Orta Asya’da
9. ve 10.yylar… Değişik zamanlarmış… Sanatın ve ticaretin geliştiği,
ilim-irfanın ilerlediği, kentlerin genişlediği ve artan ihtiyaca karşılık verebilmek
amacıyla onlarca köşkün, kervansarayın, medresenin inşa edildiği bir dönemmiş.
Mimarlar bütün hünerlerini özellikle mescit ve medreselerin yapımında
gösteriyorlarmış. Coğrafi sınırlar da değişiyormuş, zaten dünya var olduğundan
beri o sınırlar hiç rahat durmamışlardı ki…!
Yine aynı
dönemlerde, Orta Asya ve Doğu İran’da güçlü bir hükümdarlık kurulmaktaydı.
Adlarını önderleri Saman Hüda’dan almaktaydılar ve Seferi egemenliğinin
yıkılmasının ardından İran’da iktidarı ele geçiren ilk yerli yönetim olarak
anılacaklardı… Topraklarını Horasan’dan Maveraünnehir’e kadar genişletmişlerdi
ve egemenliklerini kabul ettirmek için Sasaniler’in devamıymış gibi
davranıyorlardı. Pers-İran kültürünün etkilerini tüm Orta Asya’ya yaydılar ve
İslam’ın bu coğrafyada kabul görmesinde büyük rol oynadılar. “Doğu Rönesansı”
olarak adlandırılan görkemli kültürel gelişim onların döneminde başlamıştı.
Bazı kaynaklar yine onların döneminde 200.000 Türk’ün İslamiyet’e geçtiğini
söyler… Yüzyıldan biraz daha fazla süren saltanatları boyunca Buhara, Semerkant
ve Herat gibi şehirleri başkentleri yaptılar.
Hikayemiz,
Tacik milletinin de başlangıcı sayılan, bu önemli devletin liderlerinden İsmail
Samani’nin Türbesi ile ilgili… Orta Asya topraklarını arşınlayan bütün modern
gezginler, o coğrafyanın sanatı ve mimarisine özgü 4M kuralıyla ilgili olarak
bilgilendirilirler; 4M yani; mescit, medrese, minare ve mozole… Mozole, yani
bizim kültürümüzde emir ve velilerin anılarını canlı tutmak amacıyla kurulan anıtsal
mezar, diğer bir adıyla türbe… İsmail Samani’nin türbesi gerçekten de Orta Asya’nın
incilerindendir ve gerek yapım şekli, gerekse kullanılan malzemelerden ötürü
kendi klasmanındaki mimari biçimin öncüsü olmuştur. Türbeler arasında bariz bir
biçim farkı vardır, zira türbe; Arapça “üstü kubbe ile örtülü mezar”, Farsça “çatısı
kubbe şeklinde olan yapı” anlamına gelmektedir. Oysa üzeri piramit ya da koni
biçimli olanlarına “kümbet” denilmektedir. Bu bağlamda biçimsel olarak türbe “kubbeli
kare”, kümbet ise “kulesel mezar” olarak adlandırılıyor. Kümbet, türbeye göre
daha geç bir dönemde, 11. Ve 12. yy.larda gelişmeye başlıyor.
İsmail
Samani Türbesi, kubbeli karenin en dikkat çekici örneği olmasının yanı sıra,
Kubbetü’s Süleybiye’den sonra en eski türbedir. Dört yöndeki açıklıkları,
zengin süslemeleri, küçük kubbecikleri, galerisi ile Sasani mimari geleneğini islamın
işlevselliğiyle birleştirir. Kullanılan malzemenin de öneminden bahsetmiştik
ki, önceleri tuğla veya taştan yapılan türbeler daha sonra yalnızca kesme
taştan yapılmışlardır. İsmail Samani Türbesi tamamen tuğladan yapılmıştır. Demiştik
ya yazımızın başında, 9. ve 10. Yylar değişik zamanlardı diye, işte o günlere
kadar şehirler kurulurken binalar çamur ve pişmemiş topraktan inşa edilirken;
yapıların hem görkemliliğini hem de ömrünü uzatmak adına “pişmiş topraktan”
yapılan tuğlaların kullanımı da işte bu zamanlara rastlamış…
“Müslüman
tuğla” olarak adlandırılan bu yapı malzemesi sarı çamurdan hazırlanarak özel
kaplarda pişiriliyormuş. Bu tuğlalar bahsi geçen türbede üçerli diziler halinde
kah dik, kah yatay, kah oyuk, kah kabartma, kah çaprazlama derken tam 18
değişik biçimde yerleştirilmiş ki bu çarpıcı özelliği yapıyı benzersiz kılmış!
Üçerli dizilişinin metaforik bir anlamı var; zar, zan, zamin. Ne kadar da hoş…
Zar, zan, zamin… Bir erkeğin sahip çıkması gereken üç şey… İyi düşün, iyi
konuş, iyi iş yap; üç tuğlanın sırrı... Zar: altın, zan: kadın, zamin: toprak.
Aynı zamanda giriş üzerindeki üçgen figür Zerdüştilik zamanına yapılan bir
atıftır ki, transisyon (geçiş) mimarinin en güzel yönlerinden bir tanesidir…
Hani o ünlü soru vardır ya; ”Hangisi daha güç? Yeni bir inancı kabul etmek mi,
eskisinden sıyrılmak mı?” Sanki tüm transisyon mimari örnekleri kendi içlerinde
bu soruyu sormaktadırlar…
Derler ki;
Buhara’da yeraltı suları çok güçlüdür, o yüzdendir ki mimarı, yapının tabanı
sağlam olsun diye gül suyu ve kamış külü koymuştur temele. Kalınlığı 180 cm’yi
bulan duvarı örülürken de harcına deve
sütü ve yumurta akı katmıştır… İyi ki de öyle yapmıştır… Zira tam on bir
yüzyıldır ne insanlar geçmiştir Buhara’dan, ne gözler hayranlıkla parlamıştır
bu sıra dışı yapının karşısında!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder