30 Kasım 2012 Cuma

İRAN İZLENİMLERİ… BÖLÜM IV


Önce Etiyopyalılar geldiler huzura, yanlarında bir vazo, fildişi ve zürafa getirdiler. Sonra Arap Halkları geldiler, develeri ve kumaşlarıyla. Trakyalılar at getirmişlerdi, başlarında sivri başlıkları… Hörgüçlü boğaları ile Pakistanlılar, at ve metal eşyalar getiren Sogdiyalılar. Ceylan getiren Libyalılar… Ve liste uzayıp gidiyordu…. Önünde vücut bulan bu seremoniden son derece mutluydu tahtında oturan kral. Hafifçe gülümsedi, bilinen dünyanın çok önemli bir kısmına hükmetmekteydi, kendisinden sonra gelenler onu “Büyük Darius” olarak anacaklardı…

Her çocuk gibi biz de ufak yaşlarımızda albüm düzenledik. İlk sayfalar siyah-beyaz fotoğraflardan oluşurken daha sonrakiler renkli fotoğraflı sayfalardan oluşurdu. Ablam küçücükken annemle beraber Kapadokya’da verdikleri bir poz vardı, hiç unutamadığım fotoğraflardan. Kapadokya’yı gezdirdiğimiz turistlere anlatırken illa ki bölgenin adının kökeninin Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” olduğundan bahsederiz… İşte bu yüzdendir ki o fotoğrafta annemin giydiği ve atmaya kıyamayıp sakladığı elbisesini giyip gittim Persepolis’i gezmeye ve en az onlar kadar yakışıklı pozlar vermeye çalıştım, onlardan tam 34 yıl sonra…
Kasım ayı olmasına rağmen hava hala bir hayli sıcak. Arabanın camını açmış rüzgarı yüzümde hissederken rehberimiz anlatmaya başlıyor: “İran” sözcüğünün kökeni Sanskritçe “Aryan” sözcüğünden gelir. Modern dilimize Zerdüştçülüğün kutsal kitabı Avesta’da yer alan bir Proto-İrani terim olan “Aryanam”dan girmiştir. Ariya ve Airiia kelimeleri aynı zamanda Ahameniş İmparatorluğu yazıtlarında etnik bir atıf olarak yer almıştır.” Gerçekten de İran’ın güneyini kaplayan Parse (Fars) bölgesi coğrafi bir alanın adıyken, “İranlılık” milliyetleri, “Aryan” ise etnik kökenlerinin adı olarak geçiyordu yazıtlarda. Ki Aryanlardan önce Hint-Avrupa gruplarından olmayan, Asya kökenli, MÖ 3000 gibi çok  eski dönemlerde İran’ın güneybatısındaki başkentleri Susa(Şuş)’dan yönettikleri büyük bir devlet kurmuş olan “Elamlılar” var. Sonra Hint-Avrupa kökenli Aryan Halklar yayılmaya başlıyorlar, bugünkü modern coğrafyanın Güney Rusya topraklarına denk düşen bölgeden, doğuda Hindistan, Batıda İrlanda’ya kadar. Yüzlerce yıl sürüyor bu göçler ve yaklaşık MÖ 1000 yıllarında yaşanan en büyük dalgada İran’ın Aryan halkaları olan Medler ve Persler yerleşiyorlar yeni vatanlarına. Bu yeni gelenler yerel halkla karıştırılmamak için hiç de alçak gönüllülük göstermeden kendilerine “asil” anlamına gelen “Arya” diyorlar…
Batılı turistlere rehberlik yaparken en hoşuma gitmeyen şeylerden biri, biz Türkleri de tutup Araplarla aynı kefeye koymaları olurdu. Boşu boşuna anlatırdık: “Bakın bizim etnik kökenimiz farklı, konuştuğumuz dilin ait olduğu aile grubu farklı, geldiğimiz coğrafya farklı…” Ancak çoğunlukla turistler beraberlerinde getirdikleri sığ önyargılarını aynen beraberlerinde ülkelerine geri götürürlerdi. “Dinin” insanlarda yarattığı “paralize” edici etki. Kültür ne zamandan beri tek boyutlu bir olgu olmuştu? Neden o tek boyut hep dinden ibaretti? Çok eski zamanlarda şaman olan biz Türklerle, çok eski zamanlarda  Zerdüştçü olan İranlıların bu konuda aynı dertten muzdarip olduklarını düşündüm. Ve bunları düşünürken Şiraz’dan 60km öteye gidip Persepolis’in kapısına gelmiştik bile!
Persepolis daha sonra Yunanlıların verdiği addı bu görkemli şehre. Ahameniş İmparatorluğunun güçlü kralları Büyük Darius (MÖ 525-486), Xerxes (MÖ 486-466) ve Artaxerxes (MÖ 466-424) tarafından inşa ettirilmişti o kudretli saraylar. Ahameniş Krallarının yazlık başkenti Susa(Şuş), kışlık başkentleri ise Hemedan(Ecbatana)’da iken, Persepolis özellikle bu imparatorluğun sınırları içinde yaşayan yabancı heyetlerin kabulü ve Nevruz kutlamaları için kullanılan bir tören yeriydi. Zaten daha sonra Apadana Sarayının merdiven panelleri üzerinde gördüğümüz kabartmalar hiç kuşku bırakmayacak şekilde bu kabul törenlerini anlatıyor… Büyük Darius döneminde toprakları üç kıtaya yayılmış, toplamda 8milyon km2’yi kapsayan bu imparatorluğun dahilinde yaşayan halklar ve getirdikleri hediyeler: 28 milletten insan ve yığınla değerli mal-meta-hayvan sürüsü… Her birine eşlik eden Kraliyet Pers askeri ve her grubun arasında bulunan şişman bir servi ağacı kabartması… Ne ilginçtir, servi daha sonra merzarlıklarda ekilen bir ağaç olacaktı, yas tutmanın sembolü olarak kabul edilecekti. Ne zaman anlam değiştirmişti servi? Bundan 2500yıl önce Apadana Sarayının merdivenlerinde “hayatı” simgeleyen servi, tarihin hangi döneminde ölümle özleştirilmişti?
Ölüm deyince birden Persepolis’in birçok yapısında çeşit çeşit betimlenmiş askeri birliklerden biri ve hatta en önemlisi olan “On Bin Ölümsüz”den bahsetmeye başlıyor rehberimiz… Bu on bin asker, kralın en seçkin birliği ve sayıları asla değişmiyor. İçlerinden biri hastalanır ya da ölürse hemen yerine başka biri ikame ediliyor ve böylece sayı hep sabit tutuluyor. Aramızda İngilizce konuştuğumuz ve devamlı olarak bu birlikten “Immortals” olarak bahsettiğimiz için birden rehberimiz “Gardi Cavidan” deyince, pardon Cavit mi dedin diye soruyorum. O da evet “Cavit” Farsça ölümsüz demek diyor. Peki “Bengi” diyorum? Farsça’da böyle bir kelime olmadığını söylüyor. Ne cahillik! Ben ki 34 yıl boyunca adımın (Bengi) Farsça orijinli olduğunu sandım; asıl babamın (Cavit) kendi adının öz be öz “Türkçesini” bana koymuş olduğunu o an fark ediyorum. Üzerimde annemin ben bebekken giydiği 34 yıllık elbisesiyle…



29 Kasım 2012 Perşembe

İRAN İZLENİMLERİ… BÖLÜM III



Hafız’ın kabri olan bahçede bir gül varmış;
Yeniden her gün açarmış kanayan rengiyle,
Gece, bülbül ağaran vakte kadar ağlarmış
Eski Şiraz’ı hayal ettiren ahengiyle.

Ölüm asude bahar ülkesidir bir rinde;
Gönlü her yerde buhurdan gibi tüter.
Ve serin serviler altında kalan kabrinde
Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül öter.
Yahya Kemal Beyatlı

Benim de gönlüme bu düşüyor Hafız’ın mezarı başında… Şiraz’a bir saatten biraz fazla süren bir uçuştan sonra varmışız. Hemen ziyaretine koyulduğumuz camiler açıkçası çok da etkilemiyor bizi. Ne yalan söyleyeyim, ben de hayalimde kurduğum “Eski Şiraz’ı” arıyorum, biraz da Godot’yu beklercesine… Rehberimiz Şiraz’ın ünlü üzümünden getiriyor bize ve bazı evlerde hala gizli gizli şarap yapıldığından bahsediyor… Kadere bakın ki, bugün Yeni Zelanda ve Avustralya gibi Yeni Dünya ülkelerinin “snob” şarap üreticileri yüzyılların “Şiraz”ının karizmasının kaymağını yerken; yüzyılların şehri hiç ağarmayacak bir vakte ağlar gibiydi sanki…
Kadim geleneklerin, tarihin ve kültürün derin etkilerinin olduğu şehirlerde özün hep aynı kaldığına ve fakat sadece biçim değiştirdiğine inananlardanım ben… ki Şiraz da, dünyada şarabın en eski yapıldığı yerlerden bir tanesi. Belki şarabın verdiği hafif esriklik duygusu bu yörenin insanlarına güzel söz söyleme yetisi vermiştir vakti zamanında. O yüzdendir şairler şehri diye nam salmasının nedeni… Ki Hafız da demiştir:

Bu varlık ve mekan iş yurdunun meydana getirdiği şeyler, hiçbir şey değil.
Şarap sun, dünyanın malının mülkünün hiçbir değeri yok!

Saki, o artan şarabı sun
Çünkü cennette ne Rüknabad deresinin kıyısını bulabilirsin, ne musalla bahçesini.

O musalla bahçesi ki bir zamanlar mis kokulu bahçeleriyle ünlü Şiraz’ın en güzel köşelerinden bir tanesi, Hafız’ın çokça sevdiği; daha sonra gömüldüğü yer olmuş koca şaririn… Gezimizin en duygusal anlarından biriydi Hafız’ın mezarını ziyaret etmek. Özellikle akşam vakti herkesler ellerinde Hafız’ın gazelleri, birbirlerine şiirler okurken, birbirlerini selamlayıp, el sıkışırlarken, keyifle gülümseyip, saygıyla şairi yüceltirlerken.

Rintlik öğren kerem sahibi. Şarap içmek o kadar büyük bir hüner değil…
Hayvan da içmiyor ama insan değil ki!

Öyle güzel bir ortam var ki, sanki herkes rintlik öğrenmiş ve birer gönül eri olmuş gibi. Sanki saydam bir “aura” var da, elinizi attığınızda somut bir şeye dokunacakmışsınız gibi… Boşuna değil Şiraz’ın hala İran’ın en liberal şehri olması! Ve tam da o anda rehberimiz duymaya ihtiyacımız olan bilgiyi veriyor: “İran’daki bütün ailelerin evinde Hafız’ın mutlaka bir kitabı vardır ve biz Şiraz’lılar sık sık buraya, onun mezarı başına gelir ve gazellerini okuruz.”

Tam da bunu duyduktan sonra bir kere daha şükrettim ben de ve bir dize de ben okudum Hafız’dan:

Şükr Hüda ki her çe taleb kerdem ez Huda
Ber münteha-yi matlab-i hodkarman şodem
(Allah’a şükürler olsun ki Hak’dan ne istemişsem
İstediğimden daha fazlasına kavuşmuşum.)

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

26 Kasım 2012 Pazartesi

İRAN İZLENİMLERİ… BÖLÜM II



Sabaha karşı yorgun argın ve şaşkın bir şekilde varıyoruz Tahran’daki otelimize. Rehber açıklıyor: ”İslami Devrim öncesi burası Royal Garden Otel’di ancak 1979 sonrası adı ‘Enghelab’ yani ‘Devrim’ olarak değişti”. Enghelab, enghelab, devrim… öyle garip telaffuz ediyorlar ki, bu kelimenin bizdeki “inkilap”a tekabül ettiğini biraz geç de olsa idrak ediyorum! Ne ilginçtir, birkaç gün sonra bu kelime benzerlikleri ve kültür paralellikleri Şiraz’da kendini iyice gösterecekti. Ne zaman ki rehberimiz bize “Şimdi Narencistan Sarayına gidiyoruz” dedi işte o zaman basit bir kelimeden kültürlerin aslında ne kadar iç içe geçmiş olduğunu bir kez daha fark ettik! Biz ki o arabanın içinde üç kişi, birimiz Hint-Avrupa coğrafyası, birimiz Asya-Avrupa coğrafyası, bir diğerimiz ise Avrupa-Afrika coğrafyası arasında köprü kültürlerden geliyoruz… Hepimizin temsil etmiş olduğu kültür bir şekilde ve bir zamanda İslam diniyle, Arap dünyasıyla tanışmış, etkileşmiş, ondan bir şey almış… Narencistan: kökeni narenciye Farsça’da acı portakala (turunç) verilen ad. Biz ise turunçgillerin tamamına narenciye diyoruz. Öyle ya 16. yy’da Portekizli kaşifler Uzakdoğu’dan tatlı portakalı getirene kadar bilinmezdi ki tatlı portakal! O yüzdendir ki hem İranlılar, hem de biz Türkler Portekiz’in adını vermişiz turuncun tatlısına: Portakal! Turunçla Emeviler sayesinde tanışan İspanya coğrafyasında ise acısını tatlısını ayırt etmeden Arapçasını almışlar dillerine: “Naranja”…

Ertesi sabah, yani birkaç saat sonra Tahran şehir turumuzun ilk bölümünü gerçekleştirmek üzere yola çıkıyoruz. İlk durağımız “Gülistan Sarayı”. Bu Saray aslen Azerbaycan Türklerinden olan ve 1796-1925 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kaçar Hanedanlığı döneminde yaptırılmış. Hanedanlığın resmi kuruluş yılı 1796 aynı zamanda Tahran’ın başkent olduğu yıl. Sarayı gezerken sıkça, neredeyse 19.yy’ın ikinci yarısının tümünde hükümdarlık yapmış olan Nasreddin Şah’la ilgili bir karar, anekdot, hatıra vb ile bilgilendiriliyoruz. Onun döneminde Batı nüfuzu artmaya başlamış ve bu da Meşrutiyet Devrimini tetiklemiş. Kaçar Devleti, Batı (İngiltere ve Çarlık Rusya) etkisinden kurtulmak için devleti modernize etmeye çalıştıysa da, modernizasyonun finansmanını sağlayamayınca kendi kaynaklarını Batılı Devletlere kiralamak zorunda kalmış.
Bu ziyaret sırasında iki kişi dikkatimi çekiyor. İlki Nasreddin Şah’a modernizasyon çalışmaları sırasında büyük hizmetler vermiş olan ve özellikle liberal, milliyetçi İranlıların hala büyük bir saygı ile andığı ve İran’ın ilk reformisti olarak adlandırdıkları Vezir-i Azam Emir Kebir (Mirza Taki Han). Ne hikmettir ki Emir Kebir’in de sonu bizim Pargalı İbrahim Paşa gibi olur ve 1852 yılında reformlar yüzünden yönetimdeki etkilerini kaybeden nüfuzlu çevrelerin kışkırtmasıyla bizzat Nasreddin Şah tarafından öldürtülür.
Dikkatimi çeken ikinci kişiyse sarayda sıkça eserlerine rastladığım ünlü ressam Kemal’ul Mülk oldu. Batıda “Perslerin Michelangelo’su” olarak tanınan ve sanatla son derece iç içe olan bir aileden gelen ünlü ressam daha sonra ziyaret edeceğimiz Kashan’da 1847 yılında doğmuş. Genç yaşlarında Nasredddin Şah’ın dikkatini çekmiş ve Şah için yaptığı tüm çalışmalar sonrasında altına ve paraya gömülmüş. Hatta bir dönem sarayda resim hocalığı yapmış ancak saray yaşamındaki fesat ve karışıklık onun kendine yeni ufuklar açmak ve bu ortamdan uzaklaşmak için Avrupa yollarını tutmasına neden olmuş. Avrupa, sonra tekrar yurda dönüş, sonra Irak yolları derken 95 yaşında hayata gözlerini yummuş bu değerli kişi… Sarayda kendisine ait tabloları beğeniyle izledim ben de…
Ayna Salonu, Şems-ül İmare, Selam Salonu gibi bölümleri olan saray bana biraz da Osmanlı’nın son dönemlerini ve Batının bu iki büyük devlet üzerindeki benzer politikalarını hatırlatıyor… Nasreddin Şah hükümdarlığı sırasında din adamlarının etkisini daraltıyor, yollar yaptırıyor, telgraf ve posta hizmetini başlatıyor, Batı tarzı eğitim veren ilk okulu açtırıyor, ilk günlük gazetenin yayımını başlatıyor. Maddi çıkarı için yabancılara bir takım ayrıcalıklar tanıyor. Bunlar bana çok tanıdık geliyor… Bu ayrıcalıklar yüzünden kamuoyundan kendisine karşı büyük tepkiler alıyor. 1890’da ülkede üretilen tütünün alım, satım ve işlenme haklarını 50 yıl süreyle yabancılara bırakma kararı bardağı taşıran son damla oluyor. Gün olup devran dönüyor ve Emir Kebir’e layık gördüğü sondan kendisi de kurtulamıyor: 1896’da Tahran’da bir fanatik tarafından öldürülüyor…
Gülistan Sarayı’ndan sonra rotamızı Ulusal Mücevher Müzesi’ne çeviriyoruz. Bu müze tartışmasız her kadının en güzel rüyalarını süsleyecek cinsten! Merkez Bankasının bir bölümünde çok sıkı güvenlik önlemleri altında ve hayatım boyunca gördüğüm en kalın ve sağlam kapılar ardında sergilenen koleksiyon gözlerimin yuvalarından fırlamasına sebep oluyor! Müzedeki mücevherler, “Bir devlet elinde, birim yerde sergilenen en değerli koleksiyon” olarak sınıflandırılıyor. Sanırım İran’la ilgili en beylik özelliklerden belki de en önemlisi burada da kendini gösteriyor: ulus-devlet kimliği. Gerçekten de İran kadar büyük bir ulus-devlet kimliğini başka hiçbir ülkede görmedim ben. Ki koleksiyondaki parçalar İran Monarşisinin 2500 yıllık geçmişi boyunca toplanmıştı ve bugün de İran İslami Cumhuriyeti’nin malıydı…
Neler yoktu ki koleksiyon içinde! (Yüzlerce fotoğrafını çekmek isterdim ancak maalesef yanınıza hiçbir şey almanıza izin verilmiyor.) Tavus Kuşlu Taht… yapımında 34kilo altın ve 3656gr ağırlıkta, toplam 51366 değerli taş kullanılmış küre! Dünya haritasının değerli taşlarla çizildiği bu kürede denizler zümrüt ve karalar yakut ile gösterilmiş. İran ise elmaslarla işlenmiş! Ne hançerler, kutular, kılıçlar, taçlar gördük ancak kuşkusuz koleksiyonun en değerli parçası “Derya-i Nur (Işığın Denizi)” adlı elmastı… 1738 yılında Nadir Şah Afşar’ın Hindistan Seferi sırasında kendisine para ve içinde Derya-i Nur ve Kuh-i Nur (Nur Dağı) adlı elmaslar bulunan hediyeler sunulmuştu. Her ne kadar Kuh-i Nur daha sonra birçok defa el değiştirip en sonunda gelenek olduğu üzere(!) İngilizlerin elinde kaldıysa da, dünyanın en büyük pembe elması olan Derya-i Nur tüm haşmeti ve 182 karatlık cüssesiyle karşımızda ışıldamaktaydı! Çerçevesinde 457 adet pırlanta ve 4 adet yakut kullanılmış olan elmas gerçekten de “güzeli algılama” duyunuza derin bir şekilde etki ediyor…!
Ziyaret sonrasında rehberimiz bize “hangi parçayı hatıra olarak almak isterdiniz?” diye soruyor… Durup bir an gerçekten de cevabını düşünüyorum bu sorunun ve buluyorum da! Taşlar güzeller ancak bana göre değiller… Anısı olan bir şey dikkatimi çekmişti benim: Bir evlilik hediyesi… Gümüş bir sehpa, yuvarlak biçimli ve üzerinde bir harita. Ortadaki Arap Yarımadasının iki yanındaki iki büyük ülkeyi ve medeniyeti birleştiren bir evlilik sözleşmesinden yadigar. Atatürk’ün de baba Rıza Şah’a Türkiye ziyareti sırasında “İran ve Mısır Saraylarının birleşmesinin her iki tarafa da büyük fayda sağlayacağını” salık verdiği ve sonunda oğul Muhammed Rıza Pehlevi’nin ilk evliliğine yol açan sözleşmenin hatırası… Fevziye…! Ne kadar da güzel bir kadınmış, Mısır Kralı I. Fuad’ın kızı ve yine Mısır Kralı I. Faruk’un kardeşi Fevziye… Son Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin ilk eşi olacaktı. Evlilikleri sadece birkaç yıl sürse de şu kaderin oyununa bakın ki yıllar sonra son Şah’ın son istirahat mekanı, Mısır olacaktı…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK




24 Kasım 2012 Cumartesi

İRAN İZLENİMLERİ… BÖLÜM I


Sabiha Gökçen Havalimanı’ndayız. Akşamın geç bir saati ve Kasım ayı oluşundan dolayı pek de fazla bir kalabalık yok ortalıkta. Birazdan aynı uçağa birlikte bineceğimiz yolcuların bir kısmı keyifle biralarını yudumluyor, bir diğer kısmı ise (bana her zaman garip gelen bir şekilde) seccadesini uluorta yere sermiş namaza durmakta… Kısa bir süre sonra Tahran yolcularını çağırıyorlar 204 numaralı kapıya…
İran’a giderken en ufak bir önyargı bile taşımıyordum; son derece isteyerek, yıllar boyu doğru zamanı kollamaya çalışarak ve en sonunda bu isteğime uzun zamandır benimle ortak olmuş sevgili “Maria Dolores (Loles)” ile uygun zamanlarımızı uyuşturarak çıktık yola… Batının vermiş olduğu klişe oryantalist korkular ülkeye ayak basıp bir süre vakit geçirene kadar Loles’i bir miktar sarmıştı ancak döndüğümüzde izlenimlerimiz hemen hemen “tamamıyla” örtüşecekti…
En sonunda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim; İran’ı hiç sevmedim, nereye baksam bir eksiklik gördüm; sanki tuzu unutulmuş bir yemek ya da içinden birkaç ton eksilmiş bir gökkuşağı gibi… Aslında tam da kelime bu; “renk” eksikti İran’da… İçinden geldiği gibi gülemeyen, dans etmesi yasaklanmış insanlar, şarkı söylemesi yasaklanmış kadınlar… Hayatı anlamlı ve zevkli kılan birçok eylemin yasaklı olduğu, birçok şey için tarihin 1979’da durduğu bir ülke…
Her ne kadar “sevmedim” desem de, bu asla “takdir” olgumu engellemez. İran’ın binyıllar boyu sürmüş medeniyet geleneği, köklü ve derin kültürü bizi kendimizden alıp götürdü. Persepolis ve civarındaki diğer ören yerleri (Naqsh-e Rajab, Naqs-e Rostem, Pasargad); her ne kadar önce Büyük İskender’in, daha sonra da onlarca başkasının yağmasına maruz kalsa da; hala olağanüstüler ve tartışmasız seyahatin ana amacıydı oralarda gezinmek… Ancak bizim için gezinin en büyük sürprizi “insan faktörü” oldu. Açıkçası orada da Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında karşılaştığımız genel tavır (hemen laubali olan bir samimiyet) hakim olacak diye düşünüyordum ancak bu konuda son derece yanılmış olduğumu memnuniyetle gördüm! Gerçekten belli bir sınırı koruyarak, gerçek anlamda samimi olabilen, son derece yardımsever insanlardı yolumuzda karşımıza çıkanlar… Tipik şekilde nereden geldiğimizi soranlar; “İspanya ve Türkiye” deyince, gülümseyip, içtenlikle “welcome to İran” diye cevaplayanlar. Hayatımda başka hiçbir coğrafyada kendimi İran’da hissettiğim kadar güvende hissetmedim ki bu benim için son derece önemli bir kriterdir…
Şimdi tekrar yolculuğun en başına geri dönelim: Uçağın içine girdikten sonra bira siparişleri devam ediyor, ancak uçaktaki kadınları görünce küçük dilimi ısırıyorum! Malum olduğu üzere, İran “kadına” belli bir kıyafet zorunluluğu uyguluyor 1979’dan bu yana… Biz tam olarak ne giyeceğimizi kestiremediğimiz ve tabi ki duruma göre düzülmüş bir gardrobumuz olmadığı için, tüm yolculuğumuz boyunca “temizlikçi kadın karizması” şeklinde dolaşıyoruz. Tabi nereden bilecektik ki; bir kere kalçaları örten uzunlukta bir üst giydikten sonra pantolonlar istediği kadar bacaklara yapışan cinsten olabilir. Açıkçası kadını olsun, erkeği olsun ben hayatımda hiçbir ülkede bu kadar “slim-fit” giyinen insanı bir arada görmedim! Kozmetik sektörünün en çok iş yaptığı ülkenin İran olduğu herkesçe bilinen bir efsanedir ancak o da ne! Bu ne makyaj, bu ne celal??? Tahran’da özellikle gezdiğimiz modern tarz bir alışveriş merkezinde rehberimizin “kaçak olduğu için her yerden daha ucuzdur” dediği parfüm – kozmetik vb ürünler hakikaten de daha hesaplıydı… Sonuç: Bazı İranlı kadınlar hayatımda gördüğüm en çekici ve kendine en iyi bakan hemcinslerim!
Ancak o güzel hemcinslerim uçak Tahran İmam Humeyni Havalimanına alçalmaya başladığı anda başörtülerini takıp en edepli görünümlerine büründüler… Bu da çokça anlatılan bir efsane olduğu için, gözlerimizin önünde (bizim de katıldığımız) bir eyleme dönüşmesi benden çok Loles’i etkiliyor… Habire bana “Bir kadının saçını göstermesinin nesi kötü?” diye sorup duruyor… yani ne cevap vereyim ki buna? İniyoruz, hareketlerimiz son derece ölçülü bir şekilde… Yapım itibariyle çok hareketli bir insan olmam nedeniyle başörtüm kafamdan düşmesin diye devamlı başıma iki tokayla sabitliyorum… İranlı kadınlar buna bir çare bulmuşlar; tam kafanın arkasına saçı iyice yukarı kaldırıp başörtüye destek olacak şekilde taç benzeri bir toka takıyorlar ve kafanın yarısından başlayıp bu köprü-taç-tokanın üzerinden aşağı salınır halde bırakıyorlar örtüyü…! Bu onlara son derece zarif bir görünüm kazandırıyor… Mesaj açık; “Biz bunu kafamızdan çıkarmaya hazırız…”
2005 yılında hizmete giren İmam Humeyni Uluslararası Havalimanı şehrin 30km güneyinde, oldukça modern bir kompleks. Bizi burada gezimiz boyunca bize eşlik edecek yerel rehberimiz karşılıyor. Gecenin oldukça geç bir vakti, hemen saatlerimizi 1,5 saat ileri alıyoruz; iyice geç oluyor! Havaalanından şehre kadar üçer şerit gidiş – gelişli son derece güzel bir otoban var, tamamıyla kendi imkanlarıyla yapmışlar. Alandan çıktıktan 10 dakika kadar sonra İmam Humeyni’nin bitmeyen mezarıyla karşılaşıyoruz. İnşası 3 Haziran 1989’da Humeyni öldükten sonra başlıyor ve hala devam etmekte. Bittiğinde, 20km2 üzerine yayılmış; İslami Araştırmalar Üniversitesi, Seminer Merkezi, Kültürel ve Turistik Merkez, Alışveriş Merkezi, 20000 araçlık bir otopark gibi birimlere sahip son derece büyük bir yapılar topluluğu olacak. İran Hükümetinin bu proje için ayırmış olduğu bütçe 2 Milyar Dolar!
Günler sonra rehberimiz bize, burayla ilgili son derece manidar bir şey anlatacaktı. Uzun süren yapım çalışması boyunca, bu büyük alanı kontrol etmeye gelen görevli ya da polis olmadığı için arabasına atlayan İran’lı aileler gelip burada tatil günlerini piknik yaparak ve çadır kurup biraz temiz hava alarak değerlendirmeye başlamışlar. Kısa zamanda bu çadır kuranlar kervanına köşede kıyıda ilk cinsel deneyimlerini yaşama hevesinde olan gençler de katılmış. Olay ayyuka çıkınca büyük bir polis baskısı gelmiş ve her yere kamp kurmak yasaktır tabelası asmışlar! Ne garip ironi, ilk aşk yaptığın yer: “Humeyni’nin Mezarı”…!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

14 Kasım 2012 Çarşamba

AŞURA’YA HAZIRLANAN YEZD ŞEHRİ


Muharrem ayının 10’uncu günüydü. Yavaşça yüzünü yıkadı ve aynada yansıyan suretine baktı. Bakışları tamamen boştu, birazdan parçası olacağı eylemi düşündü, zaten ötesini düşünmek için çok gençti… Ancak ötesi çoook uzun yüzyıllar öncesine dayanmaktaydı, onun anlayamayacağı kadar uzak ve kadim zamanlara gitmekteydi…
En az 3000 yıllık bir geçmişi vardı yaşadığı şehrin, Medler tarafından kurulmuştu ve bilinen ilk adı “Ysatis”ti. Çıplak bir ova üzerinde inşa edilmişti şehir ancak çölün ortasındaydı ve denizden yüksekliği 1300 metreydi… Tüm çöl kentleri gibi gizemli bir yalnızlığı ve kendine özgü benzersiz bir görünümü vardı. Tüm binalar çöl kumunun sarı tonuyla uyumluydu ve bu ona huzur verici bir karakter kazandırıyordu… Issız ve yol güzergahlarından uzak konumu, fazla bir tahribata uğramamasını sağlamıştı.
“Aşure yemekle olmuyor bu işler…!” diye hiddetle çıkışmıştı hocası, tek tek gözlerinin içine bakarak her bir öğrencinin. Muharrem ayının 10’uncu günü yaklaşmaktaydı ve Yezd sokakları çoktan yeşil, siyah ve kırmızı bayraklarla donatılmıştı. Ne kadar acı çektiklerini, ne kadar bağlı olduklarını İmam’larına, göstermek istiyorlardı besbelli. Yezd, tarihi boyunca hangi inanca sahip olursa olsun, o inancın merkezi, o inancın yılmaz bir neferi konumunda olmuştu… Bu yüzdendir ki bugünkü adını kutsallık ve lütuf anlamına gelen “Yazdan” kelimesinden aldığını söyleyenler de az değildi… Hatta dini yapıların çokluğu nedeniyle “Darü’l İbade (İbadet Evi)” olarak da anılırdı. Oysa aynada aksini izleyen genç, tüm bunlardan bihaberdi. Birazdan başına siyah şeridi bağlayacak ve dışarı fırlayacaktı ve hatta belki de büyüklerini taklit ederek ve hocasının sözüne uyarak kendini zincirleyecekti, kanını akıtacaktı…
Bazıları da derler ki; İran topraklarına İslam dini ulaşmazdan önceki son büyük krallık olan Sasani hakimiyeti sırasında hükümdar olan Yazdegerd’e ithafen “Yezd” olarak değiştirilmişti şehrin ismi. O zamanlar Zerdüştçülük merkezi idi şehir ve sakinleri yine çok katı idi inanç konusunda. Beş asırdan fazladır hiç sönmeyen ateş en sonunda buraya getirilmişti ve Ateş Tapınağına konmuştu. Aslında İran’daki tüm Cuma Camileri Ateş Tapınakları üzerine inşa edilmişti. İnanç oradaydı hep… Sadece isim ve biçim değiştirmişti…
Zerdüştçüler insan bedeninin öldükten sonra asla toprağı kirletmemesi gerektiğine inanıyorlardı, o yüzdendir ki şehrin girişindeki tepelerin eteklerinde ve üzerinde ölüler için tören düzenlemek üzere “Sessizlik Kuleleri” adını verdikleri bir kompleks kurmuşlardı. Önce tepelerin eteklerinde cenaze töreni yapılır ve sonra ölü beden tepeler üzerindeki taşa bırakılırdı. Ölüm sessizliği içindeki yere kan kokusunu alan akbabalar hemen gelir ve derhal bedeni parçalarlardı. Geriye kalan kemikler ise bir çukura atılırdı… Kemikler toprağı kirletmezdi, oysa kan kirletirdi…
“Aşura” dedikleri olayı anmaya hazırlanıyordu Yezd Halkı… Kan dökülmüştü yere bundan yüzyıllar önce Kerbela’da ve kirletilmişti toprak Muharrem ayının 10’unda, Hicri Takvimin 61’inci yılı (10 Ekim 680)… Üçüncü İmamları Hüseyin bin Ali öldürülmüştü Emeviler ve Kureyş Kabileleri tarafından… İmam Hüseyin’e yardım etmek için hiçbir şey yapamamışlardı ve bu yüzden acı çekmeleri gerekiyordu…
Oysa bir zamanlar acı çekmekten çok uzaktı Yezd. 642 yılında Arapların eline geçtikten sonra Orta Asya ve Hindistan’a uzanan kervan yolları üzerinde önemli bir kent konumuna gelmişti. Özellikle ipekli dokumaları, halı ve kilimleri dillere destandı. Öyle ki, şehri 1272 yılında ziyaret eden Marco Polo bile şehrin ipekli dokumalarından ve önemli bir ticaret merkezi olduğundan bahsetmiş. Çöl coğrafyasında yaşayanlara hayat enerjisini verecek su ihtiyacını ise yakındaki Şir Kuh Dağlarından “Qanat” adını verdikleri yeraltı sulama sistemi ile sağlamışlar. 45 km. uzunluğundaki bu su sistemi evlerden de geçirilir ve geçtiği yer soğukluk odası olarak kullanılarak yiyecekler de burada depo edilir ve bozulmadan korunması sağlanırmış. Yine çölün bu aşırı sıcağına karşı bir soğutma sistemi olan ve “Bad-Gir” adını verdikleri rüzgar kulelerinin mucidi de Yezd’liler olmuşlar. Badgirler çölün sıcak rüzgarını belirli bir açıyla içeri alıp, evin alt bölümlerine kadar soğutan yüksek baca sistemiymiş. Görünüşte zeminle aynı seviyede olsalar da merdivenle yerin metrelerce altına inilir ve buradaki tanklarda bulunan su, kendi kendini soğutan bir sistemle korunurmuş. Öyle ki; çöl ikliminde dondurucu geçen kış gecelerinde suyun tamamen donduğu ve yaz için korunduğu bile olurmuş…
Oysa Muharrem ayının 10’uncu günü Badgirlerin üzerinde bile yeşil, siyah ve kırmızı bayraklar vardı… Yeşil İslam içindi, siyah cenaze ve kırmızı ise dökülen kan için… İmam Hüseyin’in mazlumiyetini ve yaralanmasını yaşayacaklardı birazdan hep beraber. “Tekiye” adını verdikleri tek eyvanlı, üç köşesi duvarlarla kapalı meydanlarda toplanacaklardı. Burada yıl boyunca çıplak bir biçimde duran ahşaptan yapılmış ve ölümü çağrıştıran şişko bir servi ağacı şeklinde biçimlendirilmiş “nakhl” dedikleri aracın yanlarını önce siyah örtü ile kapatacaklar ve sembolik olarak onu Hüseyin’in tabutu haline getirdikten sonra onlarcası bu aracı sırtlayarak meydan etrafında dolaştıracaklardı…
Hocasının dediklerini hatırladı; “Cihad alanına girinceye kadar, o aşk tufanına kendini verinceye kadar bir insanı nasıl eğiteceksiniz? İmam Hüseyin için acı çekmesi ve kendini feda etmesini, bunun korkulacak değil tersine zevk dolu ruhu coşturan bir yol ve kutsal bir amaç olduğunu nasıl yaşayıp anlayacaksınız?” Sorgulamadı hocasının dediklerini, nasıl sorgulayacaktı ki? Adı üzerinde; İNANÇ… İnanç, inanmaktan çıkardı sorgulandığı anda… Hiç düşünmeden uygulayacaktı hocasının dediklerini!
Son kez çarptı suyu yüzüne. Artık hazırdı, Tekiyeye gidecek ve nakhl altında saf tutacak neferlerden biri de O olacaktı. Aynada tekrar kendine baktı ve usulca fısıldadı; “Lailaheillallah Muhammedun Resullullah” ve Şiiliğinin onuruyla ekledi “ve Aliyyun Veliyyu…” Muharrem ayının 10’uncu günüydü…
“Ve Allah yolunda infak ediniz. Ve kendi nefislerinizi tehlikeye düşürmeyiniz. Ve ihsanda bulununuz. Şüphe yok ki Allah Teala Muhsin olanları sever.” Bakara, 195

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK