20 Ekim 2012 Cumartesi

KOTOR'UN KALDIRIM TAŞLARI (Konuk Yazar Mehmet Uhri'nin Kaleminden)


Daha tur öncesi yaptığımız hazırlık toplantısında "soyadını" aldığı coğrafyayı tanımak istediğinden bahsetti... Mehmet Uhri; kendini aynen şu şekilde tanıtıyor:"..evliyim ve tipik bir kız babasıyım. Mutluluğun başarı ve kazanma ile ilgili olduğuna inanılan bir dünyada, gerçek mutluluğun insana giden yolunu bulmak ve o kapıyı açık tutmak için harfleri ve sözcükleri kullanıyorum. Mesleğine sadık, insana düşkün pek çok hekim gibi önümüze gelen bedenlerin içinde bir de akmakta olan hayat olduğunu, bir şeyleri tedavi etmeye çalışırken, o hayata ve çevresindeki diğer hayatlara da dokunduğumuzu düşünüyorum..."
Dokundu da... Benimle yolunun kesiştiği 10 günlük "Osmanlı'nın İzinde Balkanlar" adlı tematik turdan aklımda kalan en net şey; Uhri ailesinin cana yakınlığı, Mehmet Bey'in her daim pozitif ve güler yüzlü mizacı, hele hele Ohri Gölü'nde tekne ile gezinti yaparken hepimizi duygulandıran, ailece yaptıkları ritüel... Kendisi bu gezi sonrasında "Kotor'un Kaldırım Taşları" adlı bir yazı yazdı ve bu yazı Radikal gazetesinde yayımlandı. Bu yazıyı benim Blog'umda da paylaştığı için kendisine tekrar teşekkür ediyorum ve bu değerli kişinin diğer hikayelerini okumak için internet sitesini takip etmenizi tavsiye ediyorum: http://www.harftamircisi.com/
Keyifle okumanız dileğiyle...

Kotor’un Kaldırım Taşları

Bakmayın öyle yerde sessizce durduğumuza, yaşananların izi hep üzerimizdedir. İnsanların çoğu günün telaşı içinde bizleri fark etmese de hep buradaydık. Yüzlerce yıl gelen geçen onca insan kendilerince çok önemli soru ve sorunlarla birlikte göçüp gittiler, çoğunun kemikleri bile kalmadı ama biz hep buradaydık. Biz kim miyiz?
Bizler Adriyatik denizinin Doğu kıyısında eski Yugoslavya’dan ayrılan Karadağ Cumhuriyeti sınırları içinde kalan ve fiyordu andıran Kotor körfezinin ucundaki Kotor şehrinin bin yıllara direnen kaldırım taşlarıyız. İki bin yılı aşkın tarihinde şehrin dar sokaklarında bizler hep vardık. Önce Balkanların gerçek sahipleri İlliryalılar geldi buralara. Onların dilinde şehrin ilk ismi Acruvium olsa da egemenliğini kabul ettiren Roma ve Venedikliler Cottore-Kotor ismini verdiler. 451 yılında toplanan Kadıköy konsülü ile adı sanı duyulmuş pek çok şehirden önce dini merkez olarak tescillendi ve piskoposluk kuruldu. Turistlerin ilgisini çeken bölgenin en büyük katedrali Aziz Trifun (Sveti Triphon) adıyla de Kotor’da inşa edildi. Kuzeyden gelen Slavların istilası, Balkanların tozunu attırdıysa da teslim olmadı ve günümüzde bile etkisi süren tipik bir Venedik şehri olarak kaldı. Osmanlı egemenliğinde de şehir, donanmanın bölgedeki merkeziydi. Labirenti andıran dar sokaklarında kaybolmanın keyif verdiği Kotor şehrinin birbirinden farklı renk şekil ve boyuttaki kaldırım taşları olarak bizler her şeye şahit olduk. Ticari ve askeri merkez olmanın verdiği zenginliği günümüzde turistik çekiciliği ile sürdüren şehrin kışları 23 bin olan nüfusu özellikle gemilerle gelen turistlerle yaz aylarında yüz bini aşmaktadır. 
Yarıya yakını Karadağlı olan şehir nüfusunun geri kalanını Sırp, Hırvat, Boşnak ve Arnavutlar oluşturmaktadır. Şehrin çekirdeğini oluşturan ve sur içinde kalan eski şehir-Stari Grad’ı inşa edenler zamanında döşeyecek taş bulamayıp ellerinde ne varsa rengine biçimine bakmadan sokaklara döşediler sanmayın. Farklı renk, biçim ve boyuttaki taşlardan döşenmiş sokaklar şehrin renkli kişiliğini yansıtması için seçilmişti. Kıyı kenti olmanın yanı sıra uzun yıllar Venedik egemenliğinde kalmanın da etkisiyle her türden gezgini, farklı ırk ve dinden insanı barındırmıştı. Tarih boyunca hep farklı insanların, uzak kültürlerin bir arada barış içinde yaşadığı şehirlerdendi. Şehri kuranlar ve yaşatanlar yeryüzündeki farklılıkların doğurduğu kültürel zenginliği sezmiş, çatısından sokağına bu zenginliği şehre yansıtmıştı. Kimsenin ötekinin varlığından, dar sokaklarda birbirini görmekten rahatsızlık duymadığı, kimsenin kimseyi değiştirmeye çalışmadığı masalsı kentlerdendi. Her şehirde olduğu gibi zengini, fakiri, yoksulu, arsızı, hırsızı vardı elbet. Bu sokaklar çocukların oyun seslerini, mahallelinin dedikodularını, kavga ve savaşları da gördü, üzerimizde az mı kan döküldü? Kenarımız köşemiz kırılıp dökülse de direndik. Yaşanan güzelliklerin hafızalarda hep tazelenerek kaldığına, kötü anıların ise hızla unutulduğuna, yağmurun olanca şiddeti ile hiç bitmeyecek gibi yağıp sokakları aşındırdığı günlerin ardından güneşin hep açtığına şahit olduk. Bizler Kotor’un kaldırım taşlarıyız. Hep buradaydık.
Bakmayın öyle sesimiz çıkmadığına, kaderimize razıymış gibi durduğumuza. Bu sokaklardan kimler geldi geçti. Rönesans’ın meşhur şairi Giovanni Bona de Boliris burada doğdu ve ilk sonelerini, Rönesans’ın doğurduğu özgürlükler sayesinde hümanizmi müjdeleyen ilk şiirlerini bu şehirde yazdı. Buranın toprağına karıştı. Rönesans’ın getirdiği mimarı anlayış şehri baştanbaşa yenilerken bizleri şehrin sokaklarına döşeyenler özgürlüğü koklamış, yeryüzünün zengin çeşitliliğini fark etmiş denizcilerin çocuklarıydı. Kotor şehrinin deniz yoluyla yeryüzüne açılmasının anlamı üzerine kafa yormuş, farklı ülke insanlarının aynı şehirde bir arada barış içinde yaşamasının farklılıkları kabullenmeden geçtiğini düşünmüşlerdi. Birbirine bitişik iç içe evleri ve dar sokaklarıyla herkesin birbirini görebildiği, gizlenmenin pek olası olmadığı bu alımlı şehri inşa edenler, şehrin sokaklarını farklı renk ve biçimde taşlardan döşeyerek gözlerin bu türden farklılıklara alışmasını amaçlamışlardı. Yüzlerce yıl geçti, o denizcileri hatırlayan oluyor mu bilemeyiz ama yollarına döşedikleri taşlar ve bıraktıkları şehir olduğu gibi duruyor. 
Kabul etmek gerekir ki, yıllar bizleri de hayli aşındırdı. Özellikle şehrin girişinde askerlerin savaş hazırlıkları için toplandığı silahlar meydanındakiler hayli hasar gördük. Eskisi kadar düz zemin oluşturamasak, bir kısmımızın sırtı eskisi kadar parlamasa da renklerimizi yitirmedik. Şehrin koruyucusu Sveti Triphon Katedrali’ne yakın olanlarımız ise her daim genç ve zinde kalmayı başardılar. Görkemli katedralin yanı sıra 12. yüzyılda Sveti Ana ve 13. yüzyılda Sveti Luke gibi hatırı sayılır büyüklükte kiliseleri şehre özenle yerleştirenlerin veba salgınında şifa getirmesi için 15. yüzyılda şifa veren Meryem kilisesini (Gospe od Zdravlya) inşa etmelerine de tanık olduk. Bizler Kotor’un kaldırım taşlarıyız. Bu şehrin insanları gibi birbirimize pek benzemesek de burada bir aradayız. Değişik insanlar gördük; üzerimizde iyisiyle kötüsüyle çok şey yaşandı. Hepsi geldi geçti. Gidenlere lafımız yok ama kalanlara diyeceğimiz var elbet. Bilin ki; gelip geçen herkes özel ve farklı olduğunu düşündü, çoğu hayatı hep kendi penceresinden sorguladı, kendinden farklı olanlara kuşkuyla baktı. Farklılıkların zenginliğini görmeyip her şeyi, herkesi kendi küçük dünyalarına sığdırma uğruna insanlara eziyet edenleri de gördük. Onlar da bu dünyada kalamadı. İşin doğrusunun ne olduğunu iddia edecek değiliz; alt tarafı kaldırım taşıyız. Onlar geçti gitti ama biz olanca renkliliğimiz ve farklılıklarımızla buradayız. Hani olur da yolunuz düşer, şehrin sokaklarını arşınlarsanız her sabah eski şehir meydanında güneş yükselmeden kurulan otantik pazarın peynirlerinin, meşhur kurutulmuş et ve balıklarının tadına bakarak Kotor’u ve insanlarını daha iyi tanıyabilirsiniz. Gitmeden, bizlerden de küçük bir selamı esirgemeyin. Bizler Kotor’un kaldırım taşlarıyız. 
Mehmet Uhri

17 Ekim 2012 Çarşamba

VİYANA ALBERTINA MÜZESİ’NDE SIRA DIŞI BİR SERGİ: İMPARATOR I.MAXIMILIAN VE DÜRER ÇAĞI


16. yüzyıl, nam-ı diğer muhteşem yüzyıl…! Her ne kadar malum dizinin etkisiyle bugünlerde biz bu yüzyılı Osmanlı’nın şanlı çağıyla özdeşleştirsek de aslına bakarsanız bu spesifik dönem Batı’nın da şaha kalktığı son derece önemli bir tarihsel kesittir. 15. yüzyıl boyunca tarihin gidişatını köklü bir şekilde değiştiren olaylar dizisi; Rönesans, İstanbul’un Fethi, Kristof Kolomb’un yeni kıtaya ayak basışı; Orta Çağı sonlandırıp dünyanın önüne yepyeni bir çağ ve çığır açmıştır. Eşzamanlı olarak Doğu’da Osmanlı, Batıda ise biraz da karmaşık ilişkiler (evlilik, ticaret, diplomasi, Papalık bull’ları) sonucu Kutsal Roma-Cermen, Habsburg ve İspanyol İmparatorlukları birbiri içine girmiş bir şekilde dünyanın çok büyük bir kısmına hükmediyorlardı…
Osmanlı’yı az çok biliyoruz ama Batı nasıl bu kadar büyük olmuştu? İşte geçtiğimiz hafta Viyana’nın en güzel müzelerinden biri olan Albertina’da bu soruya kısmen cevap veren sıra dışı bir sergiyi görme fırsatı buldum.
Her şey benimle aynı gün (22 Mart) ve fakat yüzyıllar farkıyla, 1459’da Wiener Neustadt’ta Maximilian’ın dünyaya gözlerini açmasıyla başlamıştı. Annesi Portekiz’li Eleanor, babası ise İmparator III. Frederick idi. Babası hem Alman hem de Kutsal Roma İmparatoruydu. Daha küçücükken, 1462 yılında tüm ailesinin Viyana’da amcası Albrecht tarafından nasıl da kuşatıldığına tanık olmak zorunda kalmıştı. Her ne kadar Albrecht’in ölümünden sonra tahta Frederick çıksa da, Viyana bu sefer de 1485 yılında Macar Kralı Mathias Corvinus tarafından ele geçirilmiş ve takip eden 5 yıl boyunca Macaristan’a başkentlik yapmıştı… İşte bu yüzdendir ki Maximilian bir türlü ısınamadı Viyana’ya ve belki de koç burcu(!) olmasının da etkisiyle devamlı değiştirdi sarayının yerini; Graz, Innsbruck, Wiener Neustadt, Wels ve daha nice yerlerde seslendi erkanına… Şakayı bir yana bırakırsak, tabi ki sarayını sabit bir yere almasına mani olacak ciddi dertleri ve düşmanları vardı Maximilian’ın; Alçak Topraklar ve Macaristan’daki politik husumetler ile Fransa ve Venedik’e karşı savaşlar…
1477’de Burgonya Dük’ü Kel Charles’ın ölümünden sonra, geniş toprakları olan bu asilzadenin tüm varlığı kızı Mary’ye (1457-1482) kalmıştı. Maximilian ve Mary hiç vakit kaybetmediler ve hemen o yıl evlendiler. Böylelikle Maximilian ilk asalet titrini aldı: Burgonya Dükü. İki çocukları oldu; Philip (1478-1506) ve Margaret (1480-1530). Talihsiz Mary’nin beklenmedik ölümü sonrasında Maximilian ve oğlu Philip, Burgonya Düklüğünün bugün Benelux Ülkeleri dediğimiz Alçak Toprakları da kapsayan geniş topraklarının tek mirasçıları oldular. Bu, aynı zamanda Habsburg Hanedanlığının da yükseliş döneminin başlangıcı olacaktı.
1490 yılında Tirol, Avusturya ve Habsburg Topraklarının Arşidük’ü olan Sigusmund, tahttan feraget edip Konstanz Gölü civarında inzivaya çekilmeye karar verince, topraklarını da Maximilian’a devreder. 1493 yılında babası ölünce asalet ünvanları çoğalır: Roma Kralı (Rex Romanorum) ve Avusturya Arşidüklüğü Naibi… 1494 yılında asalet skalasında kendinden hayli aşağıda bir dereceden gelen Maria Sforza ile evlendi ve tabi ki bu akit ona yüklü bir varlık getirdi, ne de olsa Sforza Ailesi Milano Düklüğünü yönetmekteydi ve Maximilian’ın birikmiş borçlarını ödemek için bolca nakite ihtiyacı vardı.
1496 yılında artık “Yakışıklı” lakabını almış oğlu Philip’i; o zamanlar Birleşik İspanya’nın temellerini atmış, Kristof Kolomb’a Yeni Dünya keşiflerinde sponsorluk yapmış olan Katolik Kral ve Kraliçe, Aragon’lu Fernando (Ferdinand) ve Kastilya’lı Isabel’in; daha sonra “Kaçık” lakabını alacak kızı Juana ile evlendirerek yüzyılın evlilik anlaşmasına imza atmıştır. Hatta bununla da yetinmemiş ve bu anlaşma iyice pekişsin diye aynı ikilinin oğulları Juan’la kızı Margaret’i evlendirerek ikili ittifak kurmuştur İspanya tahtıyla. Her ne kadar Juan arkasında varis bırakmadan gencecik yaşta ölmüşse de; Philip ve Juana’nın evliliğinden, daha sonra bilinen dünyanın çok büyük bir kısmını şahsında birleştirecek; İspanya Kralı, Kutsal Roma Cermen ve Habsburg İmparatoru, Kanuni Sultan Süleyman’ın ezeli rakibi; Şarlken (V.Karl/I.Carlos) dünyaya gelecektir… İşte her şey böyle başlayıp, gelişmiş…
Maximilian’la birlikte tarihin ölümsüzleştireceği efsanevi Habsburg sloganı atılmıştır: “Bırak diğerleri savaşsınlar, fakat sen, Mutlu Avusturya, evlen! Mars (Savaş Tanrısı)’ın birinden diğerine verdiği bu krallıkları, Venüs (Güzellik Tanrıçası) sana bahşedecektir.” Ve böyle olmuştur…
İşte Albertina’daki sergi, Maximilian’ın şahsını ve krallığını övmek, propagandasını yapmak ve onurlandırmak için dönemin önemli ressamlarına sipariş vermiş olduğu sanat eserlerinden oluşan bir seçkiydi. Hiç şüphesiz o dönem görev alan sanatçıların arasında en dikkat çekicisi Alman ressam, matematikçi ve matbaacı Albrecht Dürer idi. Maximilian sanatçının memleketi Nürnberg’deyken onu koruması altına almıştır ve böylece 1512’den 1519’da imparatorun ölümüne kadar sürecek bir hizmet dönemi başlamıştır. Dürer’in usta olduğu konulardan biri de ağaç baskısıydı ve İmparator için yaptığı işlerin baş şaheseri , 295cm genişliğinde, 357cm yüksekliğinde, tam 192 farklı ağaç kalıptan basılarak birleştirilmiş ve böylelikle gelmiş geçmiş en büyük baskılardan biri olma onurunu taşıyan “Zafer Takı”dır. Bu eser özellikle şehirlerin Belediye Saraylarına ya da Prens Saraylarına asılmak için dizayn edilmiş. Dürer aynı zamanda İmparatorun iki tane portresini de yapmış ve tabi ki bir takım resimli kitap projeleri için de çalışmış.
Sergide en çok öne çıkan eserlerden biri de “bütün olarak” ilk defa görücüye çıkmış son derece değerli bir iş: Albrecht Altdorfer’in “Zafer Geçişi”. Maximilian’ın sipariş ettiği en önemli ve geniş kapsamlı eserlerden biri olan Zafer Geçişi tam 109 parşömen parçası üzerine son derece canlı renklerle tasvir edilmiş, süvariler, şövalyeler, at arabaları, savaş sahneleri vb konulardan oluşan bir friz. 49 numaralı parşömenden 109 numaralıya kadar olan sayfalar Albertina koleksiyonunda bir araya getirilerek tam 54 metrelik, etkileyici bir friz şeklinde birleştirilmiş. 1’den 49’a kadar olan ilk bölüm ise maalesef günümüze gelememiş. Eğer bu bölüm de olsaydı, frizin toplam uzunluğu 100metre civarında olacakmış!
Sergide en çok ilgimi çeken işlerden biri de Maximilian’ın “Ölü Portresi” oldu. İmparatoru bir gözü ve ağzı hafif aralık şekilde tasvir eden bu portre, bilinen ilk ölü portresi olarak tanınıyor. Bana son derece ilginç gelen bu sergiyle ilgili yazımı Maximilian’ın bir sözüyle tamamlamak istiyorum; “Dünyada en mutlu ve özgür insanlar önyargılarını kırabilenlerdir. Kararlı bir ağır başlılıkla, ve her şeyi çözen bir sükunetle olayların üstesinden gelmeyi başarırlar”…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Sergi Dönemi: 14 Eylül 2012 - 6 Ocak 2013






6 Ekim 2012 Cumartesi

İSMAİL SAMANİ TÜRBESİ, BUHARA, ÖZBEKİSTAN


Orta Asya’da 9. ve 10.yylar… Değişik zamanlarmış… Sanatın ve ticaretin geliştiği, ilim-irfanın ilerlediği, kentlerin genişlediği ve artan ihtiyaca karşılık verebilmek amacıyla onlarca köşkün, kervansarayın, medresenin inşa edildiği bir dönemmiş. Mimarlar bütün hünerlerini özellikle mescit ve medreselerin yapımında gösteriyorlarmış. Coğrafi sınırlar da değişiyormuş, zaten dünya var olduğundan beri o sınırlar hiç rahat durmamışlardı ki…!
Yine aynı dönemlerde, Orta Asya ve Doğu İran’da güçlü bir hükümdarlık kurulmaktaydı. Adlarını önderleri Saman Hüda’dan almaktaydılar ve Seferi egemenliğinin yıkılmasının ardından İran’da iktidarı ele geçiren ilk yerli yönetim olarak anılacaklardı… Topraklarını Horasan’dan Maveraünnehir’e kadar genişletmişlerdi ve egemenliklerini kabul ettirmek için Sasaniler’in devamıymış gibi davranıyorlardı. Pers-İran kültürünün etkilerini tüm Orta Asya’ya yaydılar ve İslam’ın bu coğrafyada kabul görmesinde büyük rol oynadılar. “Doğu Rönesansı” olarak adlandırılan görkemli kültürel gelişim onların döneminde başlamıştı. Bazı kaynaklar yine onların döneminde 200.000 Türk’ün İslamiyet’e geçtiğini söyler… Yüzyıldan biraz daha fazla süren saltanatları boyunca Buhara, Semerkant ve Herat gibi şehirleri başkentleri yaptılar.
Hikayemiz, Tacik milletinin de başlangıcı sayılan, bu önemli devletin liderlerinden İsmail Samani’nin Türbesi ile ilgili… Orta Asya topraklarını arşınlayan bütün modern gezginler, o coğrafyanın sanatı ve mimarisine özgü 4M kuralıyla ilgili olarak bilgilendirilirler; 4M yani; mescit, medrese, minare ve mozole… Mozole, yani bizim kültürümüzde emir ve velilerin anılarını canlı tutmak amacıyla kurulan anıtsal mezar, diğer bir adıyla türbe… İsmail Samani’nin türbesi gerçekten de Orta Asya’nın incilerindendir ve gerek yapım şekli, gerekse kullanılan malzemelerden ötürü kendi klasmanındaki mimari biçimin öncüsü olmuştur. Türbeler arasında bariz bir biçim farkı vardır, zira türbe; Arapça “üstü kubbe ile örtülü mezar”, Farsça “çatısı kubbe şeklinde olan yapı” anlamına gelmektedir. Oysa üzeri piramit ya da koni biçimli olanlarına “kümbet” denilmektedir. Bu bağlamda biçimsel olarak türbe “kubbeli kare”, kümbet ise “kulesel mezar” olarak adlandırılıyor. Kümbet, türbeye göre daha geç bir dönemde, 11. Ve 12. yy.larda gelişmeye başlıyor.
İsmail Samani Türbesi, kubbeli karenin en dikkat çekici örneği olmasının yanı sıra, Kubbetü’s Süleybiye’den sonra en eski türbedir. Dört yöndeki açıklıkları, zengin süslemeleri, küçük kubbecikleri, galerisi ile Sasani mimari geleneğini islamın işlevselliğiyle birleştirir. Kullanılan malzemenin de öneminden bahsetmiştik ki, önceleri tuğla veya taştan yapılan türbeler daha sonra yalnızca kesme taştan yapılmışlardır. İsmail Samani Türbesi tamamen tuğladan yapılmıştır. Demiştik ya yazımızın başında, 9. ve 10. Yylar değişik zamanlardı diye, işte o günlere kadar şehirler kurulurken binalar çamur ve pişmemiş topraktan inşa edilirken; yapıların hem görkemliliğini hem de ömrünü uzatmak adına “pişmiş topraktan” yapılan tuğlaların kullanımı da işte bu zamanlara rastlamış…
“Müslüman tuğla” olarak adlandırılan bu yapı malzemesi sarı çamurdan hazırlanarak özel kaplarda pişiriliyormuş. Bu tuğlalar bahsi geçen türbede üçerli diziler halinde kah dik, kah yatay, kah oyuk, kah kabartma, kah çaprazlama derken tam 18 değişik biçimde yerleştirilmiş ki bu çarpıcı özelliği yapıyı benzersiz kılmış! Üçerli dizilişinin metaforik bir anlamı var; zar, zan, zamin. Ne kadar da hoş… Zar, zan, zamin… Bir erkeğin sahip çıkması gereken üç şey… İyi düşün, iyi konuş, iyi iş yap; üç tuğlanın sırrı... Zar: altın, zan: kadın, zamin: toprak. Aynı zamanda giriş üzerindeki üçgen figür Zerdüştilik zamanına yapılan bir atıftır ki, transisyon (geçiş) mimarinin en güzel yönlerinden bir tanesidir… Hani o ünlü soru vardır ya; ”Hangisi daha güç? Yeni bir inancı kabul etmek mi, eskisinden sıyrılmak mı?” Sanki tüm transisyon mimari örnekleri kendi içlerinde bu soruyu sormaktadırlar…
Derler ki; Buhara’da yeraltı suları çok güçlüdür, o yüzdendir ki mimarı, yapının tabanı sağlam olsun diye gül suyu ve kamış külü koymuştur temele. Kalınlığı 180 cm’yi bulan  duvarı örülürken de harcına deve sütü ve yumurta akı katmıştır… İyi ki de öyle yapmıştır… Zira tam on bir yüzyıldır ne insanlar geçmiştir Buhara’dan, ne gözler hayranlıkla parlamıştır bu sıra dışı yapının karşısında!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK