Sabaha karşı yorgun argın ve şaşkın bir
şekilde varıyoruz Tahran’daki otelimize. Rehber açıklıyor: ”İslami Devrim
öncesi burası Royal Garden Otel’di ancak 1979 sonrası adı ‘Enghelab’ yani ‘Devrim’
olarak değişti”. Enghelab, enghelab, devrim… öyle garip telaffuz ediyorlar ki,
bu kelimenin bizdeki “inkilap”a tekabül ettiğini biraz geç de olsa idrak
ediyorum! Ne ilginçtir, birkaç gün sonra bu kelime benzerlikleri ve kültür
paralellikleri Şiraz’da kendini iyice gösterecekti. Ne zaman ki rehberimiz bize
“Şimdi Narencistan Sarayına gidiyoruz” dedi işte o zaman basit bir kelimeden
kültürlerin aslında ne kadar iç içe geçmiş olduğunu bir kez daha fark ettik!
Biz ki o arabanın içinde üç kişi, birimiz Hint-Avrupa coğrafyası, birimiz
Asya-Avrupa coğrafyası, bir diğerimiz ise Avrupa-Afrika coğrafyası arasında
köprü kültürlerden geliyoruz… Hepimizin temsil etmiş olduğu kültür bir şekilde
ve bir zamanda İslam diniyle, Arap dünyasıyla tanışmış, etkileşmiş, ondan bir
şey almış… Narencistan: kökeni narenciye Farsça’da acı portakala (turunç)
verilen ad. Biz ise turunçgillerin tamamına narenciye diyoruz. Öyle ya 16. yy’da
Portekizli kaşifler Uzakdoğu’dan tatlı portakalı getirene kadar bilinmezdi ki
tatlı portakal! O yüzdendir ki hem İranlılar, hem de biz Türkler Portekiz’in
adını vermişiz turuncun tatlısına: Portakal! Turunçla Emeviler sayesinde
tanışan İspanya coğrafyasında ise acısını tatlısını ayırt etmeden Arapçasını
almışlar dillerine: “Naranja”…
Ertesi sabah, yani birkaç saat sonra Tahran
şehir turumuzun ilk bölümünü gerçekleştirmek üzere yola çıkıyoruz. İlk
durağımız “Gülistan Sarayı”. Bu Saray aslen Azerbaycan Türklerinden olan ve
1796-1925 yılları arasında hüküm sürmüş olan Kaçar Hanedanlığı döneminde
yaptırılmış. Hanedanlığın resmi kuruluş yılı 1796 aynı zamanda Tahran’ın
başkent olduğu yıl. Sarayı gezerken sıkça, neredeyse 19.yy’ın ikinci yarısının tümünde
hükümdarlık yapmış olan Nasreddin Şah’la ilgili bir karar, anekdot, hatıra vb
ile bilgilendiriliyoruz. Onun döneminde Batı nüfuzu artmaya başlamış ve bu da
Meşrutiyet Devrimini tetiklemiş. Kaçar Devleti, Batı (İngiltere ve Çarlık
Rusya) etkisinden kurtulmak için devleti modernize etmeye çalıştıysa da,
modernizasyonun finansmanını sağlayamayınca kendi kaynaklarını Batılı Devletlere
kiralamak zorunda kalmış.
Bu ziyaret sırasında iki kişi dikkatimi
çekiyor. İlki Nasreddin Şah’a modernizasyon çalışmaları sırasında büyük
hizmetler vermiş olan ve özellikle liberal, milliyetçi İranlıların hala büyük
bir saygı ile andığı ve İran’ın ilk reformisti olarak adlandırdıkları Vezir-i
Azam Emir Kebir (Mirza Taki Han). Ne hikmettir ki Emir Kebir’in de sonu bizim
Pargalı İbrahim Paşa gibi olur ve 1852 yılında reformlar yüzünden yönetimdeki
etkilerini kaybeden nüfuzlu çevrelerin kışkırtmasıyla bizzat Nasreddin Şah
tarafından öldürtülür.
Dikkatimi çeken ikinci kişiyse sarayda sıkça
eserlerine rastladığım ünlü ressam Kemal’ul Mülk oldu. Batıda “Perslerin
Michelangelo’su” olarak tanınan ve sanatla son derece iç içe olan bir aileden
gelen ünlü ressam daha sonra ziyaret edeceğimiz Kashan’da 1847 yılında doğmuş.
Genç yaşlarında Nasredddin Şah’ın dikkatini çekmiş ve Şah için yaptığı tüm
çalışmalar sonrasında altına ve paraya gömülmüş. Hatta bir dönem sarayda resim
hocalığı yapmış ancak saray yaşamındaki fesat ve karışıklık onun kendine yeni
ufuklar açmak ve bu ortamdan uzaklaşmak için Avrupa yollarını tutmasına neden
olmuş. Avrupa, sonra tekrar yurda dönüş, sonra Irak yolları derken 95 yaşında
hayata gözlerini yummuş bu değerli kişi… Sarayda kendisine ait tabloları
beğeniyle izledim ben de…
Ayna Salonu, Şems-ül İmare, Selam Salonu gibi
bölümleri olan saray bana biraz da Osmanlı’nın son dönemlerini ve Batının bu
iki büyük devlet üzerindeki benzer politikalarını hatırlatıyor… Nasreddin Şah
hükümdarlığı sırasında din adamlarının etkisini daraltıyor, yollar yaptırıyor,
telgraf ve posta hizmetini başlatıyor, Batı tarzı eğitim veren ilk okulu
açtırıyor, ilk günlük gazetenin yayımını başlatıyor. Maddi çıkarı için
yabancılara bir takım ayrıcalıklar tanıyor. Bunlar bana çok tanıdık geliyor… Bu
ayrıcalıklar yüzünden kamuoyundan kendisine karşı büyük tepkiler alıyor. 1890’da
ülkede üretilen tütünün alım, satım ve işlenme haklarını 50 yıl süreyle
yabancılara bırakma kararı bardağı taşıran son damla oluyor. Gün olup devran
dönüyor ve Emir Kebir’e layık gördüğü sondan kendisi de kurtulamıyor: 1896’da
Tahran’da bir fanatik tarafından öldürülüyor…
Gülistan Sarayı’ndan sonra rotamızı Ulusal Mücevher
Müzesi’ne çeviriyoruz. Bu müze tartışmasız her kadının en güzel rüyalarını
süsleyecek cinsten! Merkez Bankasının bir bölümünde çok sıkı güvenlik önlemleri
altında ve hayatım boyunca gördüğüm en kalın ve sağlam kapılar ardında
sergilenen koleksiyon gözlerimin yuvalarından fırlamasına sebep oluyor! Müzedeki
mücevherler, “Bir devlet elinde, birim yerde sergilenen en değerli koleksiyon”
olarak sınıflandırılıyor. Sanırım İran’la ilgili en beylik özelliklerden belki
de en önemlisi burada da kendini gösteriyor: ulus-devlet kimliği. Gerçekten de
İran kadar büyük bir ulus-devlet kimliğini başka hiçbir ülkede görmedim ben. Ki
koleksiyondaki parçalar İran Monarşisinin 2500 yıllık geçmişi boyunca
toplanmıştı ve bugün de İran İslami Cumhuriyeti’nin malıydı…
Neler yoktu ki koleksiyon içinde! (Yüzlerce
fotoğrafını çekmek isterdim ancak maalesef yanınıza hiçbir şey almanıza izin
verilmiyor.) Tavus Kuşlu Taht… yapımında 34kilo altın ve 3656gr ağırlıkta,
toplam 51366 değerli taş kullanılmış küre! Dünya haritasının değerli taşlarla
çizildiği bu kürede denizler zümrüt ve karalar yakut ile gösterilmiş. İran ise
elmaslarla işlenmiş! Ne hançerler, kutular, kılıçlar, taçlar gördük ancak
kuşkusuz koleksiyonun en değerli parçası “Derya-i Nur (Işığın Denizi)” adlı
elmastı… 1738 yılında Nadir Şah Afşar’ın Hindistan Seferi sırasında kendisine
para ve içinde Derya-i Nur ve Kuh-i Nur (Nur Dağı) adlı elmaslar bulunan
hediyeler sunulmuştu. Her ne kadar Kuh-i Nur daha sonra birçok defa el
değiştirip en sonunda gelenek olduğu üzere(!) İngilizlerin elinde kaldıysa da,
dünyanın en büyük pembe elması olan Derya-i Nur tüm haşmeti ve 182 karatlık
cüssesiyle karşımızda ışıldamaktaydı! Çerçevesinde 457 adet pırlanta ve 4 adet
yakut kullanılmış olan elmas gerçekten de “güzeli algılama” duyunuza derin bir
şekilde etki ediyor…!
Ziyaret sonrasında rehberimiz bize “hangi
parçayı hatıra olarak almak isterdiniz?” diye soruyor… Durup bir an gerçekten
de cevabını düşünüyorum bu sorunun ve buluyorum da! Taşlar güzeller ancak bana
göre değiller… Anısı olan bir şey dikkatimi çekmişti benim: Bir evlilik
hediyesi… Gümüş bir sehpa, yuvarlak biçimli ve üzerinde bir harita. Ortadaki
Arap Yarımadasının iki yanındaki iki büyük ülkeyi ve medeniyeti birleştiren bir
evlilik sözleşmesinden yadigar. Atatürk’ün de baba Rıza Şah’a Türkiye ziyareti
sırasında “İran ve Mısır Saraylarının birleşmesinin her iki tarafa da büyük
fayda sağlayacağını” salık verdiği ve sonunda oğul Muhammed Rıza Pehlevi’nin
ilk evliliğine yol açan sözleşmenin hatırası… Fevziye…! Ne kadar da güzel bir
kadınmış, Mısır Kralı I. Fuad’ın kızı ve yine Mısır Kralı I. Faruk’un kardeşi
Fevziye… Son Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin ilk eşi olacaktı. Evlilikleri sadece
birkaç yıl sürse de şu kaderin oyununa bakın ki yıllar sonra son Şah’ın son
istirahat mekanı, Mısır olacaktı…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder