Karadeniz’in rüzgarından mıdır, mimarisine
kadın elinin değdiğinden midir bilmem ama merkezine taksiyle vardığımız andan
itibaren sevdim Odessa’yı… Sevgiden de öte, ilginç bir huzur verdi kent bana.
Nedendir bilmem, eski Sovyet şehirlerine vardığımda: “Burada benim üzerimde ve
ötemde çok büyük şeyler dönüyor” paranoyasına kapılmadım; çevremdeki tüm o, ne
idüğü belirsiz zenginliğe rağmen, dostane bir aura sardı beni ilk andan
itibaren. 89-91 yılları arasında yaşanan sancılı yıllar sonrasında tüm eski
Sovyet etkili ülkelerde olduğu gibi mutlaka burayı da sarmıştı mafya, fuhuş,
kara para ve türlü karanlık işler; ancak bazı şehirler vardır ki, tüm o ayaklar
altına alınışa, aldırılmayışa ve değerini asla bilemeyecek cahil bir
kalabalıkla dolduruluşuna rağmen hala güzellerdir… Ona anlayışla yaklaşmanızı
beklerler, tıpkı bir saatlik uçak yolculuğu öncesinde ayrıldığımız kadim
şehrimiz gibi…
“Neden sevdim bu şehri böylesine?” diye
yöneltince soruyu kendi kendime, bir yandan da çetin Karadeniz rüzgarını
çekerken ciğerlerime, cevap da kendiliğinden geliyordu aslında… Önce yapılar
çekti dikkatimi, hepsi son derece orijinaldi. Ahenkli bir 19. yy şehir mimarisini yansıtıyordu, emperyal ölçülerde
değildi ancak zarif ve şık yapılmışlardı. Açıkçası tam bir sürpriz olmuştu
benim için, Karadeniz kıyısında bu denli zarif bir şehirle karşılaşmak! Sokak
isimleri geçmişiyle ilgili ipuçları veriyordu: Frantsuzky (Fransız), Italiansky
(İtalyan), Yevreyskaya (İbrani), Gretcheskaya (Yunan), Arnautskaya (Arnavut)
Sokakları gibi… Kırk milletten insanın
bir araya gelip yaşadığı şehirler (özellikle liman şehirleri) her zaman
cezbetmiştir beni, herkesin kendinden bir parça bulduğu ancak kimseye ait
olmayan şehirler… Ancak artık yoklardı! Ne Fransızlar, ne İtalyanlar, ne de o
şehrin ticari yaşamına önemli miktarda damgasını vurmuş Yahudiler… Yerlerine
zaman içinde yerleşecek kırsal kesim köylüsü, bir zamanların o Avrupai
havasının verdiği baş döndürücü karizmayı ve kültürü, yeniden kazandıramazdı asla
kente!
Sonra o parke taşlarıyla döşenmiş sokaklar
çekti dikkatimi. Etrafımı saran kent, Rus etkisinden
çok Akdeniz etkiliydi. Birazdan
at arabalarının ard arda önümden geçeceğini hayal ettim, bu kente en çok
yakışan şey biraz nostalji olmalıydı. Ve önümde fötr şapkasını çıkararak selam
verecek bir Alexander Pushkin düşledim. 1823- 1824 yılları arasında bu şehirde
geçirdiği sürgün günlerinde yazdığı mektuplardan kısa bir bölüm okuyacaktı
bana: “Hava tüm Avrupa ile dolu, konuşulan dil Fransızca ve tüm Avrupa gazeteleri
satışa çıkar Odessa’da.” Birlikte II.
Katerina’nın heykelinin bulunduğu meydana çıkıyoruz. Tarihte en çok hayranlık
duyduğum kişilerden biri, Alman kökenli İmparatoriçe… “Oku” diyor bana!
Gösterdiği tabelada Türkçe dahil şehrin kuruluşu 6 farklı dilde anlatılıyor: “Hacıbey
adlı bir yerleşim üzerine kurdurduğunu anlatıyor Çariçe yeni şehri. 15. Yy’da
şehri fetheden Kırım Hanı Hacı Giray’dan alıyordu önceki adını. Daha sonra 1529’da
Osmanlı’nın direk yönetimine geçmişti ve 1787-1792 yılları arasında cereyan
eden Osmanlı – Rus Savaşı’na kadar da öyle kalmıştı. Ancak 1789 yılında Ruslar
şehri kendi yönetimlerine katmışlardı. İlginç bir şekilde etrafımda Osmanlı’ya
dair tek bir şey bile göremediğimi fark ettim. Dile kolay, neredeyse üç asır,
ancak silik bir iz bile yok! O iz kendini sadece Katerina’nın ayakları altına
aldığı, Hacıbey Kalesi’nin muhafız kuvvetleri komutanının sancağı şeklinde,
ironik bir metafor olarak gösteriyordu: Katerina’nın hanesine 1, Osmanlı’nın
hanesine 0 yazarak… “Liman ve şehrin inşa edilmesini emrederiz” diyordu elinde
tuttuğu fermanda.
1800’lerin başından itibaren başlayan bu
hummalı inşa sürecinde Avrupa’nın her yerinden mimarlar ve sanatçılar akmıştı
şehre, bu yüzdendir bu kadar Avrupai, bu kadar Akdenizli görünmesi. O zamanlar Çarlık
Rusya’sının Batıya en çok özendiği dönemlerdir.
Odessa denilince hemen akla gelen “Potemkin Merdivenleri”, İtalyan mimar
Francesco Boffo tarafından yapılmıştır mesela. Yönetmen Sergei Eisenstein’ın “Potemkin
Zırhlısı” adlı filmindeki etkili sahnelerle üne kavuşan bu 200 basamaklı
(günümüzde 192) geniş merdiven insanda optik bir illüzyon yaratması için
dahiyane bir şekilde dizayn edilmiş. Aşağıdan bakınca sadece basamaklar,
yukarıdan bakınca ise sadece basamaklar arasındaki platformlar görünüyor,
basamaklar görünmüyor! Merdivenin bir ucu şehrin her daim en önemli geçim
kaynağı olmuş limana, öbür ucu ise ana arterlerden Primorsky (Deniz Kıyısı)
Bulvarına açılıyor. Bulvarda yürürken, güzel havayla birlikte ortaya çıkmış
müzisyenleri ve pandomimcileri izliyorum. Bir zamanlar aynı yoldan ressam
Aivazovsky ve yazar Gogol’un da geçtiğini düşünerek iyice neşeleniyorum!
Yol beni önce Dük Richelieu Anıtı’na
getiriyor. Fransız asıllı bu son derece önemli asilzade
uzun yıllar süren sürgün
hayatı sırasında Çar Alexander tarafından Odessa’ya vali tayin edilmiş... Bir
Avrupalı… Sonra şehrin en ünlü caddelerinden Deribasovskaya’ya getiriyor
ayaklarım beni. Bu sokağın adını, İspanyol kökenli “Jose de Ribas” tan aldığını
öğreniyorum. Bu zat biraz önce bahsini ettiğimiz Osmanlı – Rus Savaşı’nda
yerini almış, sonrasında da şehrin kuruluşuna yardımcı olmuş ve en sonunda da
şehrin ilk Valisi tayin edilmiş bir Avrupalı… Şehrin tarihini şekillendiren birbirinden
ilginç karakterlerin listesi böylesine uzayıp gidiyor işte…
Ayaklarım beni en son, akşam vakitlerine
doğru heyecanla görmeyi beklediğim yapıya getiriyor. Haşmetli yapısıyla hemen
tavlıyor beni! Burada ilkin 1810 yılında kurulmuş Opera Binası ancak 1873’te çıkan bir yangında hasar görmüş.
Şimdiki yapı ise Neo – Barok tarzda inşa edilmiş ve 1887 yılında hizmete
açılmış. Avrupa’daki muadillerine bile açık ara fark atacak güzellikte bir
Opera Binası! Gitmeden önce internet sitesinden çok incelemiştim bir temsil var
mı diye ancak bizim orada olduğumuz günlere rastlayan bir şey gözüme
çarpmamıştı. Oysa şimdi yapının fotoğrafını çekerken bir dolu insanın temsil
arasında sigara içmek için dışarı çıktığını görüyordum.
Koşarak kapıya vardım ve yaklaşık 2 saat önce
başlamış olan temsilin adını Kiril alfabesiyle
yazılmış olmasına rağmen
rahatlıkla çözdüm: “La Boheme”! Mutlaka içeri girmeliydim, son perdesi de olsa
bu temsili izlemeliydim. Bilet ofisi haliyle kapanmış olduğu için barbarca
içeri dalmayı denedim! Ancak Rus şehirlerinden alışık olduğum; müzelerde,
kütüphanelerde, kültürel ortamlarda bir
kenarda oturmuş, gözetim yapan yaşlı teyzelerden biri durdurdu beni ve bilet
almamı telkin etti. “Bari bırak fotoğraflarını çekeyim” dedim elimdeki makineyi
göstererek… Nuh diyor Peygamber demiyor… Karşı taraftaki diğer yaşlı teyzeye
gidiyorum, olabilecek tüm dillerden bir kelime koyarak “bana bilet sat”
diyorum. Tüm kültürlerde aynı olan dilden konuşup kendisine 10 euro karşılığı
yerel para uzatıyorum. Kapitalizme kendini çoktan teslim etmiş bir eski düzen
bireyleri olarak bu hareketimi sevinçle karşılıyorlar ve çöpten 2 bilet çıkarıp
bana uzatıyorlar. Sonra biletleri tekrar isteyip, onları bir de scan ederek,
geleneksel Ukrayna (Rus) bürokrasisine ne kadar bağlı olduklarını bana ispatlamış
oluyorlar. Saçma sapan bir gülümseme fırlattıktan sonra salona geçiyorum, rüya
gibi bir son perde izliyorum…
Boşuna dememişler: “Seyahat parayla satın
alıp, sonunda seni zengin eden yegane şeydir” diye. Odessa Opera ve Bale
Tiyatrosu’nda La Boheme’in son perdesini izlemiş olmak bana böyle bir zenginlik
katıyor! Çıkışta biletçi teyzeyle karşılaşıyoruz, bana sevgiyle gülümseyip “Fotoğraf
çektin mi?” diye soruyor. “Çektim” diyorum ve Rusça bildiğim 3-5 kelimeden “spasiva”yı
yapıştırıyorum cümlenin sonuna. Kolumdan tutup beni afişe doğru götürüyor,
ertesi günün programını gösteriyor. “Nasyonel Bale” diyor. Yine gel diye eliyle
işaret ediyor…
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK
I am happy to find this post very useful for me, as it contains lot of information. I always prefer to read the quality content and this thing I found in you post.
YanıtlaSilClick Here to Get More Sites
Packers And Movers Delhi
Packers And Movers Greater Noida
Packers And Movers Noida
Packers And Movers Ghaziabad