15 Mayıs 2012 Salı

HER İNSANIN ABD’DE BİR UZUN YOLCULUK YAPMASI LAZIM…! BÖLÜM 2


MONTEREY VE 1967 POP FESTİVALİ
…yola çıkıyoruz arabayla Los Angeles’tan… Öyle bir heyecanım, o kadar karışık duygularım var ki! Burada başlamamıştı hiçbir şey; hayatımda yaşadığım her şey sıra dışıydı… Aslında sıradan olması için uğraşmıştım ancak kaderim farklıydı! Artı, kadere karşı çıkacak gücüm yoktu ve hiçbir zaman pişman olmadım bu acizliğimden!
Önce bir plak geliyor aklıma, 14 yaşımda elime alıp dinlediğim bir plak…! Üzerinde “Three Days of Music and Peace (Müzik ve Barışla Dolu 3 Gün)” yazıyor… Tüm dünyanın ortak dili olan müzikle daha güzel bir başlık kombinasyonu düşünebilir miydim? Sanırım HAYIR…! Dikkatle dinledim plağı, ki bunu; takip eden günler, aylar ve yıllar boyunca hep yapacaktım… Zaman içinde kendimde oluşturduğum hissiyat; aslında oralara gitmiş, o dönemlerde yaşamış olma sanısıydı! Ve hemen başka bir anı düşüyor aklıma; “2400 Fulton Street” adlı CD’nin açıklama broşüründe ünlü bir aktörün “Eğer 60ları hatırlayabiliyorsanız GERÇEKTEN orada değildiniz” deyişi…! Daha CD’ler çok yeniydi ve ortaokul harçlığımızla orijinallerine paramız yetmediği için Akmar Pasajı’ndaki Zihni Abi’den kopyalarını yaptırırdık… Hatta CD’den önce kaset vardı! “Abi, bak; Saturday Afternoon / Won’t You Try”ın olduğu albümü istiyorum ben, ne olur yap bana bir tane! Sonraları, harici diskte on binlerce şarkı depolarken, yıllarca atmaya kıyamadığım ve tozlarını aldığım bu kasetleri en sonunda kendimi ikna edip “uzaklaştırdığımda” hissettiğim o derin acı…!
Bir gün önceki inanılmaz uzun yolculuğun ve saat farkının etkileri iyice üzerime çöküyor. Öğleden sonra 16.00 civarı yola çıkmışız Monterey’e doğru. Tüm sabah boyunca Los Angeles ve civarını gezmişiz. Önümüzde 500km’lik bir yol var. Evdeki hesap çarşıya uymamış ve direksiyonun başında gözlerim kapanmakta… Filomen ısrarla yol üzerinde başka bir otelde kalmayı öneriyor Monterey’ deki otel rezervasyonumuzu yakarak! Nasıl yapabilirim ki böyle bir şey? İlk gençlik yıllarımdan beri burada olmak istemişim; durmak, okyanusa doğru dönmek ve uzun uzun bakmak…! “Ne olur gidelim” diyorum, “söz, çok yorulursam dediğini yaparız”! Benzin almak için durduğumuz yerde içtiğim kahve birden bana önleyemediğim, taşkın bir neşe veriyor ve bu gazla bastığım pedal bizi GPS aletinin ön gördüğü zamandan ve araba kabak olmadan önce atıyor Monterey kıyılarına…!

...1967, Haziran ayı... "Summer of Love" ve Amerika'nın bugüne kadar çıkardığı en büyük efsane ve insani dönem burada başlamak üzere! Aslında her ne kadar bu fenomenin merkezi San Francisco, Haight- Ashbury olsa da, bu kocaman boş alana baktığım anda binlerce güzel ve saf insan canlanıyor gözümün önünde! Hepsinin politik bir duruşu var, savaşa karşı olan… Duygularını açıkça ifade etmek ve yaşamak istiyorlar. Yaratıcılar, biraz da uyuşturucunun etkisiyle bir daha benzeri asla üretilemeyecek eserler veriyorlar. Rahatça sevişiyorlar ve Vietnam Savaşı’na asker değil onlar gibi müzik gruplarını gönderseler durumu hemen düzelteceklerini haykırıyorlar…! Oysa hayatın gerçekleri asla LSD’nin ilham verdiği gerçeklerle örtüşemezdi… ve örtüşmedi de!
Ancak o gün orada, Monterey County Fairgrounds alanında toplanmış on binlerce insanın aklında ne daha sonra sahip olacakları çocuklar, ne de ödemek zorunda kalacakları faturalar vardı… Oradaydılar, çünkü kendi özgür iradeleriyle orada olmak istiyorlardı. 16 Haziran’dan 18 Haziran’a kadar üç gün boyunca süren bu efsanevi festival daha nicelerine örnek teşkil edecekti..! O gün orada toplanmış olan on binlerce insan, tüm içten duygularıyla müziğin insanları değiştireceğine, sevgiyi ve barışı getireceğine inanıyorlardı! Bu inançla, orada yıllar boyunca unutulmayacak bir ortam içerisinde müthiş samimi, sağlam ruhlu bir hissiyat yarattılar! Öyle bir hissiyat ve ruh ki, insanoğlunun bunlara her dönemde ihtiyacı olacaktı…
Monterey aslında 1958’den beri düzenlenen Jazz Festivali ve Folk Festivali ile bu tür organizasyonlara alışık bir şehirdi. Pop Festivali ise Dunhill Records prodüktörü Lou Adler,  Mamas and Papas’ın John Phillips’i ve Alan Praiser tarafından yedi haftada planlandı. En önemli amaç, aynen jazz ve folk müzik dalları gibi, “rock” müziğin de sanatsal yönünü geliştirip “rock”u bir “genre/tür” olarak meşrulaştırmaktı. Festival öncesi The Monterey Pop Foundation adlı bir dernek kurulmuş ve festivalin tüm geliri bu derneğe bağışlanmıştı… (Halen festivalle ilgili materyal satışından elde edilen gelir çeşitli kurumlara bağışlanıyor.) Bu güzel organizasyonun ruhuna uygun olarak sahneye çıkıp şarkı söyleyen kimse para almamıştı! (Tüm öğleden sonrayı sitarıyla renklendiren Ravi Shankar’a ödenen 3000USD hariç.) 1967, Summer of Love yazı sonrasında hiçbir yaz, bu günlerin naifliğine ulaşamayacaktı… İki yıl sonra düzenlenen Woodstock’ın bile belli ticari kaygıları olacaktı!
Neler olmamıştı ki? Paul McCartney’in tüm hevesine ve ısrarlarına rağmen, bir yıl önce artık müzikleri canlı performans vermek için fazla kompleks hale gelmiş olan The Beatles’ın diğer elemanları olaya sıcak bakmadılar ve tüm beklentilere rağmen sahne almadılar… The Beach Boys’un hit olması beklenen performansı iptal edilmişti; bunun birinci nedeni olarak Carl Wilson’un Vietnam Savaşına katılmayı reddedişi ve bu yüzden yetkililerle başının belada olması; ikinci olarak da, yeni radikal albümleri Smile’ın henüz tamamlanmamasından ötürü Brian Wilson’ın grupla beraber eski şarkılardan oluşacak bir performansın seyirciler için uygun olmayacağını düşünmesinden ötürü duyduğu kaygı ve depresyondu…
The Kinks’e “Amerikan Müzisyenleri Federasyon”u ile anlaşmazlıklarından ötürü vize verilmemişti… Donovan’a ise uyuşturucudan ötürü vize verilmediği için katılamadılar… The Doors’un yaptığı müzik festivalin ruhuna uymadığı için (sevgi ve barış), onlara teklif bile götürülmemişti!!! (Hemen bu noktada şunu da eklemek isterim “There are things known and things unknown and in between are The Doors” bir de “Rolling Stones uçmak isteyenler, The Doors ise zaten uçmuş olanlar içindi” ;)))
Ancak sahneye çıkanlar da çık(a)mayanları aratmamıştı…! Big Brother and The Holding Company adlı grubun vokalisti olarak ilk defa büyük bir sahne performansı veren Janis Joplin, sesiyle herkesi büyülemişti. Elindeki “Southern Comfort” şişesiyle birçoğunun aklında yıllarca yer edecekti ve “Ball and Chain” yorumu asla unutulamyacaktı! 
Uzun yıllardır gönlümün yıldızı olan Jefferson Airplane’in de büyük bir seyirci kitlesine ilk defa seslenişiydi ve performansları sonrası artık ünlü bir gruptu! Hayatta en çok isteyeceğim şey; aslında asla çocuklar için olmayan ve içinde uyuşturucu ile ilgili birçok öğe barındıran “Alis Harikalar Diyarında”dan esinlenerek yazılmış olan “White Rabbit”i sahnede canlı dinlemek olurdu! Ancak o dönemde Janis Joplin ile birlikte rock müzik söyleyen bir diğer bayan vokalist olan Grace Slick’in eşlik ettiği “High Flying Bird” de unutulmaz yorumlardan biridir benim için…!

Festivalin önemli notlarından biri de beyaz ağırlıklı bir seyirci kitlesi önünde ilk büyük  sınavını veren Otis Redding’di… Her türlü ayırımcılığın karşısındaydı festival! Ve bu ruha uygun olarak seyirci tarafından da coşkuyla karşılanıp alkışlandı! Ancak Festival kendisine bu kadar iyi niyetle yaklaşırken, maalesef hayatın kendisi bu kadar hoşgörülü değildi ve bu güzel yetenek festivalden 6 ay sonra bir uçak kazasında, 26 yaşındayken hayata gözlerini yumdu!

Ravi Shankar, festivalin Amerika ve tüm dünyaya tanıştırdığı bir diğer önemli isimdi. Sitarıyla verdiği dört saatlik performans izleyenleri şaşkına çevirmişti! George Harrison sayesinde sitar ve Ravi Shankar batıda tanınmaya başlanmıştı… (Burada dipnot olarak Ravi Shankar’ın Norah Jones’un babası olduğunu da eklemek isterim.)


Fakat festivalin en çok konuşulan performansları Jimi Hendrix ve The Who’nunkilerdi! Aynı zamanda bu müzisyenler birbiri ardından sahneye çıkmayı karşılıklı olarak reddederek ateşli bir tartışma yaratmışlardı! Jimi Hendrix festivale kadar Amerika’dan çok İngiltere’de tanınıyordu. Müthiş performansı ve “Wild Thing” adlı şarkı sonrasında gitarının üzerine zippo çakmak gazı döküp parçalaması; gitarı adeta kutsal sayan çiçek çocuklarının gözlerini yuvalarından oynatmıştı! Aynı şekilde İngiliz The Who’nun ünlü gitaristi Pete Townshend’in gitarını yere vura çala parçalaması şok etkisi yaratmıştı!

Tüm festival boyunca tek bir olumsuz olay, taşkınlık, uyuşturucu vukuatı vb. görülmemişti! Her şey olması gerektiği gibi olmuştu…! Aynen bu festivalin promosyon şarkısı “San Francisco”da dediği gibi herkes saçına çiçekler takmıştı… Dünya bir daha o kadar güzel olmamıştı!



1 Mayıs 2012 Salı

BÜYÜK BİR SANATÇIYI SON YOLCULUĞUNA UĞURLARKEN…


Üzgünüm… Bir garibim… Şaşkınım… Sanki hepimizin başına geleceğini bilmezmiş gibi… Belki de ünlü ressam Salvador Dali, dediğinde haklıydı; “bizim gibi sıradan insanlar istedikleri zaman ölebilirlerdi, ancak onun gibi büyük sanatçılar sonsuza dek yaşamalılardı!” Büyük bir sanatçıyı yitirdiğimiz zaman hep aynı şeyi hissediyorum: Bu ahir hayatta artık daha da yalnızız...
Çünkü yerlerine gelen “büyük”lerin sayısı çok az… Çünkü ülkemizde “sanatçı” olmak çok kolay ve çok ucuz! İki “sığ” şarkı söyledin mi sanatçısın, üç kare fotoğraf çektin mi “sanatçısın”, herkes sanatçı…! Bu kadar kolay mı gerçekten? Kendine bu kadar “kolay” sanatçı sıfatını yakıştıranların cüretine sadece şaşkınlıkla bakakalıyorum!
Oysa gerçek sanatçıları tanıma fırsatı bulmuş şanslı bir kulum ben! İlk aşkım “tiyatro” her zaman hayatımın vazgeçilmez bir tutkusu olmuştur… Özellikle Haldun Taner Sahnesi ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi, lise ve hatta ortaokul yıllarımızın kutsal mekanları idi, ne güzel oyunlar izledik oralarda! Genco Erkal, Gülriz Sururi, Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Haldun Dormen, Nevra Serezli, Deniz Türkali  gibi “DEV” oyuncularla ilk bu sahnelerde tanıştım, daha sonra yaşım ilerleyip kendi başıma daha çok “karşı” tarafa geçer hale gelince, özel tiyatrolarda da defalarca keyifle izledim Türk Tiyatrosunun dev oyuncularını…!
Ama hayranlıkla izlediğim ve kalbimde ayrı yeri olan bir ikili vardı her zaman; Tilbe Saran ve Cüneyt Türel… Bugün 1 Mayıs 2012 ve biz bugün Cüneyt Türel’i kaybettik… Bugün biz artık biraz daha yalnızız! Üzüntümü kelimelerle anlatamam, mümkün değil!
Onları Şehir Tiyatrolarında çalışırlarken tanıdım; tam 20 yıl önce, 1992’de Moliere’in “Tartuffe” adlı oyunu sahnelenirken! Ne kadroydu ama o! Kimler yoktu ki! Şimdi hiçbiri kalmadı ne yazık ki…! Çünkü nasıl bugün ardı ardına istifalar geliyorsa değerli BELEDİYELERLE kronik olan sürtüşmelerden dolayı; 90’lı yılların ortasında da aynı nedenlerden ötürü SANATÇILAR istifa ediyorlardı…! Nasıl edilmesin ki? Ghepetto Usta’nın bile adını değiştirip “Hacı Baba” yapmaya çalışan bir 21.yy TERS zihniyeti karşısında? Sahnelenecek yabancı oyunların sayısını iyice asgariye indiren, Şehir Tiyatrolarını saçma sapan oyunlarla dolduran yönetmelik değişikliği, SANATIN özüne taban tabana zıt düşmekteydi!
Otuz yılını vermişti Cüneyt Türel, bugün artık tamamen elden gitmesine ramak kalmış olan Şehir Tiyatrolarına… Sonrasında Tilbe Saran ve Işıl Kasapoğlu ile birlikte Aksanat Prodüksiyon Tiyatrosunu kurdular. Burada bu muhteşem ikilinin oynadığı ünlü klasik “Abelard ve Heloise” asla unutamadığım performanslarındandır… Öyle ki, yıllar sonra bu klasikte adı geçen Abelard ve Heloise’ın Paris’teki Pere Lachaise’de mezarlarını ziyaret edecektim!
Türkiye’nin en iyi seslerinden biriydi Cüneyt Türel… Şu an “geçmiş zaman” eki kullanırken bile bir garip oluyorum! Acaba bu çapta büyük bir oyuncu dünyanın gelişmiş bir ülkesinde yaşıyor olsa sadece geçim derdinden, “reklam” seslendiriyor olur muydu? Muhtemelen olmazdı… İşte bu da aslında üzerine çokça düşünülmesi gereken bir konu!
Fernando Krapp Bana Mektup Yazmış, Sevilmek, Kumarbazın Seçimi… Hepsinde mükemmel Türkçesi, zarif kişiliği, dev oyunculuğu ile büyüledi bizi büyük usta… Bu yıl Tiyatro festivalinde yine Tilbe Saran ile beraber sahneleyecekleri “Elin Elimde” adlı oyuna gitmeyi arzu etmiştim; birkaç saat önceye kadar… Birkaç saat önce planlarım değişti… Birkaç saat önce bu dev oyuncuyu sahnede son bir defa görmek ve son yolculuğuna uğurlamak üzere 3 Mayıs 2012 tarihinde, saat 11.00’de Muhsin Ertuğrul Sahnesine gitmeye karar verdim…
Ve o gün kendisine 1994’te sahnede tam 4 defa izlediğim ve asla unutamadığım “Vanya Dayı”nın son repliklerini fısıldayacağım;

'Biz yaşayacağız Vanya Dayı... Biz daha ne uzun günler, geceler geçireceğiz; alnımıza yazılan çileyi sabırla çekeceğiz. Elimiz ağzımız tuttuğu sürece dur durak bilmeden başkaları için çalışıp didineceğiz. Ecel geldiği zaman da usulca öleceğiz. Çok acı çekip gözyaşı döktüğümüzü, çok içimizin yandığını söylediğimizde Tanrı bize acıyacak. Ve seninle ben, sevgili dayıcığım, aydınlık ve güzel bir hayat yaşayacağız. İşte o zaman mutlu olacağız, şimdiki mutsuzluğumuzu hatırlarken gülümseyeceğiz ve huzura ereceğiz.'