Sabiha Gökçen Havalimanı’ndayız. Akşamın geç
bir saati ve Kasım ayı oluşundan dolayı pek de fazla bir kalabalık yok
ortalıkta. Birazdan aynı uçağa birlikte bineceğimiz yolcuların bir kısmı
keyifle biralarını yudumluyor, bir diğer kısmı ise (bana her zaman garip gelen
bir şekilde) seccadesini uluorta yere sermiş namaza durmakta… Kısa bir süre
sonra Tahran yolcularını çağırıyorlar 204 numaralı kapıya…
İran’a giderken en ufak bir önyargı bile
taşımıyordum; son derece isteyerek, yıllar boyu doğru zamanı kollamaya çalışarak
ve en sonunda bu isteğime uzun zamandır benimle ortak olmuş sevgili “Maria
Dolores (Loles)” ile uygun zamanlarımızı uyuşturarak çıktık yola… Batının
vermiş olduğu klişe oryantalist korkular ülkeye ayak basıp bir süre vakit
geçirene kadar Loles’i bir miktar sarmıştı ancak döndüğümüzde izlenimlerimiz
hemen hemen “tamamıyla” örtüşecekti…
En sonunda söyleyeceğimi en başta söyleyeyim;
İran’ı hiç sevmedim, nereye baksam bir eksiklik gördüm; sanki tuzu unutulmuş
bir yemek ya da içinden birkaç ton eksilmiş bir gökkuşağı gibi… Aslında tam da
kelime bu; “renk” eksikti İran’da… İçinden geldiği gibi gülemeyen, dans etmesi
yasaklanmış insanlar, şarkı söylemesi yasaklanmış kadınlar… Hayatı anlamlı ve
zevkli kılan birçok eylemin yasaklı olduğu, birçok şey için tarihin 1979’da
durduğu bir ülke…
Her ne kadar “sevmedim” desem de, bu asla “takdir”
olgumu engellemez. İran’ın binyıllar boyu sürmüş medeniyet geleneği, köklü ve
derin kültürü bizi kendimizden alıp götürdü. Persepolis ve civarındaki diğer
ören yerleri (Naqsh-e Rajab, Naqs-e Rostem, Pasargad); her ne kadar önce Büyük
İskender’in, daha sonra da onlarca başkasının yağmasına maruz kalsa da; hala
olağanüstüler ve tartışmasız seyahatin ana amacıydı oralarda gezinmek… Ancak
bizim için gezinin en büyük sürprizi “insan faktörü” oldu. Açıkçası orada da
Kuzey Afrika ve Ortadoğu coğrafyasında karşılaştığımız genel tavır (hemen
laubali olan bir samimiyet) hakim olacak diye düşünüyordum ancak bu konuda son
derece yanılmış olduğumu memnuniyetle gördüm! Gerçekten belli bir sınırı
koruyarak, gerçek anlamda samimi olabilen, son derece yardımsever insanlardı
yolumuzda karşımıza çıkanlar… Tipik şekilde nereden geldiğimizi soranlar; “İspanya
ve Türkiye” deyince, gülümseyip, içtenlikle “welcome to İran” diye
cevaplayanlar. Hayatımda başka hiçbir coğrafyada kendimi İran’da hissettiğim
kadar güvende hissetmedim ki bu benim için son derece önemli bir kriterdir…
Şimdi tekrar yolculuğun en başına geri dönelim:
Uçağın içine girdikten sonra bira siparişleri devam ediyor, ancak uçaktaki
kadınları görünce küçük dilimi ısırıyorum! Malum olduğu üzere, İran “kadına”
belli bir kıyafet zorunluluğu uyguluyor 1979’dan bu yana… Biz tam olarak ne
giyeceğimizi kestiremediğimiz ve tabi ki duruma göre düzülmüş bir gardrobumuz olmadığı
için, tüm yolculuğumuz boyunca “temizlikçi kadın karizması” şeklinde
dolaşıyoruz. Tabi nereden bilecektik ki; bir kere kalçaları örten uzunlukta bir
üst giydikten sonra pantolonlar istediği kadar bacaklara yapışan cinsten
olabilir. Açıkçası kadını olsun, erkeği olsun ben hayatımda hiçbir ülkede bu
kadar “slim-fit” giyinen insanı bir arada görmedim! Kozmetik sektörünün en çok
iş yaptığı ülkenin İran olduğu herkesçe bilinen bir efsanedir ancak o da ne! Bu
ne makyaj, bu ne celal??? Tahran’da özellikle gezdiğimiz modern tarz bir
alışveriş merkezinde rehberimizin “kaçak olduğu için her yerden daha ucuzdur”
dediği parfüm – kozmetik vb ürünler hakikaten de daha hesaplıydı… Sonuç: Bazı
İranlı kadınlar hayatımda gördüğüm en çekici ve kendine en iyi bakan
hemcinslerim!
Ancak o güzel hemcinslerim uçak Tahran İmam
Humeyni Havalimanına alçalmaya başladığı anda başörtülerini takıp en edepli
görünümlerine büründüler… Bu da çokça anlatılan bir efsane olduğu için,
gözlerimizin önünde (bizim de katıldığımız) bir eyleme dönüşmesi benden çok
Loles’i etkiliyor… Habire bana “Bir kadının saçını göstermesinin nesi kötü?”
diye sorup duruyor… yani ne cevap vereyim ki buna? İniyoruz, hareketlerimiz son
derece ölçülü bir şekilde… Yapım itibariyle çok hareketli bir insan olmam
nedeniyle başörtüm kafamdan düşmesin diye devamlı başıma iki tokayla
sabitliyorum… İranlı kadınlar buna bir çare bulmuşlar; tam kafanın arkasına saçı
iyice yukarı kaldırıp başörtüye destek olacak şekilde taç benzeri bir toka
takıyorlar ve kafanın yarısından başlayıp bu köprü-taç-tokanın üzerinden aşağı
salınır halde bırakıyorlar örtüyü…! Bu onlara son derece zarif bir görünüm
kazandırıyor… Mesaj açık; “Biz bunu kafamızdan çıkarmaya hazırız…”
2005 yılında hizmete giren İmam Humeyni
Uluslararası Havalimanı şehrin 30km güneyinde, oldukça modern bir kompleks.
Bizi burada gezimiz boyunca bize eşlik edecek yerel rehberimiz karşılıyor.
Gecenin oldukça geç bir vakti, hemen saatlerimizi 1,5 saat ileri alıyoruz;
iyice geç oluyor! Havaalanından şehre kadar üçer şerit gidiş – gelişli son
derece güzel bir otoban var, tamamıyla kendi imkanlarıyla yapmışlar. Alandan
çıktıktan 10 dakika kadar sonra İmam Humeyni’nin bitmeyen mezarıyla
karşılaşıyoruz. İnşası 3 Haziran 1989’da Humeyni öldükten sonra başlıyor ve
hala devam etmekte. Bittiğinde, 20km2 üzerine yayılmış; İslami Araştırmalar
Üniversitesi, Seminer Merkezi, Kültürel ve Turistik Merkez, Alışveriş Merkezi,
20000 araçlık bir otopark gibi birimlere sahip son derece büyük bir yapılar
topluluğu olacak. İran Hükümetinin bu proje için ayırmış olduğu bütçe 2 Milyar
Dolar!
Günler sonra rehberimiz bize, burayla ilgili
son derece manidar bir şey anlatacaktı. Uzun süren yapım çalışması boyunca, bu büyük
alanı kontrol etmeye gelen görevli ya da polis olmadığı için arabasına atlayan
İran’lı aileler gelip burada tatil günlerini piknik yaparak ve çadır kurup biraz
temiz hava alarak değerlendirmeye başlamışlar. Kısa zamanda bu çadır kuranlar
kervanına köşede kıyıda ilk cinsel deneyimlerini yaşama hevesinde olan gençler
de katılmış. Olay ayyuka çıkınca büyük bir polis baskısı gelmiş ve her yere
kamp kurmak yasaktır tabelası asmışlar! Ne garip ironi, ilk aşk yaptığın yer: “Humeyni’nin
Mezarı”…!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder