6 Ekim 2012 Cumartesi

İSMAİL SAMANİ TÜRBESİ, BUHARA, ÖZBEKİSTAN


Orta Asya’da 9. ve 10.yylar… Değişik zamanlarmış… Sanatın ve ticaretin geliştiği, ilim-irfanın ilerlediği, kentlerin genişlediği ve artan ihtiyaca karşılık verebilmek amacıyla onlarca köşkün, kervansarayın, medresenin inşa edildiği bir dönemmiş. Mimarlar bütün hünerlerini özellikle mescit ve medreselerin yapımında gösteriyorlarmış. Coğrafi sınırlar da değişiyormuş, zaten dünya var olduğundan beri o sınırlar hiç rahat durmamışlardı ki…!
Yine aynı dönemlerde, Orta Asya ve Doğu İran’da güçlü bir hükümdarlık kurulmaktaydı. Adlarını önderleri Saman Hüda’dan almaktaydılar ve Seferi egemenliğinin yıkılmasının ardından İran’da iktidarı ele geçiren ilk yerli yönetim olarak anılacaklardı… Topraklarını Horasan’dan Maveraünnehir’e kadar genişletmişlerdi ve egemenliklerini kabul ettirmek için Sasaniler’in devamıymış gibi davranıyorlardı. Pers-İran kültürünün etkilerini tüm Orta Asya’ya yaydılar ve İslam’ın bu coğrafyada kabul görmesinde büyük rol oynadılar. “Doğu Rönesansı” olarak adlandırılan görkemli kültürel gelişim onların döneminde başlamıştı. Bazı kaynaklar yine onların döneminde 200.000 Türk’ün İslamiyet’e geçtiğini söyler… Yüzyıldan biraz daha fazla süren saltanatları boyunca Buhara, Semerkant ve Herat gibi şehirleri başkentleri yaptılar.
Hikayemiz, Tacik milletinin de başlangıcı sayılan, bu önemli devletin liderlerinden İsmail Samani’nin Türbesi ile ilgili… Orta Asya topraklarını arşınlayan bütün modern gezginler, o coğrafyanın sanatı ve mimarisine özgü 4M kuralıyla ilgili olarak bilgilendirilirler; 4M yani; mescit, medrese, minare ve mozole… Mozole, yani bizim kültürümüzde emir ve velilerin anılarını canlı tutmak amacıyla kurulan anıtsal mezar, diğer bir adıyla türbe… İsmail Samani’nin türbesi gerçekten de Orta Asya’nın incilerindendir ve gerek yapım şekli, gerekse kullanılan malzemelerden ötürü kendi klasmanındaki mimari biçimin öncüsü olmuştur. Türbeler arasında bariz bir biçim farkı vardır, zira türbe; Arapça “üstü kubbe ile örtülü mezar”, Farsça “çatısı kubbe şeklinde olan yapı” anlamına gelmektedir. Oysa üzeri piramit ya da koni biçimli olanlarına “kümbet” denilmektedir. Bu bağlamda biçimsel olarak türbe “kubbeli kare”, kümbet ise “kulesel mezar” olarak adlandırılıyor. Kümbet, türbeye göre daha geç bir dönemde, 11. Ve 12. yy.larda gelişmeye başlıyor.
İsmail Samani Türbesi, kubbeli karenin en dikkat çekici örneği olmasının yanı sıra, Kubbetü’s Süleybiye’den sonra en eski türbedir. Dört yöndeki açıklıkları, zengin süslemeleri, küçük kubbecikleri, galerisi ile Sasani mimari geleneğini islamın işlevselliğiyle birleştirir. Kullanılan malzemenin de öneminden bahsetmiştik ki, önceleri tuğla veya taştan yapılan türbeler daha sonra yalnızca kesme taştan yapılmışlardır. İsmail Samani Türbesi tamamen tuğladan yapılmıştır. Demiştik ya yazımızın başında, 9. ve 10. Yylar değişik zamanlardı diye, işte o günlere kadar şehirler kurulurken binalar çamur ve pişmemiş topraktan inşa edilirken; yapıların hem görkemliliğini hem de ömrünü uzatmak adına “pişmiş topraktan” yapılan tuğlaların kullanımı da işte bu zamanlara rastlamış…
“Müslüman tuğla” olarak adlandırılan bu yapı malzemesi sarı çamurdan hazırlanarak özel kaplarda pişiriliyormuş. Bu tuğlalar bahsi geçen türbede üçerli diziler halinde kah dik, kah yatay, kah oyuk, kah kabartma, kah çaprazlama derken tam 18 değişik biçimde yerleştirilmiş ki bu çarpıcı özelliği yapıyı benzersiz kılmış! Üçerli dizilişinin metaforik bir anlamı var; zar, zan, zamin. Ne kadar da hoş… Zar, zan, zamin… Bir erkeğin sahip çıkması gereken üç şey… İyi düşün, iyi konuş, iyi iş yap; üç tuğlanın sırrı... Zar: altın, zan: kadın, zamin: toprak. Aynı zamanda giriş üzerindeki üçgen figür Zerdüştilik zamanına yapılan bir atıftır ki, transisyon (geçiş) mimarinin en güzel yönlerinden bir tanesidir… Hani o ünlü soru vardır ya; ”Hangisi daha güç? Yeni bir inancı kabul etmek mi, eskisinden sıyrılmak mı?” Sanki tüm transisyon mimari örnekleri kendi içlerinde bu soruyu sormaktadırlar…
Derler ki; Buhara’da yeraltı suları çok güçlüdür, o yüzdendir ki mimarı, yapının tabanı sağlam olsun diye gül suyu ve kamış külü koymuştur temele. Kalınlığı 180 cm’yi bulan  duvarı örülürken de harcına deve sütü ve yumurta akı katmıştır… İyi ki de öyle yapmıştır… Zira tam on bir yüzyıldır ne insanlar geçmiştir Buhara’dan, ne gözler hayranlıkla parlamıştır bu sıra dışı yapının karşısında!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder