Önce Etiyopyalılar geldiler huzura,
yanlarında bir vazo, fildişi ve zürafa getirdiler. Sonra Arap Halkları
geldiler, develeri ve kumaşlarıyla. Trakyalılar at getirmişlerdi, başlarında
sivri başlıkları… Hörgüçlü boğaları ile Pakistanlılar, at ve metal eşyalar
getiren Sogdiyalılar. Ceylan getiren Libyalılar… Ve liste uzayıp gidiyordu….
Önünde vücut bulan bu seremoniden son derece mutluydu tahtında oturan kral.
Hafifçe gülümsedi, bilinen dünyanın çok önemli bir kısmına hükmetmekteydi,
kendisinden sonra gelenler onu “Büyük Darius” olarak anacaklardı…
Her çocuk gibi biz de ufak yaşlarımızda albüm
düzenledik. İlk sayfalar siyah-beyaz fotoğraflardan oluşurken daha sonrakiler
renkli fotoğraflı sayfalardan oluşurdu. Ablam küçücükken annemle beraber
Kapadokya’da verdikleri bir poz vardı, hiç unutamadığım fotoğraflardan.
Kapadokya’yı gezdirdiğimiz turistlere anlatırken illa ki bölgenin adının
kökeninin Pers dilinde “Güzel Atlar Ülkesi” olduğundan bahsederiz… İşte bu
yüzdendir ki o fotoğrafta annemin giydiği ve atmaya kıyamayıp sakladığı
elbisesini giyip gittim Persepolis’i gezmeye ve en az onlar kadar yakışıklı
pozlar vermeye çalıştım, onlardan tam 34 yıl sonra…
Kasım ayı olmasına rağmen hava hala bir hayli
sıcak. Arabanın camını açmış rüzgarı yüzümde hissederken rehberimiz anlatmaya
başlıyor: “İran” sözcüğünün kökeni Sanskritçe “Aryan” sözcüğünden gelir. Modern
dilimize Zerdüştçülüğün kutsal kitabı Avesta’da yer alan bir Proto-İrani terim
olan “Aryanam”dan girmiştir. Ariya ve Airiia kelimeleri aynı zamanda Ahameniş
İmparatorluğu yazıtlarında etnik bir atıf olarak yer almıştır.” Gerçekten de
İran’ın güneyini kaplayan Parse (Fars) bölgesi coğrafi bir alanın adıyken,
“İranlılık” milliyetleri, “Aryan” ise etnik kökenlerinin adı olarak geçiyordu
yazıtlarda. Ki Aryanlardan önce Hint-Avrupa gruplarından olmayan, Asya kökenli,
MÖ 3000 gibi çok eski dönemlerde İran’ın
güneybatısındaki başkentleri Susa(Şuş)’dan yönettikleri büyük bir devlet kurmuş
olan “Elamlılar” var. Sonra Hint-Avrupa kökenli Aryan Halklar yayılmaya
başlıyorlar, bugünkü modern coğrafyanın Güney Rusya topraklarına denk düşen
bölgeden, doğuda Hindistan, Batıda İrlanda’ya kadar. Yüzlerce yıl sürüyor bu
göçler ve yaklaşık MÖ 1000 yıllarında yaşanan en büyük dalgada İran’ın Aryan
halkaları olan Medler ve Persler yerleşiyorlar yeni vatanlarına. Bu yeni
gelenler yerel halkla karıştırılmamak için hiç de alçak gönüllülük göstermeden
kendilerine “asil” anlamına gelen “Arya” diyorlar…
Batılı turistlere rehberlik yaparken en
hoşuma gitmeyen şeylerden biri, biz Türkleri de tutup Araplarla aynı kefeye
koymaları olurdu. Boşu boşuna anlatırdık: “Bakın bizim etnik kökenimiz farklı,
konuştuğumuz dilin ait olduğu aile grubu farklı, geldiğimiz coğrafya farklı…”
Ancak çoğunlukla turistler beraberlerinde getirdikleri sığ önyargılarını aynen
beraberlerinde ülkelerine geri götürürlerdi. “Dinin” insanlarda yarattığı
“paralize” edici etki. Kültür ne zamandan beri tek boyutlu bir olgu olmuştu?
Neden o tek boyut hep dinden ibaretti? Çok eski zamanlarda şaman olan biz
Türklerle, çok eski zamanlarda Zerdüştçü
olan İranlıların bu konuda aynı dertten muzdarip olduklarını düşündüm. Ve
bunları düşünürken Şiraz’dan 60km öteye gidip Persepolis’in kapısına gelmiştik
bile!
Persepolis daha sonra Yunanlıların verdiği
addı bu görkemli şehre. Ahameniş İmparatorluğunun güçlü kralları Büyük Darius
(MÖ 525-486), Xerxes (MÖ 486-466) ve Artaxerxes (MÖ 466-424) tarafından inşa
ettirilmişti o kudretli saraylar. Ahameniş Krallarının yazlık başkenti Susa(Şuş),
kışlık başkentleri ise Hemedan(Ecbatana)’da iken, Persepolis özellikle bu
imparatorluğun sınırları içinde yaşayan yabancı heyetlerin kabulü ve Nevruz
kutlamaları için kullanılan bir tören yeriydi. Zaten daha sonra Apadana
Sarayının merdiven panelleri üzerinde gördüğümüz kabartmalar hiç kuşku
bırakmayacak şekilde bu kabul törenlerini anlatıyor… Büyük Darius döneminde
toprakları üç kıtaya yayılmış, toplamda 8milyon km2’yi kapsayan bu imparatorluğun
dahilinde yaşayan halklar ve getirdikleri hediyeler: 28 milletten insan ve
yığınla değerli mal-meta-hayvan sürüsü… Her birine eşlik eden Kraliyet Pers
askeri ve her grubun arasında bulunan şişman bir servi ağacı kabartması… Ne
ilginçtir, servi daha sonra merzarlıklarda ekilen bir ağaç olacaktı, yas
tutmanın sembolü olarak kabul edilecekti. Ne zaman anlam değiştirmişti servi? Bundan
2500yıl önce Apadana Sarayının merdivenlerinde “hayatı” simgeleyen servi,
tarihin hangi döneminde ölümle özleştirilmişti?
Ölüm deyince birden Persepolis’in birçok
yapısında çeşit çeşit betimlenmiş askeri birliklerden biri ve hatta en önemlisi
olan “On Bin Ölümsüz”den bahsetmeye başlıyor rehberimiz… Bu on bin asker,
kralın en seçkin birliği ve sayıları asla değişmiyor. İçlerinden biri
hastalanır ya da ölürse hemen yerine başka biri ikame ediliyor ve böylece sayı
hep sabit tutuluyor. Aramızda İngilizce konuştuğumuz ve devamlı olarak bu
birlikten “Immortals” olarak bahsettiğimiz için birden rehberimiz “Gardi Cavidan”
deyince, pardon Cavit mi dedin diye soruyorum. O da evet “Cavit” Farsça ölümsüz
demek diyor. Peki “Bengi” diyorum? Farsça’da böyle bir kelime olmadığını
söylüyor. Ne cahillik! Ben ki 34 yıl boyunca adımın (Bengi) Farsça orijinli
olduğunu sandım; asıl babamın (Cavit) kendi adının öz be öz “Türkçesini” bana
koymuş olduğunu o an fark ediyorum. Üzerimde annemin ben bebekken giydiği 34
yıllık elbisesiyle…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder