26 Kasım 2012 Pazartesi

İRAN İZLENİMLERİ… BÖLÜM II



Sabaha karşı yorgun argın ve şaşkın bir şekilde varıyoruz Tahran’daki otelimize. Rehber açıklıyor: ”İslami Devrim öncesi burası Royal Garden Otel’di ancak 1979 sonrası adı ‘Enghelab’ yani ‘Devrim’ olarak değişti”. Enghelab, enghelab, devrim… öyle garip telaffuz ediyorlar ki, bu kelimenin bizdeki “inkilap”a tekabül ettiğini biraz geç de olsa idrak ediyorum! Ne ilginçtir, birkaç gün sonra bu kelime benzerlikleri ve kültür paralellikleri Şiraz’da kendini iyice gösterecekti. Ne zaman ki rehberimiz bize “Şimdi Narencistan Sarayına gidiyoruz” dedi işte o zaman basit bir kelimeden kültürlerin aslında ne kadar iç içe geçmiş olduğunu bir kez daha fark ettik! Biz ki o arabanın içinde üç kişi, birimiz Hint-Avrupa coğrafyası, birimiz Asya-Avrupa coğrafyası, bir diğerimiz ise Avrupa-Afrika coğrafyası arasında köprü kültürlerden geliyoruz… Hepimizin temsil etmiş olduğu kültür bir şekilde ve bir zamanda İslam diniyle, Arap dünyasıyla tanışmış, etkileşmiş, ondan bir şey almış… Narencistan: kökeni narenciye Farsça’da acı portakala (turunç) verilen ad. Biz ise turunçgillerin tamamına narenciye diyoruz. Öyle ya 16. yy’da Portekizli kaşifler Uzakdoğu’dan tatlı portakalı getirene kadar bilinmezdi ki tatlı portakal! O yüzdendir ki hem İranlılar, hem de biz Türkler Portekiz’in adını vermişiz turuncun tatlısına: Portakal! Turunçla Emeviler sayesinde tanışan İspanya coğrafyasında ise acısını tatlısını ayırt etmeden Arapçasını almışlar dillerine: “Naranja”…

Ertesi sabah, yani birkaç saat sonra Tahran şehir turumuzun ilk bölümünü gerçekleştirmek üzere yola çıkıyoruz. İlk durağımız “Gülistan Sarayı”. Bu Saray aslen Azerbaycan Türklerinden olan ve 1796-1925 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kaçar Hanedanlığı döneminde yaptırılmış. Hanedanlığın resmi kuruluş yılı 1796 aynı zamanda Tahran’ın başkent olduğu yıl. Sarayı gezerken sıkça, neredeyse 19.yy’ın ikinci yarısının tümünde hükümdarlık yapmış olan Nasreddin Şah’la ilgili bir karar, anekdot, hatıra vb ile bilgilendiriliyoruz. Onun döneminde Batı nüfuzu artmaya başlamış ve bu da Meşrutiyet Devrimini tetiklemiş. Kaçar Devleti, Batı (İngiltere ve Çarlık Rusya) etkisinden kurtulmak için devleti modernize etmeye çalıştıysa da, modernizasyonun finansmanını sağlayamayınca kendi kaynaklarını Batılı Devletlere kiralamak zorunda kalmış.
Bu ziyaret sırasında iki kişi dikkatimi çekiyor. İlki Nasreddin Şah’a modernizasyon çalışmaları sırasında büyük hizmetler vermiş olan ve özellikle liberal, milliyetçi İranlıların hala büyük bir saygı ile andığı ve İran’ın ilk reformisti olarak adlandırdıkları Vezir-i Azam Emir Kebir (Mirza Taki Han). Ne hikmettir ki Emir Kebir’in de sonu bizim Pargalı İbrahim Paşa gibi olur ve 1852 yılında reformlar yüzünden yönetimdeki etkilerini kaybeden nüfuzlu çevrelerin kışkırtmasıyla bizzat Nasreddin Şah tarafından öldürtülür.
Dikkatimi çeken ikinci kişiyse sarayda sıkça eserlerine rastladığım ünlü ressam Kemal’ul Mülk oldu. Batıda “Perslerin Michelangelo’su” olarak tanınan ve sanatla son derece iç içe olan bir aileden gelen ünlü ressam daha sonra ziyaret edeceğimiz Kashan’da 1847 yılında doğmuş. Genç yaşlarında Nasredddin Şah’ın dikkatini çekmiş ve Şah için yaptığı tüm çalışmalar sonrasında altına ve paraya gömülmüş. Hatta bir dönem sarayda resim hocalığı yapmış ancak saray yaşamındaki fesat ve karışıklık onun kendine yeni ufuklar açmak ve bu ortamdan uzaklaşmak için Avrupa yollarını tutmasına neden olmuş. Avrupa, sonra tekrar yurda dönüş, sonra Irak yolları derken 95 yaşında hayata gözlerini yummuş bu değerli kişi… Sarayda kendisine ait tabloları beğeniyle izledim ben de…
Ayna Salonu, Şems-ül İmare, Selam Salonu gibi bölümleri olan saray bana biraz da Osmanlı’nın son dönemlerini ve Batının bu iki büyük devlet üzerindeki benzer politikalarını hatırlatıyor… Nasreddin Şah hükümdarlığı sırasında din adamlarının etkisini daraltıyor, yollar yaptırıyor, telgraf ve posta hizmetini başlatıyor, Batı tarzı eğitim veren ilk okulu açtırıyor, ilk günlük gazetenin yayımını başlatıyor. Maddi çıkarı için yabancılara bir takım ayrıcalıklar tanıyor. Bunlar bana çok tanıdık geliyor… Bu ayrıcalıklar yüzünden kamuoyundan kendisine karşı büyük tepkiler alıyor. 1890’da ülkede üretilen tütünün alım, satım ve işlenme haklarını 50 yıl süreyle yabancılara bırakma kararı bardağı taşıran son damla oluyor. Gün olup devran dönüyor ve Emir Kebir’e layık gördüğü sondan kendisi de kurtulamıyor: 1896’da Tahran’da bir fanatik tarafından öldürülüyor…
Gülistan Sarayı’ndan sonra rotamızı Ulusal Mücevher Müzesi’ne çeviriyoruz. Bu müze tartışmasız her kadının en güzel rüyalarını süsleyecek cinsten! Merkez Bankasının bir bölümünde çok sıkı güvenlik önlemleri altında ve hayatım boyunca gördüğüm en kalın ve sağlam kapılar ardında sergilenen koleksiyon gözlerimin yuvalarından fırlamasına sebep oluyor! Müzedeki mücevherler, “Bir devlet elinde, birim yerde sergilenen en değerli koleksiyon” olarak sınıflandırılıyor. Sanırım İran’la ilgili en beylik özelliklerden belki de en önemlisi burada da kendini gösteriyor: ulus-devlet kimliği. Gerçekten de İran kadar büyük bir ulus-devlet kimliğini başka hiçbir ülkede görmedim ben. Ki koleksiyondaki parçalar İran Monarşisinin 2500 yıllık geçmişi boyunca toplanmıştı ve bugün de İran İslami Cumhuriyeti’nin malıydı…
Neler yoktu ki koleksiyon içinde! (Yüzlerce fotoğrafını çekmek isterdim ancak maalesef yanınıza hiçbir şey almanıza izin verilmiyor.) Tavus Kuşlu Taht… yapımında 34kilo altın ve 3656gr ağırlıkta, toplam 51366 değerli taş kullanılmış küre! Dünya haritasının değerli taşlarla çizildiği bu kürede denizler zümrüt ve karalar yakut ile gösterilmiş. İran ise elmaslarla işlenmiş! Ne hançerler, kutular, kılıçlar, taçlar gördük ancak kuşkusuz koleksiyonun en değerli parçası “Derya-i Nur (Işığın Denizi)” adlı elmastı… 1738 yılında Nadir Şah Afşar’ın Hindistan Seferi sırasında kendisine para ve içinde Derya-i Nur ve Kuh-i Nur (Nur Dağı) adlı elmaslar bulunan hediyeler sunulmuştu. Her ne kadar Kuh-i Nur daha sonra birçok defa el değiştirip en sonunda gelenek olduğu üzere(!) İngilizlerin elinde kaldıysa da, dünyanın en büyük pembe elması olan Derya-i Nur tüm haşmeti ve 182 karatlık cüssesiyle karşımızda ışıldamaktaydı! Çerçevesinde 457 adet pırlanta ve 4 adet yakut kullanılmış olan elmas gerçekten de “güzeli algılama” duyunuza derin bir şekilde etki ediyor…!
Ziyaret sonrasında rehberimiz bize “hangi parçayı hatıra olarak almak isterdiniz?” diye soruyor… Durup bir an gerçekten de cevabını düşünüyorum bu sorunun ve buluyorum da! Taşlar güzeller ancak bana göre değiller… Anısı olan bir şey dikkatimi çekmişti benim: Bir evlilik hediyesi… Gümüş bir sehpa, yuvarlak biçimli ve üzerinde bir harita. Ortadaki Arap Yarımadasının iki yanındaki iki büyük ülkeyi ve medeniyeti birleştiren bir evlilik sözleşmesinden yadigar. Atatürk’ün de baba Rıza Şah’a Türkiye ziyareti sırasında “İran ve Mısır Saraylarının birleşmesinin her iki tarafa da büyük fayda sağlayacağını” salık verdiği ve sonunda oğul Muhammed Rıza Pehlevi’nin ilk evliliğine yol açan sözleşmenin hatırası… Fevziye…! Ne kadar da güzel bir kadınmış, Mısır Kralı I. Fuad’ın kızı ve yine Mısır Kralı I. Faruk’un kardeşi Fevziye… Son Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin ilk eşi olacaktı. Evlilikleri sadece birkaç yıl sürse de şu kaderin oyununa bakın ki yıllar sonra son Şah’ın son istirahat mekanı, Mısır olacaktı…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder