Çok geç varmıştık Şam’a… Sabahtan Beyrut’ta geçirdiğimiz kaza bizi çok oyalamıştı. Sınır geçişimiz de uzamıştı. Otelden kiralık arabayı alıp çıktığımızda neredeyse öğleden sonra 16.00’ı gösteriyordu saat. Çöl yoluna varmıştık bile, tabelalarda “Baghdat ve Palmyra” yazılarını gördükçe içimde ayrı bir heyecan uyanıyordu. Birazdan akşam karanlığı iyice bastırıp; etrafta biz, yıldızlar ve kamyonlardan başka bir şey kalmayınca, bu heyecan hafif bir korkuya dönüşmüştü. Ben ne de olsa Türk kültüründen gelen biri olarak arabanın bozulduğu, iki kız başımıza çölün ortasında kaldığımızla, kamyon şoförlerinin inip bize ne şekilde yardım edeceğiyle ilgili kurgularla doldururken kafamı; batı kültürüne ait; klasik “oryantalizm” mantığıyla binbir gece masalları kıvamında çöldeki yıldızların yeryüzüne ne kadar da yakın olduğunu düşünüp mutlu olan İspanyol arkadaşımla tamamen farklı halet-i ruhiyeler içindeyiz… “Kendine gel” diyorum kendime… Bugün 22 Mart, senin doğumgünün…
Ortadoğu Ülkelerinde kendimi hep bir farklı hissetmişimdir… Gariptir, sanki bir ikizinizin varlığını yeni öğrenmişsiniz de ilk görüşmenizde o yabancılığı yavaş yavaş eritir gibi hiç bilmediğim bir tarafıyla karşılaşırım varlığımın… Sanırım devamlı batıya yönelmiş olduğu için, eksik kalmış ve doğuya susamış diğer yarısını doyururum bu diyarlarda varlığımın. Kendimi hiç yabancı hissetmem buralarda… Arabada o yıl tüm Ortadoğu’da moda olduğu üzere Elissa’nın son albümünü dinliyoruz. Yanımda onlarca CD getirmişim arabada dinleriz diye, ancak olmuyor… Uymuyor… Ortadoğu burası, sana ne sunuyorsa o kadarıyla yetiniyorsun…! Belki de yüz defa dönüyor tüm gezi boyunca aynı CD, ancak elim varmıyor değiştirmeye… “Salemli Alaih” diyor kadife sesi Elissa’nın, ne dediğini bilmiyorum… “Selametle” diyorum, selametle varalım…
Hedefimiz Palmyra, Suriye çölünün ortasında, Şam’dan 215km ötede antik dönemde kervanların durup mola verdiği çok önemli bir vaha kenti, nam-ı diğer; “Çölün Gelini”… Öyle bir yerde ki, Hristiyanlık çağının başında bir tarafında Kudretli Roma İmparatorluğu’nun, öbür tarafında da bir diğer büyük imparatorluk olan Pers Ülkesi’nin toprakları … Bölgede bir de ne birinin, ne de ötekinin fethetmeye pek ilgi duymadığı, bozkırlarda ve çöllerde yaşayan barbar kavimler… nam-ı diğer Türkler, Aramiler ve Araplar… Bu insanların dünyadan doğal ölümlerle ayrılanları korkaklıkla suçlayıp hakaret eden bir yapıları olduğu için, onlara olan yaklaşımlar ve politkalar da son derece kırılgan ve hassas ilişkiler üzerine oturtulmuş. Eee, ne de olsa Güney Arabistan ve Hindistan’la ticaret yollarına erişmekte önemli bir kilit noktada Palmyra. Dolayısıyla her iki imparatorluk da çöl ve bozkır insanlarını silah zoruyla kendi boyunduruğu altına sokmak yerine; parayla, ünvanla, askeri yardımla vb yanlarına çekmeye çalışmışlar. Aşiret reisleri de bu durumdan yararlanıp; kah Roma’nın yanında, kah Perslerin yanında, kah orada, kah burada şeklinde bir politika izleyerek ve kervan ticaretiyle de servetlerini katlayarak, kimi zaman kendi kent ve krallıklarını kurmuşlar. Bu büyük imparatorluklar da çoğu zaman bu dolaylı egemenliğe göz yummuşlar…
Augustus döneminde MÖ 25’te, Kızıldeniz’in Güneyinde Roma’ya bir toprak kazandırıp Hindistan yoluna doğrudan doğruya egemen olmak amacıyla Yemen’e bir ordu gönderilmiş. Ancak sefer başarısız olmuş ve Arabistan içlerine bir daha askeri güç göndermeye kalkışmamış Roma. Bunun sonucunda kervan kentleri ve sınır devletleriyle iyi geçinmeye başlamışlar. Bu politika Arap sınır Beyliklerinin artışında büyük rol oynamış ve bunların ilki çölün ortasında, bir kaynağın etrafında kurulan Palmyra olmuş. Orijinal adı Tadmur olan şehrin semitik dildeki karşılığı “boyun eğmeyen kent” anlamına geliyor… Ve fakat Tadmur, Roma İmparatorluğu’nu en geniş sınırlarına ulaştıran Traianus döneminde, 2.yy’ın başında Roma’ya boyun eğmek zorunda kalmış… Roma tarihçileri 3.yy’da şehri tekrar ele geçirmek isteyen kraliçe Zenobia’dan (büyük ihtimalle Arapça adı Zeyneb) bahsederler, her ne kadar başta Bosra ve Antakya’ya kadar toprakları alıp kısa süreli bir krallık kursa da, nafile bir çabadır güzel kraliçeninki…
Aslında bu çağdan çok daha önce, MÖ 2bininci yılda ilk defa Mari arşivlerinde geçer bahsi Palmira’nın. O zamanlar da Kuzey Suriye ve Mezopotamya arasında önemli bir şehirmiş Kral Süleyman’ın kurdurmuş olduğu. Her ne kadar “palmiyeliklerle” bağlantılı olan etminolojik anlamı şüpheli olsa da bize bu tez daha romantik ve “oryantal” göründüğü için; “şu an Zenobia’nın palmiyeliğinde, onun oturduğu, gölgesinde dinlendiği yerdeyiz” diye fotoğraf çektiriyoruz boyuna…! Yoksa hemen yanıbaşındaki modern köyün adı, otantik ad olan “Tadmur”u taşıyor.
Çöl… Ne kadar da güzel korumuş tüm o görkemli zamanlardan kalanları. Bakıyorum, görüyorum, gözlerim şenlik yapıyor.Her yeri yürüyerek gezmenin imkanı yok. Bazı alanların arasını arabayla kat ediyoruz. Kraliçe Zenobia’yız biz, kah Ortadoğu’nun 1.yy’dan kalma en önemli dini yapısı olan Ba’al Tapınağının içindeyiz, kah Roma Şehirlerinin doğu-batı eksenini oluşturan ana cadde Decumanus’ta yürüyoruz… Bizans sonradan pek bir şey bırakmamış buralara… İslami dönemde de bir zamanlardaki şaşasını yaşamamış olduğu aşikar…! Çölün ortasında mükemmel korunmuş bir Roma şehrindeyiz biz! Kah tiyatrosundayız, kah Bel Tapınağında, kah kule şeklindeki mezarlarında…
Ama tüm bunlardan önceeeeee…. : “Hadi hadi çabuk ol gidelim…”, “Tamam dur, arabanın anahtarları nerdeydi…” Kısa bir yolculuk ve ilk karşılaşma: “Bu, bu, bu gerçek olamaz…!”, “Baksana ne kadar da güzel ışıklandırmışlar…”, “İnanılmaz, tek kelimeyle nefeskesici…!”, “Hadi in arabadan ama müziği kapatma, aç sonuna kadar sesi…”, “Ne demek Salemli Alaih, sen çok taktın bu şarkıya”, “Bilmem, bir bilsem…” Bir hayali ses geliyor başka bir taraftan, Avrupa’da hep birşeyleri eksik bulduğunu söyleyen Ortadoğulu, çok sevdiğim bir ses: “Oralarda Ortadoğu’nun tadı eksik be habibi…!”….
“Doğumgünün kutlu olsun habibi, Ortadoğu’nun tadı hayatından hiç eksik olmasın…!”
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder