28 Nisan 2012 Cumartesi

ORTA ASYA'DA BİR İÇSEL YOLCULUK...

Herşey  ne zaman başlamıştı? Hiçbir şey net değil kafamda ancak çocukluğumla ilgili bir görüntü var ki hiç çıkmaz aklımdan; yeşil, deri, ufak bir bavul... Üzeri çıkartmalarla dolu...! İçi açıldığında özenle katlanıp her bir köşeye konmuş giysiler... Aynen şimdi, haki renkli, sert kumaştan, emektar bavulumda her köşeye ait başka bir eşyamın düzenli durduğu gibi... Her an yeni bir yolculuğa, yeni bir bilinmeze hazır ve nazır, ne unuttuğumu anlamak için dikkatlice köşelerine baktığım emektarımın büyük babasıydı belki de küçüklüğümün bol çıkartmalı yeşil deri bavulu!  Kaportasına ablamla beraber  mutlulukla  oturduğumuz fiyakalı yeşil renk Ford marka arabamızın arka koltuğunda ayak-uçlu / baş-uçlu yaptığımız yolculuklar hiç şüphesiz geriye, çocukluğuma dönüp baktığımda beni en mutlu eden anılar olarak belleğime derince kazınmış!
Fallarımda yollar hiç eksik olmadı, o yollar beni dünyanın dört bir yanına savurdu, hem de defalarca...! En lüks restoranlarda da yedim, sosunu ellerimden yerlere akıta akıta sokakta falafel de götürdüm... En prestijli otellerin kendi yatağımdan daha rahat yataklarında da uyudum, beton üstüne konmuş bir döşekte de... Derviş gibi, başımı bir koyduğum yere bir daha koymadım çoğunlukla! Hiçbir şeyden gocunmamaya çalıştım olduğunca ve alçak gönüllü  olmaya uğraştım elimden geldiğince... Amin Maalouf'un Afrikalı Leo'su gibi kah her yere ait oldum, kah da hiçbir yere ait olmadım! Aynen şarkıda dediği gibi "hayatta öğreneceğin en büyük şey; sevmek ve sevilmek"ti sloganım...! Becermeye çalıştım elimden geldiğince, ancak benimki gibi bir yola baş koymuş insan; bir zaman sonra duygularını da, aynen şarküteriden yolculuk için havası alınmış paketlere konmuş leziz jambonlar gibi yaşıyor; ulaşacağı yere varana kadar ,havasız kalarak...!
Dua et benim için demişti çok sevdiğim bir arkadaşım, biliyor muydum dua etmeyi? Kalıplara sığdırılamazdı  ibadetim de; her yerde şükür de edebilirdim ki en son bir belediye otobüsündeydi hayata teşekkür edişim! Ama en güzel ibadetim o yurt çadırındaydı...!   Sinan'ın en yüce amacının gökkubbeyi yeryüzüne indirmek olduğunu öğretmişlerdi bize... Orta Asya'dan Anadolu'ya göç eden Türkler'in hayatlarında gökkubbenin ne kadar önemli olduğuyla ilgili öğretilen klişelerle Koca Sinan'ın ne yapmak istediğini aslında pek de anlayamamıştım; ta ki o yurt çadırından gece vakti, en kalın kıyafetlerimle çıkıp, arkadaşım için dua etmeye yeltendiğimde; kafamı yukarı kaldırıp yüzbinlerce, milyonlarca yıldızı başımın  üzerinde görene kadar...! Bu gökkubbeden başka ne olabilirdi ki? İşte bu, bir türlü kafamda oturtamadığım  o meşhur klişenin vücut bulmuş hali değil miydi? Nasıl da yakındılar o yıldızlar, sonsuzluğa uzanır gider gibi duran uçsuz bucaksız  bozkırın ortasında, hiçliğin içinde, ellerimi gökyüzüne uzatmış, belki birini yakalarım diye yan gözle bakıp, dua ederken kendi usulümce! O duygu, o büyülü an, asla ve kesinlikle bir fotograf karesine sığdırılamaz! İşte bu yüzdendir ki bazı insanlar doğuştan seyyahtır  ve keşfetmek için yaratılmışlardır! Ve o yıldızların yeryüzüne ne kadar yakın olduklarını görmek ve yaşamak için de Moğolistan'a gitmeleri , bozkırda bir zamanlar atalarısın yaptığı  gibi yurtlarda gecelemeleri gerekmektedir...
"Alper Tunga öldü  mü, ıssız  ajun kaldı mı" diyarıdır  burası. Tüm insanlar gibi, tüm Türklerin Ata'sı Alper Tunga da ölmüştür... Ve fakat "ajun" "ıssız" kalmamıştır...! Aynen daha sonra Büyük İskender'in Hindistan'a varıp dağları aştığında ve uçsuz bucaksız önünde uzanan İndus Vadisini görünce dünyanın sonuna varamayacağını  anladığı gibi; sonrasında Orta Asya topraklarından çıkıp  yine tüm cihana sahip olma arzusu içinde yanıp tutuşan Cengiz Han ve Timurlenk de başaramamışlar tek başına tüm evrenin sahibi olmayı! Kim bilir ne büyük hayal kırıklığına uğraşmışlardı, geçtikleri her yerde karşılarındakilerin uyluklarını korkudan sıkıştıran bu korkunç kahramanlar, dünyanın onların sandıklarının çok ötesinde bir büyüklükte olduğunu anladıklarında. Oysa Doğu Rönesansı olarak bilinen 11.yy'da yine bu diyarlardan çıkmış El-Biruni, dünyanın yarı kesitini alıp, diğer tarafta kara parçası vardır demekteydi... Bunun doğrulanması için aradan neredeyse 500 yıl geçmesi ve tarihin 12 Ekim 1492'yi göstermesi gerekiyordu... Dünya gerçekten de çok büyüktü!
İşte Orhun Vadisi, işte Yenisey Vadisi... Bir garip oluyor içim! Oysa milliyetçiliğim de dindarlığım kadardı; demek ki ne kadar da içine işliyordu çocuklukta tarih derslerinde zorla kafana sokulan bilgiler... Bilge Kağan, Kültigin Anıtları, bir tarafları Çince, bir diğer tarafları "Göktürk" alfabesiyle yazılmış! Yine bir garip oluyorum, benim soyadım yahu!  Anıtlar prefabrik bir yapının içinde, bakıcısı duvara et asmış kurutmakta. Vezir Tonyukuk'unki az ileride doğada, hala yüzyıllara, sert bozkır iklimine ve şartlarına karşı yüzyıllara meydan okumakta!
İnsanın bir yere, bir kimseye ait olma ihtiyacı var, bu en asgari düzeyde de olsa... Futbol fanatizminden, klüp üyeliğine, masonluktan tarikat mensupluğuna uzanan bir kimlik arayışı. Oysa böyle bir coğrafyada gökkubbeden öte bir  şeye ait olmaya gerek yok!
Kalon Minare'ye bakıyorum hayran hayran, Buhara'nın ıssız bir çıkmaz sokağının köşesinden...! Çevredeki herşey bana Batılıların ısrarla çizmek istedikleri bir Doğu mistizmini anımsatıyor. Oysa ne giz var ortada, ne de saklı birşey! Bin yıl önce deve sırtında varsaymışız,  muhtemelen tepesindeki meşaleyi görüp, verdiği güvenle bir oh çekip gülümsermişiz. Ya da Cengiz Han'ın ordularıyla girsek  şehre, aynen onun yaptığı gibi bir parmağımızı ısırarak hayranlıkla izlermişiz; muhtemelen! Bir zamanlar Arapların "Maveraünnehir" dedikleri, Aşağı Türkistan topraklarıymış  bugünkü  Özbekistan vatanı! Konuştuğumuz Türk dilinin nerelerden çıkıp geldiğini görmek, yazılı kelimelere dikkatlice baktığımızda  çoğunu çözümleyebildigimizi görmek mutlu ediyor bizi! Köklerimiz bu topraklarda...! Ve bu toprakları tanımamak, bu topraklarla birkaç günlüğüne de olsa haşır neşir olmamak, dedenizi - ninenizi hiç tanımamak ve bunun asla farkında bile olmamak gibi birşey olur...
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

1 Nisan 2012 Pazar

FANTASTİK BİR GÜNEY AMERİKA GEZİSİ TASVİRİ (Konuk Yazar İlknur Yenidede'nin Kaleminden)

Bir insan hem çok zeki, hem çok akıllı, hem çok güzel, hem çok zarif olur mu? Olur!
Evet sevgili okuyucular, bu ayın konuk yazarı "rehber" değil...! Bu sefer de, benimle geziye katılmış arkadaşım İlknur Yenidede beni kırmayarak, yaptığı geziyi her zamanki sarkastik tarzı ile kaleme aldı. İlknur biraz önce yukarıda saydığım güzel erdemlerin hepsine sahip olmakla birlikte, zekice bir nükte yapabilme yeteneğine de sahip (eee ne de olsa koç burcu ;)) pırıl pırıl bir kişilik! Turizmden çok uzak bir dünyada, enerji sektöründe çalışıyor. Yazısı beni okuduktan sonra gülmekten iki büklüm yaptı, sizin de keyifle okuyup benden beter iki büklüm olmanız dileğiyle ve İlknur'a da eline sağlık diyerek paylaşıyorum!

FANTASTİK BİR GÜNEY AMERİKA GEZİSİ TASVİRİ
Işıl’a “kızım ne o program öyle yaa...ağzımın suyu aktı valla” şeklinde bir mesaj atmamla başladı bütün olay. Aralık ayının ilk günleri, Fest Travel’ın web sayfasındaki seyahat programlarını okuyup hayaller kuruyorum. Şili-Arjantin-Brezilya diyor, on gün, yılbaşında Buenos Aires diyor, sayfanın tepesinde Kurtarıcı İsa heykeli kollarını açmış beni çağırıyor. “pahalı yaa.. salla parasını bi daha ne zaman gidicen..çok da uzak yahu..ya dur bi bakiim, izin alabilecek miyim” çelişkileri içinde ayın 28’i geldi, uçağa bindik, gittik. Işıl’la daha önce ikimizin de çok sevdiği arkadaşı canımız Mine’mizin bir doğumgününde tanışmışız, facebook’tan ekleşmişiz, bir iki selam, fotoğraflara statülere “like”lar, tanışıklığımız bu kadar. Fakat kız cin, farkındayım, kafadan tıkır tıkır sesler geliyor, iyi anlaşacağız, hissediyorum. Önce Madrid Barajas, biraz temkinliyiz, small talk’tan yeni çıkmışız. Sonra o efsanevi Iberia uçuşu başlıyor. “Mas pan” lar, ingilizce bilmeyen agresif hostesler, gözümüzde uyku maskeleri, on dört saat uçuştan sonra pelte halinde Santiago’ya iniyoruz.
Hava bayağı yaz, normal olarak. Ama nedense ben buna yine de bi şaşırıyorum. Ekibin fındık fıstık stoğuna havalimanında el koyulurken, ilk defa bir seyahatte yanımdakilere “ben bilmiyorum, ona sorun” demenin lüksüyle mutluluktan sarhoşum. Ben ki vaktiyle ne gruplar gezdirmiş, ne projeler yapmışım, bu sefer kimseden mesul değilim ya, kakara kikiri herşeye gülüyorum. Bir de sular seller gibi ispanyolca konuşuyor Işıl, ondan iki kelime öğrenmişim, herşeye “graciaaaaaass” ve “de acuerdo” diyorum.  Sürekli ve zebellah ölçüsünde kontrolsüzce yiyorum, ki zaten yemek o kadar bol ve çok ki, kilo alıyorum farkındayım, ama o kadar umursamıyorum ki, o kadar olur.
Şili kısmı nispeten kısa sürüyor. Işıl bize,  Isabel Allende’den pasajlar okuyor, çok sabırlı, çok sakin, “nasıl koç burcu la bu? Niye hala patlamadı” diye şaşkın şaşkın izliyorum, ki seyahatin geri kalanı boyunca bu şaşkınlığım sürecek. Arjantin’e geçiyoruz sonra, herşey şahane programlanmış tıkır tıkır işliyor, ne kuyruk beklemek, ne soru işareti, “Işıl hanıııımm” her derde deva. Buenos Aires’te bir yılbaşı gecemiz var, programımız yok, ben tabi şehri hiç araştırmamışım, “ya alırız şarabımızı, gideriz nehir kıyısında veya sahilde yayılırız” modundayım. Nehrin alüvyondan kahverengi aktığını görünce tabi nehir fikrinden uzaklaşıyorum ama bi su kıyısı olmalı! Oluyor da nihayet, yılbaşı gecesi “topa gelişine vurmaya” karar veriyoruz. Parası Güney Amerika’nın gerisine göre değerli, nispeten zengin hisseden Brezilyalı tatilcilerin arasında havai fişekler eşliğinde dans ederek giriyoruz yeni yıla. Bir daha büyük ihtimal hayatımız boyunca karşılaşmayacağımız ekip arkadaşlarımıza sarılıp öperek J İçmeyenlerin içki fişleri de bizde, keyfimiz güzel J Ama peşinden bir tango sefası geliyor ki ertesi gün, ben hala ilk defa uçak görmüş çocuklar gibi, “o neydi yaa” diyerek hatırlıyorum. Esquina Carlos Gardel dansçıları, ki insan değiller, aklımızı alıyor. Ha bu arada, ben kırmızı elbisemle ayrıca renklendiriyorum geceyi, kanıtım var!
Sonra, geziyi planlayanların, önemini isteseler bile yeterince anlatamayacakları bir dilim geliyor..Iguassu şelaleleri...-leri, çünkü bir sürüler, altından üstünden geçiyor, etraflarında dolaşıyoruz, binlerce yüzbinlerce fotoğraf çekmek, gördüğüm herşeyi kaydetmek istiyorum. Iguassu, yerel dilde “büyük su” demek ve “büyük”ten kastın ne olduğunu Garganta del Diablo’ya gelince anlıyorum. O görüntü, o gürültü, o renk, o güç!  Evrimi boşverip, yaradılışa inanmak üzereyim, o derece! Bu arada, gezi programında yer alan “şelale gezisinde giysileriniz ıslanabilir” ibaresinden sonu gelmeyen bir espriler destanı doğuyor. “Işıl hanım, ne zaman ıslanıcaz?” sorusuyla bir koçun sabrını ne kadar sınayabilirsiniz? Sonuna kadar! Ben gözlerine bakıyorum, o tutuşan kıvılcımları görüyorum, derin bir nefeeees ve hatun ses tonunu bile bozmadan kibarca ve üstelik mantıklı cevaplar vermeye devam ediyor. Alkış!
Ve nihayet ıslanacağımız gün geliyor, bir kısmımız olayı ciddiye almamış, ofis kıyafetinin üzerine can yeleği giyip suya inmek isteyince makaralar kopuyor. “yok ben ıslanırsam üşürüm”cüler var, 40 derece güneşin altında yağmurluklarla iştirak etmekte ısrarlılar. “Bakın şelalenin altına gireceğiz, fayda etmez” uyarıları nafile. Iguassu merkez, kafasına göre herkes, nehrin akışının tersine zodyakla açılıyoruz. Bayağı şakır şakır yağan, nispeten küçük bir şelalenin altında ufak bir tur atıyoruz. Küçük dediğim şöyle, yıkandığınız en basınçlı duşu düşünün, onun yirmi katı, elli katı, yüz katı su iniyor tepemize..Göz açmak mümkün değil! En hanım hanımcık teyzeler bile ciyak ciyak! Ve tabii ki beklendiği gibi, donumuza kadar su içindeyiz J  Otuz saniye nefes alma molası verip, yeniden şelalenin altına giriyor bot, ve ben o arada gözümdeki lensin çıktığını hissediyorum! 2,5 derece miyopum, değişiklik olsun diye renkli dereceli lens takmışım o gün, yanağımda süzülen lensi yakalayıveriyorum! Fakat takdir edersiniz ki, dört yanınızda şelaleler, altınızda zıplayan bir zodyak ve her manevrada başka bir dalgayla tokatlayan bir nehrin üzerinde sürat yaparken, o lensi takmak imkansız! Ben de van kedisi gözlerimle maceraya devam ediyorum , ta ki sahile dönüp diğerini de çıkarıp atana kadar. J Islakları çıkarıp kuruları giyip Rio uçağına yetişiyoruz, hepimiz parmak arası terliklerle bütünleşmiş durumdayız. Evet tabii mevsim yaz, güney yarıküredeyiz ama havalimanında ıslak saçlarla şıpıdı şıpıdı koşmaya pek alışkın değil bu bünye.
Rio’ya inince, Brezilya’nın bu kıtanın gerisine benzemediğini hemen kendini belli ediyor. Vaktinde şeker plantasyonlarında çalışması için getirilmiş Afrikalılar sayesinde, ülkenin renk skalası çok geniş. Sade ten rengi değil, ülkenin “temper”ı da bi değişik, olaya davul karışmış, zil karışmış, dansçılar bağırış çağırış, hoppidi bir hava var ortamda. Ya da belki ben öyle hissediyorum, Arjantin’in o pasif-agresif tangosundan sonra, açığa çıkmış delilik halinden çok memnunum.
Otelimiz Copacabana plajında. İlk defa okyanusta yüzüyorum, hemen düzelteyim, yüzemiyorum, zıplıyorum. Okyanus çekmesi denen olayı ilk defa tecrübe etsem de, endişem hemen geçiyor, sağolsun Atlantik durup durup beni sahile atıyor zaten. “when in Rome, do as the Romans  do” , Berfu’yla ben iki deli, güruha karışıyoruz, her dalga gelişinde avazımız çıktığı kadar bağırıp, gelen dalgayı değişik artistik figürlere karşılıyoruz, aynı sahildeki Brezilyalıların yaptığı gibi (biz süt gibiyiz haliyle, kim yeni gelmiş anlamak çok kolay J) Dört hatun güneşlenirken etrafımızda oluşan tribün de gösteriyor ki, kıtanın ne önemi var, mühim olan abazanlık! Güneş şemsiyesine bikini üstlerinden püskül yapmış yaratıcı Rio seyyar satıcıyla da müşerref olup, plaj sefasını sonlandırıyoruz.
Tabii beni bu geziye katılmak için tavlayan o meşhur İsa heykeli olmuş, ben onun derdindeyim, herkes gibi. Heykelin üzerinde durduğu Corcovado tepesine çıkmak için bir tren var, bayağı banliyö treni gibi. Onu beklerken seyyar satıcı bir abinin ilgisine mazhar oluyorum. Beni İtalyan, Yunan, Amerikalı zannettikten sonra memleketi söylüyorum,  o da sempatisini esirgemiıyor : “Selamun aleyküm, en büyük fener! “  Alex’in hatrına terslemiyorum seni, gasssraylıyım olm ben!  Kurtarıcı İsa’nın barışçı çağrısına uyup, satıcıyı müstehakını bulması için terkediyor ve trenimize biniyorum.  Fekat...korktuğumuz başımıza geliyor, İsa sisler içinde! Sadece o değil, şehrin alamet-i farikası o muhteşem adalar, o manzara, Ocak ayı nehri, hiçbiri yok! Kısmet değilmiş desek, başka zaman ne zaman gelip görülür Rio kimbilir! Suratlar asılmış, herkes mutsuz..Öğle yemeği vakti, Işıl yine muhteşem bir hamleyle meseleyi çözüyor,” yemeği burada kafede yiyelim, bakarsınız o arada sis dağılır” diyor.  Ve dağılıyor! İsa heykelinin ayaklarının dibinde yerlerde oturmuş fotoğraf için bekleyen güruhtan bir alkış yükseliyor. Kolay mı saatlerdir kamp kurmuşlar, bir kare fotoğraf için, İsa’nın yüzünü çekebilmek için, kollarını onunla aynı karede yana açıp o çok tipik şebek pozu vermek için beklemişler. (Berfu’ya not : nerde benim o fotoğrafım???)  Bu arada, heykelin tamamını kareye sığdırabilmek için, yere sırtüstü uzanmak gerekiyor, bunun için de yer karolarının bir kısmını kaldırıp “uzanmalık” bir yer yaratmışlar. Fotoğrafta görebileceğiniz saçma pozisyonlar, bundan kaynaklanıyor.  Heykelin ayaklarının altında bir de minicik şapel var. Görevli amca sürekli elleri dudaklarında “şşşşt şşşşttt” yapıyor, şapkalarımızı işaret ederek “no no “ diyor, ben de öğrendiğim iki kelimeden birini kullanıp “de acuerdo” diyorum ama tabii o Brezilya’da geçmiyor, “gracias” hiç olmuyor, ben de vazgeçip inançsız hayatıma geri dönüyorum.
Arada tabii uzun uzun yazmadığım bir sürü başka güzel şey de oluyor. Mesela çok güzel bir klübe gidiyoruz, içiyoruz dans ediyoruz, Joao Sabia’yı görüyoruz, Maracana stadyumunu, Rio Festivali’nin yapıldığı o küçücük platformu, Şeker Tepesi’ni görüyoruz. “bu teleferik yukarı mı çıkıyor”, “ben dün ıslanmadım ama bütün arkadaşlar ıslanmış, bi sıkıntı olur mu” tarzı manasız sorularla Işıl’ı delirtme çabalarımıza azimle ve organize şekilde devam ediyoruz. Fakat çabalarımız sonuçsuz kaldığı, hatun çizgisini hiç bozmadığı gibi, dönüş yolunda bizi bir de bonus Madrid turuna çıkarıyor.
On günde 950 fotoğraf, 25 adet irili ufaklı hediye,  bir çanta dolusu uçak-tren-müze-sergi bileti, bir kilo alfajor, dört şarap, iki dvd, iki çift parmak arası terlik ve o terliklerden mütevellit bir nasır, rengarenk üç ayrı banknot olarak bir miktar güney amerika dövizi, iki poster ve hepsini giymeyi başardığım yazlık elbiselerimden oluşan bir bavul ve 2,5 kilo almış, şahane yerler görmüş, muhteşem sohbetler etmiş, harika anekdotlar dinlemiş, dinlenmiş eğlenmiş mutlu bir insan olarak geri dönüyorum.. İyi ki bu tatile bu yılbaşında gitmişim, iyi ki Işıl’la gitmişim..Şimdi dese haftasonu şelaleye gidicez, hiç düşünmem kalkar giderim.