17 Haziran 2013 Pazartesi

DİRENİŞ TEMALI, KITALARARASI İSTANBUL GECE TURU…!

Konaklama: Sokaklarda
Öğün: Sabahın ilk saatlerinde kendi imkanlarınızla makineden satın alacağınız Çizi ve meyve suyu… (Unutmayın, o saatlerde hiçbir yer açık olmayacaktır. İsterseniz uyanık davranıp yanınızda kumanya getirebilirsiniz)
Tur Lideri: Çapulcular
Ücret: Bedava
Tura gelmeden yanınızda getirmenizi önerdiklerimiz: Gaz maskesi, baret, talcidli / sütlü solüsyon ve o güzel mizacınız...

Gecenin bir yarısında, arkadaşım ağır hasta olmasına rağmen;  “Ben yerimde duramıyorum, yürüyüşe çıkalım mı?” diye sorduğunda telefonda, hiç tereddütsüz: “Hemen hazırlanıyorum” diye cevapladım onu. Daha Zagreb’den yeni dönmüştüm yurda, ayağımın tozu tazeydi ancak teklif de çok cazipti! Muhteşem bir gece turu olacaktı bu, hem televizyonda aynen bizim gibi gün batımından itibaren akın akın sokağa çıkmış kalabalıklardan bahsediliyordu! Dudullu’dan, Sarıgazi’den çıkmışlardı yola, E5’te insan seli oluşturdukları söyleniyordu. Onlara katılabilirdik biz de! İki arkadaşımızı daha aradık ve onlar da gecenin 01:30’u olmasına rağmen heyecanla yanımızda olmak istediler. Bu turun tematik bir özelliği vardı: Direniş! Hedefimiz de direnişimizi kıtadan kıtaya taşımaktı… Bu yüzdendir ki Boğaziçi Köprüsü’nü kullanmamız gerekiyordu. Ancak bu hiç de kolay olmayacaktı çünkü tonlarca polis memuru ve jandarma eri bizleri beklemekteydi!

Sosyal medyada üstüne basa basa Söğütlüçeşme geçişinin kapatıldığı yazıyordu. Biz de çaresiz önce arabayla Altunizade’nin oradaki köprü girişine yaklaşacak ve sonra müsait bir  yerde arabayı bırakıp geri kalan 9 kilometreyi yürüyecektik. İtiraf edeyim ki arabanın arkasında ilk ses bombası patlatıldığında koltuğumda zıpladığımı hissettim! Ben ki ilk gençliğimden beri koskoca Vietnam Savaşı’nı söyledikleri güzel şarkılarla bitireceklerine inanan bir neslin müziğini dinleye dinleye gelmişim bu günlere, ses bombasına hayli hazırlıksızdım! Ancak gecenin sonunda adeta Rambo’ya dönüşecektim, hatta yol ortasındaki çifte refüj üzerinden bir harekette atladığımı görünce ağzı açık kalan o adam kadar ben de şaşmıştım bunu yapabildiğime…

Arabayı park edip, “Ocean’s 12” filminin afişindeki gibi bir dizilişle yürümeye başlıyoruz. Anında gaz! Yahu bir bekleseydiniz, öyle haber vermeden birinci dakikada attınız gazı! İstanbul’da son iki haftadır en iyi iş yapanlar seyyar gaz maskesi satıcılarıydı, ben de şükür ki yanıma tura gitmeden önce direndiğim günlerde kullandığım maskeyi almıştım ancak artık herkesin çok iyi bildiği gibi gözlerim, içim yanmaya başlamıştı…
Neden yürüyordum ki ben? Çoluğum çocuğum yoktu daha güzel bir dünya umudunu bırakacağım, var etmeyi de düşünmüyordum. Geçtiğimiz yılın tam 225 gününü yurt dışında geçirmiştim. Uzun zamandır yurt dışına attığım her adımda “oh şükür” diyordum! Hiçbir zaman cemaat insanı olmamıştım… Sadece çok nadir zamanlarda yürüyüşlere katılmıştım; Sivas Katliamı, Uğur Mumcu’nun ölümü gibi… Gezi direnişinin ise ilk anından beri yanında bulunmuştum.

İlk gaz şokunu atlattıktan sonra sloganlar atarak köprü bağlantı yolundan giriyor ve yürüyüşe başlıyoruz, topluluğa karışıyoruz biz de. İleride bir polis barikatı var ancak öncesinde jandarmanın tazyikli su ile “hoş geldiniz, sefalar getirdiniz” karşılamalarına maruz kalıyoruz. Mevsim yaz olsa da ıslanmak pek de işimize gelmeyecek, o yüzden yol kenarındaki yeni çim ekilmiş tepeliğe doğru kaçıyoruz. Eğimli zemin üzerinde bir yandan da ilerliyoruz, kafamız ağaç dallarına çarpmasın diye de iyice eğiliyoruz. O an o kadar hızlı gelişiyor ki, daha sonra olayları kafamda tekrar yaşadığımda belki saliselerden daha da küçük zaman birimlerinde aklımdan “Platoon” ve “Apocalypse Now” filmlerinden sahneler geçirdiğimi söylüyor zihnim. Jandarmayı balçıklı yamaçtan seri adımlarla geçerek atlattıktan sonra polis barikatına varıyoruz ve her taraftan gazlar gelmeye başlıyor…

Yanımdaki insanların hiçbiri yıllar boyu tanıdığım insanlar değil, hatta en eskisini sadece son bir yıldır tanıyorum. Ancak her geri çekilmeden, ileri koşmadan, TOMA’nın yerine göre refüj üzerinden geçerek şerit değiştirme eylemlerinden sonra birbirimizi arıyoruz, kenetleniyoruz, bir dakika olsun kopmuyoruz birbirimizden ve bu tematik gece turunun sonuna kadar da ayrılmıyoruz. Düşersem kaldıracaklar biliyorum, düşerlerse elimi uzatacağım, eminim!
Biraz çözülüyoruz önce, gaz çok etkili. Sonra “dağılmayın dağılmayın” diyenlerin sesleri kendimize getiriyor hepimizi. “Biz saatlerdir Dudullu’dan, Sarıgazi’den geri dönmek için yürümedik” diye haykırıyordu içlerinden biri… Gözlerinde isyan vardı, umut vardı, yalvarışa benzeyen çok karmaşık bir ifade vardı! Yanında, kulağındaki “akbiliyle” köpek Garip vardı, eminim ki onun da söyleyeceği çok şey vardı. Ancak onun gözündeki ifade çok kararlıydı ve en sonunda 25 kilometrelik destansı yürüyüşünü tamamlayacaktı!

Neden yürüyorlardı? Bugüne kadar sessiz kalmışlardı… Daha iyi bir dünya bırakmayı düşündükleri çocukları var mıydı?

Köprünün ayağı hayli yakınımızdaydı ancak polis barikatı daha da yakındı. Birden biri kalabalığı yararak geldi, bağırıyordu “Hamile var yolu açın” diyerek. Sanki Musa’nın Kızıl Denizi ortadan ikiye yaran bastonu değmişçesine yarıldı kalabalık. Bu kadar duyarlı, bu kadar vicdanlılardı…

Yürüyorlardı çünkü bıçak kemiğe dayanmıştı, yürüyorduk çünkü gazdan biraz kaçsak da artık korkmuyorduk! Yürüyordum, çünkü tüm dünyayı evim kabul etsem de, mantığım, yüreğim çoktan tüm sınırları aşmış olsa da, bayrakların ötesinde bir dünya insanı olsam da, kökenlerim buradaydı ve kökenlerimin olduğu yerde özgür yaşamak istiyordum! Bundan sonra büyüyecek ya da dünyaya yeni gelecek her bireyin de aynı şekilde özgür olmasını istiyordum. Belki de ütopik biçimde “dünyayı güzelliğin kurtaracağına” inandığım için yürüyordum. Bu yüzden bu kadar önemliydi bu yürüyüşü kıtalararasına taşımak, çok değerli bir semboldü bizim için köprü aşmak! Yürüyordum çünkü kurtarılmak istenen ağaçlardı bu yürüyüşün kaynağı. Yürüyordum çünkü yoldaşlarımın hepsi gönüllü katılmışlardı. Parti, siyasi görüş, din sömürüsü, ucuz propaganda değildi; özgürlüklerdi savunulan, pasifti direniş…

Bilmem kaç biber gazı attılar, ancak bir taşkın hareket bile yapmadı kalabalık. Hatta üzerlerine tonlarca su sıkılırken bile jandarmaya “en büyük asker bizim asker” diye tezahürat yapacak kadar nüktedanlardı. Son barikata geldiğimizde “sessiz, sessiz” diye bağırışlar geldi, çıt çıkarmadan, tamamen barışçıl bir şekilde polise yaklaştı kalabalık, önce bırakacaklar sandık ve sonra “pat” ve o bildik duman!

O arada biz çılgın 4’lü Beylerbeyi bağlantı yoluna inerek karşı tarafa geçtik, sağımda birkaç metre ötemde onlarca polis vardı ve üzerimize yukarıdan gaz atmalarını beklerken bizi hayal kırıklığına uğrattılar ve biraz öncesine kadar sanki haşereymişiz gibi gazlarlarken, şimdi aradan sıvışırken gazlamaya değer bulmamış olmaları açıkçası biraz da içimi burmuştu!

Sonunda köprüdeydik, herkes hatıra fotoğrafı çektiriyordu… Dile kolay, yıllar yılı TV’de gördüğümüz, ancak popomuzu kaldırıp bir şahsen katılamadığımız maratonda geçilen köprüyü şimdi hayli marjinal bir şekilde aşıyorduk. Karşı taraftan gelen dünya tatlısı bir teyzemiz durup elindeki iki bareti, bir torba dolusu gaz maskesi ve ilacı tutuşturuyor elimize: “Ben şimdi Divan Oteli’nden dönüyorum, bunlara artık ihtiyacım yok” diyor ve şans diliyor bize. Belki yeterince teatral değil ancak gözlerimi yaşartan bir devir teslimi oluyor bu benim için… Tıpkı karşı istikametten gelen arabalardan duyulan tempolu korna sesleri ve adeta ters yönde olmanın izahını yapmak istercesine “Biz sabahtan beri oradaydık, çok yorulduk artık, dönüyoruz” sözleri.

Bu özgürlüklerle ilgili bir direnişti, hissiyatını 29-30-31 Mayıs akşamlarında ve 31 Mayıs’ı 1 Haziran’a bağlayan şafakta yapılan ani baskından sonraki karışıklık ortamı durulduktan sonraki ilk günlerde oraya hakim olan şenlik havasını gidip görmeyenlerin tam olarak anlaması mümkün değildi. Bu bambaşka bir şeydi, içinde kötülük, taşkınlık, ucuz hesaplar barındırmayan… Anlatması çok zordu çünkü anlamak için sadece vicdan ve sonra da sağduyu gerekliydi…


Yürüdük köprü boyunca, içim cız etti bir an, son derece özel bir duyguydu. Bu satırları hala okumaya devam edenler zaten biliyorlardı her şey nasıl başlamıştı. Bu yürüyüşe bizi hazırlayan son 11 yılda yaşananları. Bunları burada tekrar mevzu bahis etmeyeceğim lakin baştan beri bir yol hikayesiydi bu… Köprü boyunca atılan adımlar özeldi benim için, köprüler birleştiricidir, engelleri kaldırıcıdır, attığım her adımda düzen değişiyordu, her bir adım iyilikti, güzellikti…

En sonunda Mecidiyeköy’e gelmiştik, önce o korkutucu ses bombası ve ardından haşere ilacımız…! Evet o gün sabah saatlerinde böcekler gibi dağıtılmıştık çünkü karşımızda kamyonlar dolusu jandarma, otobüsler dolusu polis vardı. Hatta bir tanesi hızla köşeden karşımıza çıktı, son derece çevik bir şekilde nişan aldı ve gaz bombasını tam da üzerimize doğru ateşledi… Elinde taş bile olmayan, dilinde sadece şarkılar olan bizden korkmuş muydu o da?

O gün orada en sonunda dağıldık ancak önemli değildi, saatlerce tek yürek yürümüş, köprüler aşmıştık… Benim için 15 Haziran’ı 16’sına bağlayan gece Don Kişot’un Küçük Prens’i elinden tutup “Hadi gel, dünyayı değiştirelim” dediği geceydi…


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

"Bu iyi niyetli yazıyı Gezi Direnişi'nde hayatını kaybeden tüm o güzel insanlara ithaf ediyorum..."

“In loyalty to their kind
they cannot tolerate our minds.
In loyalty to our kind
We cannot tolerate their obstraction.”




John Wyndam’ın “Krizalitler” adlı kitabında birkaç bin yıl sonrasının dünyasında geçen bir hikaye anlatılır. İnançların farklılaştığı bu yeni toplumda artık normal olmayan her türlü fiziki mutasyonu felaket habercisi olarak kabul etmektedirler. Ancak bilmedikleri şey bazı gençlerin telepatik güçler geliştirerek “anormalliğe” yeni bir boyut kazandırmış olmalarıdır. Bu sırları açığa çıkınca gençler öldürülmemek için kaçarlar. Kaçış süresince çeşitli maceralar yaşayacaklar, kendi ve dünyalarının geçmişleriyle ilgili büyük sırları keşfedecekler ve yeni bir uygarlıkla tanışacaklardır. (1955)