayarı Müslümanlar bulmuş ancak o zamanlar daha elektrik yokmuş gibi) Din Kültürü ve Ahlak bilgisi dersine farklı açılardan baktık, Tevet sayesinde fizik dersinden nefret ettik, kayalıklarda şarap içtik, kömürlükte ise sigara… Yatılılar, her örüldüğünde bir icabına bakardı deniz tarafındaki duvarın ve her seferinde açılan gedikten kaçar okulu kırardık. Yokuşu indik mi Kırıntı’da alırdık soluğu…

12 yaşındaydım babama “Bu yaşıma geldim bir Avrupa bile göremedim” dediğimde …Ve ortaokul 3. sınıftaydım ilk defa kız başımıza İstiklal’e çıkıp, Çiçek Pasajı’nda bira içtiğimizde.”Kır zincirlerini Spartaküs” diye şiir okurduk. Oysa bizim hiç zincirimiz yoktu ki. Kaktüs Café’den kapıdışarı edilmiştik okul formamızla oturup şarap siparişi verdiğimiz için… 14 yaşındaydım babamın plakları arasında “Woodstock” double LP’yi bulduğumda. Ve tüm plağı dinlediğimde “Saturday Afternoon/Won’t You Try” idi en sevdiğim parça. Sonra Akmar Pasajı’ndaki Zihni Abi’den topladım tüm kasetlerini ve bazı plaklarını Jefferson Airplane’in ve bu grup her zaman favorim oldu. Oliver Stone “The Doors”u çekti ve hepimiz The Doors hastası olduk.68 kuşağı zamanındaki gibi yaşamaya heves ettik. 16 yaşındaydım ilk defa sırtımda çantayla Avrupa’yı gezdiğimde. Ve Sacré-Cœur Bazilikası’nın duvarına uzanmış walkmanimde “Sous Le Ciel De Paris”yi dinlerken yanıbaşımdaki müzisyenin de aynı şarkıyı çaldığını fark edince kendimi kutsanmış hissettim.

Yine ortaokul dönemindeydi, tiyatroya vuruldum.Bir dönemler (anlayan anlar) çok güzeldi Şehir Tiyatroları. Hala gözümü kapatıp Haldun Taner Tiyatrosu’nu ve orada olduğumu hayal ettiğimde içim ısınır. Tilbe Saran hangi oyunda nerede oynasa ben de oraya giderdim.
Yine o yıllardaydı babam bana Almanya’ dan yan flüt getirtti ve yıllarca çaldım. O dönemde kazandığım film, tiyatro ve müzik festivallerini takip geleneğimi hala sürdürmekteyim.
Ve Üniversite çağıma geldiğimde Türkiye şartlarında esen rüzgar beni İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat bölümünde okumaya yönlendirdi. Çok da ilgilendiğimi ya da sevdiğimi söyleyemem okuduğum bölümü. Bir yandan da çalışma fikri düşmüştü aklıma. Kısa bir süre kitap pazarlama, birkaç yıl özel matematik dersleri verme ve tarihi yarımadada turistlere İngilizce rehberlik yapmak gibi aktivitelerle para kazanmaya başladım. Rehberlik o kadar hoşuma gitmişti ki üniversitenin ilk yılında yeni  bir dil öğrenmeye karar verdim ve “ooo piti piti” yaptıktan sonra seçtiğim İspanyolca, hayatımın dönüm noktalarından oldu. Dili geliştirmek üzere bir dönem Barcelona’ya gittim. Döndüğümde iyi bir turizm firmasına baş vurup onların gruplarının başında İspanya’ya gitmek istediğimi söyledim. Beni aradılar ve İtalya’ya gönderdiler. Sonra neredeyse her ay İtalya’ya gitmeye başladım ve İtalyanca öğrendim.
Üniversite boyunca Türk grupları ile çeşitli ülkelere seyahat etmeye devam ettim. Üniversite’yi bitirdikten sonra Bakanlık’ın açtığı kursa hak kazanıp başarıyla tamamladım ve profesyonel rehberlik kokartı aldım. İhtisasımla ilgili hiçbir şey yapmadım. Turizm bir kere damarlarıma işlemişti. Hem Türkiye’de yabancı gruplara ve hem yurtdışında Türk gruplarına gezilerinde eşlik ediyordum. Gezip görme ve daha çok öğrenme tutkusu peşimi hiç bırakmadı. Ve bu tutku çerçevesinde profesyonel yaşamımda da kendi kişisel serüvenimde de sınırlarımı hep çok geniş tuttum.  27 yaşında 6 kıtaya ayak basmıştım. 2004 yılında kruvaziyer turizminde de çalışmaya başladım. Dünya denizlerinde filoları bulunan birçok Amerikan ve İtalyan gemi şirketiyle gezi yapma olanağı buldum.
30’lu yaşlarımın başında opera ve fotoğrafa da merak sardım ve geçen her günde dünyada daha görülecek, okunacak, yapılacak, tadılacak ne kadar çok şey olduğunun farkına daha da iyi vardım… Ve tüm bunlar için bir ömrün yetmeyeceğinin de…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK