18 Eylül 2011 Pazar

BİR RÜYANIN GERÇEKLEŞMESİNE RAMAK KALA: CARAVAGGIO'NUN İZİNDE MALTA VE ROMA...

"Yıllar önce bir gün, yine bir Klasik İtalya turu yaparken, Roma’nın her gidişinizde daha da çoğalan, labirent gibi arşınladıkça bitmeyen ve karmaşıklaşan, dinamik, davetkar, hayat dolu, sürprizlerle dolu, tarihi ve anılarla defalarca kutsanmış ara sokaklarından birindeyim. Sıradışı bir kalabalık… İtalyan ince zevkini mekanikle görkemli bir şekilde birleştirmiş ve adeta birer sanat eserine dönüşmüş arabalar teker teker önümde duruyorlar ve bu kalabalığa hayatımda görmediğim kadar güzel ve şık hanımefendileri, beyefendileri bırakıyorlar.
Arabaların kapıları açıldıkça, ilk görünen ince bir topuk oluyor.Yere değer değmez bir diğer ince topuk yanında beliriyor ve hemen ardından, kürküyle, kokusuyla, saçıyla, makyajıyla modern bir Venüs’e dönüşmüş son derece zarif bir kadının kendisine kapıyı tutan, en az kendisi kadar zarif beye neşe ve kibarlıkla “Grazie” dediğini duyuyorum. Bu sahne defalarca yineleniyor. Büyülenmiş bir şekilde bu insanlara bakıyorum, onları izliyorum, gün ortasında, hava aydınlıkken, bir ara sokakta, bu kadar şık nereye gittiklerini merak ediyorum… En sonunda merakımı gideriyorum:Sergiye gidiyorlar… Açılışına… Caravaggio sergisine…
İşte tanışmam böyle oluyor usta ile. Sonrasında hep bir ilişki içene giriyoruz. Malta’da, Roma’da, Floransa’da, St.Petersburg’da, Madrid’de, Londra’da, Paris’te hep birbirimize göz kırpıyoruz. Karşılaştıkça ben onu hayranlıkla izliyorum, o ise beni umursamazca… Her gezdiğim müzede onun tabloları gözüme çarptığı anda istisnasız olduğum yere mıhlanıyorum. Azizler, havariler, peygamberler, sıradan insanlar, renkler, karanlık-aydınlık, ışık ve gölgenin karşıtlığı, hepsi sanki birdenbire gerçek olacak ve usta karşımda belirecek.
O karanlığın içinde beliren o kırmızı, başka hiçbir ustanın hiçbir eserindeki kırmızıya benzemiyor. Bazen aklıma geliyor, düşünüyorum: Acaba bu yüzden miydi ustanın katil oluşu. O sabıkadan sonra mı bu kırmızıyı tuvale geçirebilmişti… Düşünüyorum ve düşünürken ustanın sanatının tüm duyularımı harekete geçirdiğini hissediyorum. Onun eserlerinin başka hiçbir sanatçının eserleriyle karıştırılamayacağını fark ediyorum.
İsa ve azizleri çizmek için köylülerle çocukları model olarak kullandığını öğrenince, mizacına bıyık altından gülümsüyorum. Adaba uygun olmayışı, kabul edilmiş kuralları tamamıyla yok sayışı hoşuma gidiyor.
Ve o gün bugündür bir hayal düşüyor aklıma, fikrime, içime… : O ara sokaktaki anın büyüsünü, tekrar yaşamak ve yaşatmak! Caravaggio'nun izinden giderek…Malta’da o kırmızıyı görmek, ölümsüz şehir Roma’da, Roma’ya olan aşkımı Caravaggio’ya olan tutkumla birleştirmek …”



BENGİ IŞIL GÖKTÜRK




6 Eylül 2011 Salı

PALMYRA’DA SÜRREALİST BİR DOĞUMGÜNÜ

Çok geç varmıştık Şam’a… Sabahtan Beyrut’ta geçirdiğimiz kaza bizi çok oyalamıştı. Sınır geçişimiz de uzamıştı. Otelden kiralık arabayı alıp çıktığımızda neredeyse öğleden sonra 16.00’ı gösteriyordu saat. Çöl yoluna varmıştık bile, tabelalarda “Baghdat ve Palmyra” yazılarını gördükçe içimde ayrı bir heyecan uyanıyordu. Birazdan akşam karanlığı iyice bastırıp; etrafta biz, yıldızlar ve kamyonlardan başka bir şey kalmayınca, bu heyecan hafif bir korkuya dönüşmüştü. Ben ne de olsa Türk kültüründen gelen biri olarak arabanın bozulduğu, iki kız başımıza çölün ortasında kaldığımızla, kamyon şoförlerinin inip bize ne şekilde yardım edeceğiyle ilgili kurgularla doldururken kafamı; batı kültürüne ait; klasik “oryantalizm” mantığıyla binbir gece masalları kıvamında çöldeki yıldızların yeryüzüne ne kadar da yakın olduğunu düşünüp mutlu olan İspanyol arkadaşımla tamamen farklı halet-i ruhiyeler içindeyiz… “Kendine gel” diyorum kendime… Bugün 22 Mart, senin doğumgünün…
Ortadoğu Ülkelerinde kendimi hep bir farklı hissetmişimdir… Gariptir, sanki bir ikizinizin varlığını yeni öğrenmişsiniz de ilk görüşmenizde o yabancılığı yavaş yavaş eritir gibi hiç bilmediğim bir tarafıyla karşılaşırım varlığımın… Sanırım devamlı batıya yönelmiş olduğu için, eksik kalmış ve doğuya susamış diğer yarısını doyururum bu diyarlarda varlığımın. Kendimi hiç yabancı hissetmem buralarda… Arabada o yıl tüm Ortadoğu’da moda olduğu üzere Elissa’nın son albümünü dinliyoruz. Yanımda onlarca CD getirmişim arabada dinleriz diye, ancak olmuyor… Uymuyor… Ortadoğu burası, sana ne sunuyorsa o kadarıyla yetiniyorsun…! Belki de yüz defa dönüyor tüm gezi boyunca aynı CD, ancak elim varmıyor değiştirmeye… “Salemli Alaih” diyor kadife sesi Elissa’nın, ne dediğini bilmiyorum… “Selametle” diyorum, selametle varalım…
Hedefimiz Palmyra, Suriye çölünün ortasında, Şam’dan 215km ötede antik dönemde kervanların durup mola verdiği çok önemli bir vaha kenti, nam-ı diğer; “Çölün Gelini”… Öyle bir yerde ki, Hristiyanlık çağının başında bir tarafında Kudretli Roma İmparatorluğu’nun, öbür tarafında da bir diğer büyük imparatorluk olan Pers Ülkesi’nin toprakları … Bölgede bir de ne birinin, ne de ötekinin fethetmeye pek ilgi duymadığı, bozkırlarda ve çöllerde yaşayan barbar kavimler… nam-ı diğer Türkler, Aramiler ve Araplar… Bu insanların dünyadan doğal ölümlerle ayrılanları korkaklıkla suçlayıp hakaret eden bir yapıları olduğu için, onlara olan yaklaşımlar ve politkalar da son derece kırılgan ve hassas ilişkiler üzerine oturtulmuş.  Eee, ne de olsa Güney Arabistan ve Hindistan’la ticaret yollarına erişmekte önemli bir kilit noktada Palmyra. Dolayısıyla her iki imparatorluk da çöl ve bozkır insanlarını silah zoruyla kendi boyunduruğu altına sokmak  yerine; parayla, ünvanla, askeri yardımla vb yanlarına çekmeye çalışmışlar. Aşiret reisleri de bu durumdan yararlanıp; kah Roma’nın yanında, kah Perslerin yanında, kah orada, kah burada şeklinde bir politika izleyerek ve kervan ticaretiyle de servetlerini katlayarak, kimi zaman kendi kent ve krallıklarını kurmuşlar. Bu büyük imparatorluklar da çoğu zaman bu dolaylı egemenliğe göz yummuşlar…
Augustus döneminde MÖ 25’te, Kızıldeniz’in Güneyinde Roma’ya bir toprak kazandırıp Hindistan yoluna doğrudan doğruya egemen olmak amacıyla Yemen’e bir ordu gönderilmiş. Ancak sefer başarısız olmuş ve Arabistan içlerine bir daha askeri güç göndermeye kalkışmamış Roma. Bunun sonucunda kervan kentleri ve sınır devletleriyle iyi geçinmeye başlamışlar. Bu politika Arap sınır Beyliklerinin artışında büyük rol oynamış ve bunların ilki çölün ortasında, bir kaynağın etrafında kurulan Palmyra olmuş. Orijinal adı Tadmur olan şehrin semitik dildeki karşılığı “boyun eğmeyen kent” anlamına geliyor… Ve fakat Tadmur, Roma İmparatorluğu’nu en geniş sınırlarına ulaştıran Traianus döneminde, 2.yy’ın başında Roma’ya boyun eğmek zorunda kalmış… Roma tarihçileri 3.yy’da şehri tekrar ele geçirmek isteyen kraliçe Zenobia’dan (büyük ihtimalle Arapça adı Zeyneb) bahsederler, her ne kadar başta Bosra ve Antakya’ya kadar toprakları alıp kısa süreli bir krallık kursa da, nafile bir çabadır güzel kraliçeninki…
Aslında bu çağdan çok daha önce, MÖ 2bininci yılda ilk defa Mari arşivlerinde geçer bahsi Palmira’nın. O zamanlar da Kuzey Suriye ve Mezopotamya arasında önemli bir şehirmiş Kral Süleyman’ın kurdurmuş olduğu. Her ne kadar “palmiyeliklerle” bağlantılı olan etminolojik anlamı şüpheli olsa da bize bu tez daha romantik ve “oryantal” göründüğü için; “şu an Zenobia’nın palmiyeliğinde, onun oturduğu, gölgesinde dinlendiği yerdeyiz” diye fotoğraf çektiriyoruz boyuna…!  Yoksa hemen yanıbaşındaki modern köyün adı, otantik ad olan “Tadmur”u taşıyor.
Çöl… Ne kadar da güzel korumuş tüm o görkemli zamanlardan kalanları. Bakıyorum, görüyorum, gözlerim şenlik yapıyor.Her yeri yürüyerek gezmenin imkanı yok. Bazı alanların arasını arabayla kat ediyoruz. Kraliçe Zenobia’yız biz, kah Ortadoğu’nun 1.yy’dan kalma en önemli dini yapısı olan Ba’al Tapınağının içindeyiz, kah Roma Şehirlerinin doğu-batı eksenini oluşturan ana cadde Decumanus’ta yürüyoruz… Bizans sonradan pek bir şey bırakmamış buralara… İslami dönemde de bir zamanlardaki şaşasını yaşamamış olduğu aşikar…! Çölün ortasında mükemmel korunmuş bir Roma şehrindeyiz biz! Kah tiyatrosundayız, kah Bel Tapınağında, kah kule şeklindeki mezarlarında…
Ama tüm bunlardan önceeeeee…. : “Hadi hadi çabuk ol gidelim…”, “Tamam dur, arabanın anahtarları nerdeydi…” Kısa bir yolculuk ve ilk karşılaşma: “Bu, bu, bu gerçek olamaz…!”, “Baksana ne kadar da güzel ışıklandırmışlar…”, “İnanılmaz, tek kelimeyle nefeskesici…!”, “Hadi in arabadan ama müziği kapatma, aç sonuna kadar sesi…”, “Ne demek Salemli Alaih, sen çok taktın bu şarkıya”, “Bilmem, bir bilsem…” Bir hayali ses geliyor başka bir taraftan, Avrupa’da hep birşeyleri eksik bulduğunu söyleyen Ortadoğulu, çok sevdiğim bir ses: “Oralarda Ortadoğu’nun tadı eksik be habibi…!”….
“Doğumgünün kutlu olsun habibi, Ortadoğu’nun tadı hayatından hiç eksik olmasın…!”
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK































4 Eylül 2011 Pazar

RAVENNA VE BENİM BİZANS KAHRAMANLARIM

“Kaçarsak bir hiç oluruz! Tabut örtüsü için mordan daha iyi bir renk düşünemiyorum...!”  Böyle buyurdu Teodora, Bizans İmparatoriçesi… Dışarıdaki isyanın nedenlerinden biri de bizzat kendisiydi. Üzerindeki Bizans kraliyet rengi olan mor ipekli kumaşlardan dikilmiş kıyafetiyle, çakmak çakmak bakışlarıyla, kararlı duruşuyla koca bir orduyu tek başına karşılıyordu sanki. Etkilendi Jüstinyen, büyük Bizans İmparatoru… Teodora’nın kocası!
Karanlık bir geçmişi vardı; ancak ne utandı ondan, ne de sakladı onu… Babası Acacius ayı terbiyecisiydi, adı bile bilinmeyen annesi ise oyuncu ve dansçıydı. Annesinin izinden gitmişti o da ve Hipodrom’da yarışlar öncesinde dans ederek Maviler’i desteklemişti yıllar yılı… Jüstinyen’le evlenmeden önce fahişelik yaptığı da sıkça fısıldanırdı. Ancak işte koca imparatorun eşiydi. Törenlerde aristokratlar onun da ayağını öpmek zorunda kalıyorlardı. Zaten sokaklarda NİKA (zafer) diye bağıran isyancıların galeyana gelmesinin nedenlerinden biri de buydu. Bir fahişenin ayaklarına kapanmak zorunda kalmak…
Jüstinyen… Etkilendi o çakmak çakmak bakışlardan. Oysa biraz önce kimseye görünmeden kaçmayı düşünüyordu Balkan köylüsü imparator. Evliliğini yüksek kesimden olanın alçak kesimle evliliğine onay veren yasayı geçiren ve selefi olan amcası I. Jüstin’e borçluydu. Yoksa hiç evlenemeyecekti güzeller güzeli Teodora ile… Maiyetine eklediklerinin asil kesimden gelmesine bakmaz, yetenekli ve parlak kişiler olmasına önem verirdi. Zaten bu yüzdendi ya kedi köpek gibi Hipodrom’daki yarışlar sonrasında sokak kavgaları çıkaran Maviler ve Yeşiller’in, şimdi birlik olmuş Jüstinyen’e karşı savaş çığlıkları atmaları… “Belisarius, askerleri alıp Hipodrom’a git!” Böyle buyurdu Büyük Jüstinyen, sağ kolu ve generali Belisarius’a.
Çıktı kudretli Belisarius Hipodrom’a… Daha sonra Jüstinyen adına ne topraklar katacaktı Bizans İmparatoluğu’na! 1500 kişiden oluşan özel koruma birliği bucellarii’  den gurur duyardı. Savaşlarda, ağır zırhlı bu grup ordunun çekirdeğini oluştururdu. Vandallara, Ostrogotlara ve daha nicelerine karşı büyük zaferler kazanmıştı gururlu Belisarius! Şimdi de Konstantinapolis’i yakıp yıkan bu isyanı bastırmaktı asil görevi… Vurdu Belisarius, fark etmedi onun için karşısındakinin Mavilerden olması ya da Yeşillerden… Askerlerini iki gruba ayırmış ve Hipodrom’a ana kapısından girmişti. Generalin şahsi tarih kaydedicisi Procopius bu olayda ölenlerin sayısını 30.000kişi civarında kaydedecekti sonradan…
Tüm Hipodrom kana bulanmıştı, şehir yangınlardan dolayı viraneye dönmüştü… Ancak sonunda isyan bastırılmıştı. İstanbul’un eski Aristokrat kesimi bu Balkan Köylüsüne ve eski dansçıya biat etmek zorunda kalacaktı yine…! Şehrin yeniden imar çalışmaları sonucunda öyle bir emir verdi ki İmparator, daha sonra bu emri, mimarinin bugüne kadar ürettiği en güzel eserlerden biri olacaktı; “Kutsal Bilgelik (Hagia Sophia) Kilisesi”nin yeniden inşası!
Kahpe Bizans, Bizans Oyunları vb… Bizler, Bizans’tan bahsederken hep negatif ve kötü betimlemeler kullanıyoruz nedense. Ve gelip bıraktığı büyük mirasın üzerine bir güzel oturan bizler, aslında Bizans’ı en az tanıyan milletiz…
İşte bunlar geçiyor aklımdan,  Ravenna’daki Bizans döneminden kalma San Vitale’nin mozaiklerine bakarken. Altıncı yüzyılın ilk yarısında, Jüstinyen döneminde, Belisarius’un kumandanlığında Bizans, hakimiyetini İtalya topraklarına kadar genişletmiş ve Ravenna da Bizans İmparatorluğu’nun İtalya topraklarında kurduğu valiliğin (exachate) merkezi konumuna gelmiş. Ve bu, bölgedeki Bizans hakimiyetinin kaybolduğu 751 yılına kadar böyle sürmüş…
Ravenna… Son yıllarda İtalya turizminin gözbebeği olan şehirlerden bir tanesi. Batı Roma İmparatorluğunun 402’den 476’da yıkılışına kadar bayrağı elinde tutmuş son başkenti… Adriyatik Denizine bir kanalla bağlı olan şehir, daha sonra 4 Eylül 476’da son Roma İmparatoru  Romulus Augustulus’a karşı isyan ederek İtalya topraklarının ilk Cermen Kralı olan ve İmparatorluk tarihini resmi olarak bir sona getiren Odoacer’in başkenti ilan edilmiş.
Okulda, Roma İmparatorluğu sonrasında bölgeye üşüşen Gotlar, Ostrogotlar ve Vizigotların adlarını yarı kıkırdayarak ezbere söylerken aslında hiçbir şey ifade etmezdi… Oysa bu topraklarda bu kavimlerin arkalarında bıraktıkları elle tutulur, gözle görülür tarihi anıtları gördükçe “bir daha sizinle alay etmeyeceğim” diye söz veriyorum bu Cermenik kavimlere… Nitekim Ostrogot Kralı Theodoric zamanında (493’te) bu sefer Ostrogotların başkenti ilan ediliyor ve önemli yapılar inşa ediliyor bu dönemde…
Bizans’tan sonra kısa bir zaman Lombardlar’ın eline geçen şehir, 784 yılında Papalık’ın topraklarına katılır. Ravenna, Lombardlar’a karşı Papalık’ı destekleyen Frank Kralı Kısa Pepin’in oğlu ünlü Şarlman’a (Charlemagne), Papa I. Adrian’ın “istediği herşeyi alıp götürme” hakkını vermesi sonucunda uzun süre kendi külleri içinde uykuya dalar.
Bu uyku UNESCO’nun Ravenna’daki tarihi değeri olan ve İstanbul dışındaki en güzel mozaiklere sahip olan 8 tane anıtı Tarihi Miras Listesi’ne almasıyla 1996’da son bulur. 
Bu eserler; 1)Şehri Roma İmparatorluğu’nun son başkenti yapan İmparator Honorius’un kız kardeşi Galla Placidia’nın (kendisi bir İmparator kızı, bir İmparator kardeşi ve bir İmparator annesi olarak ayrıca ilgi çekici bir tarihi figürdür) 5.yy’ın ikinci çeyreğinde inşa edilen anıt mezarı 2)Yine 5.yy’ın ilk yarısı inşa edilen ve kendini mozaiklerle kaplatan kişinin adını taşıyan Neon Vaftizhanesi 3)Ostrogot Kralı Theodoric tarafından bugün maalesef ayakta olmayan sarayının hemen yanında özel saray şapeli olarak inşa ettirilen Sant’Apollinare Bazilikası 4)500lü yılların başında Ortodoks Piskoposların özel dua odası olan Piskoposluk Şapeli 5)Ostrogotlar döneminde halkın büyük çoğunluğunun inandığı ancak Batı kilisesinin lanetlediği Aryanizm mensuplarının vaftiz edildiği Arian Vaftizhanesi 6)Ünlü Ostrogot Kral Theodoric’in 526’daki ölümünden kısa bir süre önce tamamlanan, ne Roma ne de Bizans sanatı özellikleri yansıtan, bu dönemdeki bir “barbar” krala ait ve hala günümüze kalmış olmasından dolayı son derece önemli olan Theodoric anıtmezarı 7)Muhteşem mozaikleriyle 547’de (Ayasofya’dan 10yıl sonra) tamamlanan görkemli Bizans Bazilikası San Vitale ve 8)Bir zamanlar Ravenna’nın limanı olan ve ancak alüvyonla dolduğu için günümüzde denizden içeri doğru kalan ve Ravenna’dan 5km ötedeki Classe’de bulunan ve yine 6.yy’ın ilk yarısında inşa edilen Sant’Apollinare in Classe Bazilikası.
Bu eserleri gezmek tarihseverler için gerçek bir keyif…! Yolunuzun üzerinde İtalyan edebiyatının en büyük ve en önemli temsilcilerinden biri olan Dante Alighieri’nin de mezarını göreceksiniz.  Hayatının önemli bir bölümü memleketi Floransa’dan uzakta, sürgünde geçen Dante 14 Eylül 1321’de Ravenna’da hayata gözlerini yummuştur. Dante’den kalanların başına gelenler ise ayrı bir yazı konusu…!
Ravenna’ya yapılcak bir gezinin yaz festivaline denk getirilmesini özellikle öneririm. Ünlü orkestra şefi Riccardo Muti’nin eşi Maria Cristina Mazzavilani tarafından başlatılmış olan bu opera ve klasik müzik festivali şehre ayrı bir hava katıyor ve aynı zamanda akşamlarınızı renklendiriyor.
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK