3 Mayıs 2013 Cuma

KARADENİZ’İN İNCİSİ ODESSA


Karadeniz’in rüzgarından mıdır, mimarisine kadın elinin değdiğinden midir bilmem ama merkezine taksiyle vardığımız andan itibaren sevdim Odessa’yı… Sevgiden de öte, ilginç bir huzur verdi kent bana. Nedendir bilmem, eski Sovyet şehirlerine vardığımda: “Burada benim üzerimde ve ötemde çok büyük şeyler dönüyor” paranoyasına kapılmadım; çevremdeki tüm o, ne idüğü belirsiz zenginliğe rağmen, dostane bir aura sardı beni ilk andan itibaren. 89-91 yılları arasında yaşanan sancılı yıllar sonrasında tüm eski Sovyet etkili ülkelerde olduğu gibi mutlaka burayı da sarmıştı mafya, fuhuş, kara para ve türlü karanlık işler; ancak bazı şehirler vardır ki, tüm o ayaklar altına alınışa, aldırılmayışa ve değerini asla bilemeyecek cahil bir kalabalıkla dolduruluşuna rağmen hala güzellerdir… Ona anlayışla yaklaşmanızı beklerler, tıpkı bir saatlik uçak yolculuğu öncesinde ayrıldığımız kadim şehrimiz gibi…

“Neden sevdim bu şehri böylesine?” diye yöneltince soruyu kendi kendime, bir yandan da çetin Karadeniz rüzgarını çekerken ciğerlerime, cevap da kendiliğinden geliyordu aslında… Önce yapılar çekti dikkatimi, hepsi son derece orijinaldi. Ahenkli bir 19. yy  şehir mimarisini yansıtıyordu, emperyal ölçülerde değildi ancak zarif ve şık yapılmışlardı. Açıkçası tam bir sürpriz olmuştu benim için, Karadeniz kıyısında bu denli zarif bir şehirle karşılaşmak! Sokak isimleri geçmişiyle ilgili ipuçları veriyordu: Frantsuzky (Fransız), Italiansky (İtalyan), Yevreyskaya (İbrani), Gretcheskaya (Yunan), Arnautskaya (Arnavut) Sokakları gibi…  Kırk milletten insanın bir araya gelip yaşadığı şehirler (özellikle liman şehirleri) her zaman cezbetmiştir beni, herkesin kendinden bir parça bulduğu ancak kimseye ait olmayan şehirler… Ancak artık yoklardı! Ne Fransızlar, ne İtalyanlar, ne de o şehrin ticari yaşamına önemli miktarda damgasını vurmuş Yahudiler… Yerlerine zaman içinde yerleşecek kırsal kesim köylüsü, bir zamanların o Avrupai havasının verdiği baş döndürücü karizmayı ve kültürü, yeniden kazandıramazdı asla kente!

Sonra o parke taşlarıyla döşenmiş sokaklar çekti dikkatimi. Etrafımı saran kent, Rus etkisinden
çok Akdeniz etkiliydi. Birazdan at arabalarının ard arda önümden geçeceğini hayal ettim, bu kente en çok yakışan şey biraz nostalji olmalıydı. Ve önümde fötr şapkasını çıkararak selam verecek bir Alexander Pushkin düşledim. 1823- 1824 yılları arasında bu şehirde geçirdiği sürgün günlerinde yazdığı mektuplardan kısa bir bölüm okuyacaktı bana: “Hava tüm Avrupa ile dolu, konuşulan dil Fransızca ve tüm Avrupa gazeteleri satışa çıkar  Odessa’da.” Birlikte II. Katerina’nın heykelinin bulunduğu meydana çıkıyoruz. Tarihte en çok hayranlık duyduğum kişilerden biri, Alman kökenli İmparatoriçe… “Oku” diyor bana! Gösterdiği tabelada Türkçe dahil şehrin kuruluşu 6 farklı dilde anlatılıyor: “Hacıbey adlı bir yerleşim üzerine kurdurduğunu anlatıyor Çariçe yeni şehri. 15. Yy’da şehri fetheden Kırım Hanı Hacı Giray’dan alıyordu önceki adını. Daha sonra 1529’da Osmanlı’nın direk yönetimine geçmişti ve 1787-1792 yılları arasında cereyan eden Osmanlı – Rus Savaşı’na kadar da öyle kalmıştı. Ancak 1789 yılında Ruslar şehri kendi yönetimlerine katmışlardı. İlginç bir şekilde etrafımda Osmanlı’ya dair tek bir şey bile göremediğimi fark ettim. Dile kolay, neredeyse üç asır, ancak silik bir iz bile yok! O iz kendini sadece Katerina’nın ayakları altına aldığı, Hacıbey Kalesi’nin muhafız kuvvetleri komutanının sancağı şeklinde, ironik bir metafor olarak gösteriyordu: Katerina’nın hanesine 1, Osmanlı’nın hanesine 0 yazarak… “Liman ve şehrin inşa edilmesini emrederiz” diyordu elinde tuttuğu fermanda.


1800’lerin başından itibaren başlayan bu hummalı inşa sürecinde Avrupa’nın her yerinden mimarlar ve sanatçılar akmıştı şehre, bu yüzdendir bu kadar Avrupai, bu kadar Akdenizli görünmesi. O zamanlar Çarlık Rusya’sının Batıya en çok özendiği dönemlerdir.  Odessa denilince hemen akla gelen “Potemkin Merdivenleri”, İtalyan mimar Francesco Boffo tarafından yapılmıştır mesela. Yönetmen Sergei Eisenstein’ın “Potemkin Zırhlısı” adlı filmindeki etkili sahnelerle üne kavuşan bu 200 basamaklı (günümüzde 192) geniş merdiven insanda optik bir illüzyon yaratması için dahiyane bir şekilde dizayn edilmiş. Aşağıdan bakınca sadece basamaklar, yukarıdan bakınca ise sadece basamaklar arasındaki platformlar görünüyor, basamaklar görünmüyor! Merdivenin bir ucu şehrin her daim en önemli geçim kaynağı olmuş limana, öbür ucu ise ana arterlerden Primorsky (Deniz Kıyısı) Bulvarına açılıyor. Bulvarda yürürken, güzel havayla birlikte ortaya çıkmış müzisyenleri ve pandomimcileri izliyorum. Bir zamanlar aynı yoldan ressam Aivazovsky ve yazar Gogol’un da geçtiğini düşünerek iyice neşeleniyorum!

Yol beni önce Dük Richelieu Anıtı’na getiriyor. Fransız asıllı bu son derece önemli asilzade
uzun yıllar süren sürgün hayatı sırasında Çar Alexander tarafından Odessa’ya vali tayin edilmiş... Bir Avrupalı… Sonra şehrin en ünlü caddelerinden Deribasovskaya’ya getiriyor ayaklarım beni. Bu sokağın adını, İspanyol kökenli “Jose de Ribas” tan aldığını öğreniyorum. Bu zat biraz önce bahsini ettiğimiz Osmanlı – Rus Savaşı’nda yerini almış, sonrasında da şehrin kuruluşuna yardımcı olmuş ve en sonunda da şehrin ilk Valisi tayin edilmiş bir Avrupalı… Şehrin tarihini şekillendiren birbirinden ilginç karakterlerin listesi böylesine uzayıp gidiyor işte…


Ayaklarım beni en son, akşam vakitlerine doğru heyecanla görmeyi beklediğim yapıya getiriyor. Haşmetli yapısıyla hemen tavlıyor beni! Burada ilkin 1810 yılında kurulmuş Opera Binası ancak  1873’te çıkan bir yangında hasar görmüş. Şimdiki yapı ise Neo – Barok tarzda inşa edilmiş ve 1887 yılında hizmete açılmış. Avrupa’daki muadillerine bile açık ara fark atacak güzellikte bir Opera Binası! Gitmeden önce internet sitesinden çok incelemiştim bir temsil var mı diye ancak bizim orada olduğumuz günlere rastlayan bir şey gözüme çarpmamıştı. Oysa şimdi yapının fotoğrafını çekerken bir dolu insanın temsil arasında sigara içmek için dışarı çıktığını görüyordum.

Koşarak kapıya vardım ve yaklaşık 2 saat önce başlamış olan temsilin adını Kiril alfabesiyle
yazılmış olmasına rağmen rahatlıkla çözdüm: “La Boheme”! Mutlaka içeri girmeliydim, son perdesi de olsa bu temsili izlemeliydim. Bilet ofisi haliyle kapanmış olduğu için barbarca içeri dalmayı denedim! Ancak Rus şehirlerinden alışık olduğum; müzelerde, kütüphanelerde, kültürel ortamlarda  bir kenarda oturmuş, gözetim yapan yaşlı teyzelerden biri durdurdu beni ve bilet almamı telkin etti. “Bari bırak fotoğraflarını çekeyim” dedim elimdeki makineyi göstererek… Nuh diyor Peygamber demiyor… Karşı taraftaki diğer yaşlı teyzeye gidiyorum, olabilecek tüm dillerden bir kelime koyarak “bana bilet sat” diyorum. Tüm kültürlerde aynı olan dilden konuşup kendisine 10 euro karşılığı yerel para uzatıyorum. Kapitalizme kendini çoktan teslim etmiş bir eski düzen bireyleri olarak bu hareketimi sevinçle karşılıyorlar ve çöpten 2 bilet çıkarıp bana uzatıyorlar. Sonra biletleri tekrar isteyip, onları bir de scan ederek, geleneksel Ukrayna (Rus) bürokrasisine ne kadar bağlı olduklarını bana ispatlamış oluyorlar. Saçma sapan bir gülümseme fırlattıktan sonra salona geçiyorum, rüya gibi bir son perde izliyorum…


Boşuna dememişler: “Seyahat parayla satın alıp, sonunda seni zengin eden yegane şeydir” diye. Odessa Opera ve Bale Tiyatrosu’nda La Boheme’in son perdesini izlemiş olmak bana böyle bir zenginlik katıyor! Çıkışta biletçi teyzeyle karşılaşıyoruz, bana sevgiyle gülümseyip “Fotoğraf çektin mi?” diye soruyor. “Çektim” diyorum ve Rusça bildiğim 3-5 kelimeden “spasiva”yı yapıştırıyorum cümlenin sonuna. Kolumdan tutup beni afişe doğru götürüyor, ertesi günün programını gösteriyor. “Nasyonel Bale” diyor. Yine gel diye eliyle işaret ediyor…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK