Muharrem ayının 10’uncu günüydü. Yavaşça
yüzünü yıkadı ve aynada yansıyan suretine baktı. Bakışları tamamen boştu,
birazdan parçası olacağı eylemi düşündü, zaten ötesini düşünmek için çok gençti…
Ancak ötesi çoook uzun yüzyıllar öncesine dayanmaktaydı, onun anlayamayacağı
kadar uzak ve kadim zamanlara gitmekteydi…
En az 3000 yıllık bir geçmişi vardı yaşadığı
şehrin, Medler tarafından kurulmuştu ve bilinen ilk adı “Ysatis”ti. Çıplak bir
ova üzerinde inşa edilmişti şehir ancak çölün ortasındaydı ve denizden
yüksekliği 1300 metreydi… Tüm çöl kentleri gibi gizemli bir yalnızlığı ve
kendine özgü benzersiz bir görünümü vardı. Tüm binalar çöl kumunun sarı tonuyla
uyumluydu ve bu ona huzur verici bir karakter kazandırıyordu… Issız ve yol
güzergahlarından uzak konumu, fazla bir tahribata uğramamasını sağlamıştı.
“Aşure yemekle olmuyor bu işler…!” diye
hiddetle çıkışmıştı hocası, tek tek gözlerinin içine bakarak her bir
öğrencinin. Muharrem ayının 10’uncu günü yaklaşmaktaydı ve Yezd sokakları çoktan
yeşil, siyah ve kırmızı bayraklarla donatılmıştı. Ne kadar acı çektiklerini, ne
kadar bağlı olduklarını İmam’larına, göstermek istiyorlardı besbelli. Yezd,
tarihi boyunca hangi inanca sahip olursa olsun, o inancın merkezi, o inancın
yılmaz bir neferi konumunda olmuştu… Bu yüzdendir ki bugünkü adını kutsallık ve
lütuf anlamına gelen “Yazdan” kelimesinden aldığını söyleyenler de az değildi…
Hatta dini yapıların çokluğu nedeniyle “Darü’l İbade (İbadet Evi)” olarak da
anılırdı. Oysa aynada aksini izleyen genç, tüm bunlardan bihaberdi. Birazdan
başına siyah şeridi bağlayacak ve dışarı fırlayacaktı ve hatta belki de
büyüklerini taklit ederek ve hocasının sözüne uyarak kendini zincirleyecekti,
kanını akıtacaktı…
Bazıları da derler ki; İran topraklarına
İslam dini ulaşmazdan önceki son büyük krallık olan Sasani hakimiyeti sırasında
hükümdar olan Yazdegerd’e ithafen “Yezd” olarak değiştirilmişti şehrin ismi. O
zamanlar Zerdüştçülük merkezi idi şehir ve sakinleri yine çok katı idi inanç
konusunda. Beş asırdan fazladır hiç sönmeyen ateş en sonunda buraya
getirilmişti ve Ateş Tapınağına konmuştu. Aslında İran’daki tüm Cuma Camileri
Ateş Tapınakları üzerine inşa edilmişti. İnanç oradaydı hep… Sadece isim ve
biçim değiştirmişti…
Zerdüştçüler insan bedeninin öldükten sonra
asla toprağı kirletmemesi gerektiğine inanıyorlardı, o yüzdendir ki şehrin
girişindeki tepelerin eteklerinde ve üzerinde ölüler için tören düzenlemek
üzere “Sessizlik Kuleleri” adını verdikleri bir kompleks kurmuşlardı. Önce
tepelerin eteklerinde cenaze töreni yapılır ve sonra ölü beden tepeler
üzerindeki taşa bırakılırdı. Ölüm sessizliği içindeki yere kan kokusunu alan
akbabalar hemen gelir ve derhal bedeni parçalarlardı. Geriye kalan kemikler ise
bir çukura atılırdı… Kemikler toprağı kirletmezdi, oysa kan kirletirdi…
“Aşura” dedikleri olayı anmaya hazırlanıyordu
Yezd Halkı… Kan dökülmüştü yere bundan yüzyıllar önce Kerbela’da ve
kirletilmişti toprak Muharrem ayının 10’unda, Hicri Takvimin 61’inci yılı (10
Ekim 680)… Üçüncü İmamları Hüseyin bin Ali öldürülmüştü Emeviler ve Kureyş
Kabileleri tarafından… İmam Hüseyin’e yardım etmek için hiçbir şey
yapamamışlardı ve bu yüzden acı çekmeleri gerekiyordu…
Oysa bir zamanlar acı çekmekten çok uzaktı
Yezd. 642 yılında Arapların eline geçtikten sonra Orta Asya ve Hindistan’a
uzanan kervan yolları üzerinde önemli bir kent konumuna gelmişti. Özellikle
ipekli dokumaları, halı ve kilimleri dillere destandı. Öyle ki, şehri 1272
yılında ziyaret eden Marco Polo bile şehrin ipekli dokumalarından ve önemli bir
ticaret merkezi olduğundan bahsetmiş. Çöl coğrafyasında yaşayanlara hayat enerjisini
verecek su ihtiyacını ise yakındaki Şir Kuh Dağlarından “Qanat” adını
verdikleri yeraltı sulama sistemi ile sağlamışlar. 45 km. uzunluğundaki bu su sistemi evlerden de geçirilir ve geçtiği yer soğukluk odası olarak kullanılarak
yiyecekler de burada depo edilir ve bozulmadan korunması sağlanırmış. Yine
çölün bu aşırı sıcağına karşı bir soğutma sistemi olan ve “Bad-Gir” adını
verdikleri rüzgar kulelerinin mucidi de Yezd’liler olmuşlar. Badgirler çölün
sıcak rüzgarını belirli bir açıyla içeri alıp, evin alt bölümlerine kadar
soğutan yüksek baca sistemiymiş. Görünüşte zeminle aynı seviyede olsalar da
merdivenle yerin metrelerce altına inilir ve buradaki tanklarda bulunan su,
kendi kendini soğutan bir sistemle korunurmuş. Öyle ki; çöl ikliminde dondurucu
geçen kış gecelerinde suyun tamamen donduğu ve yaz için korunduğu bile olurmuş…
Oysa Muharrem ayının 10’uncu günü Badgirlerin
üzerinde bile yeşil, siyah ve kırmızı bayraklar vardı… Yeşil İslam içindi,
siyah cenaze ve kırmızı ise dökülen kan için… İmam Hüseyin’in mazlumiyetini ve
yaralanmasını yaşayacaklardı birazdan hep beraber. “Tekiye” adını verdikleri
tek eyvanlı, üç köşesi duvarlarla kapalı meydanlarda toplanacaklardı. Burada
yıl boyunca çıplak bir biçimde duran ahşaptan yapılmış ve ölümü çağrıştıran
şişko bir servi ağacı şeklinde biçimlendirilmiş “nakhl” dedikleri aracın
yanlarını önce siyah örtü ile kapatacaklar ve sembolik olarak onu Hüseyin’in
tabutu haline getirdikten sonra onlarcası bu aracı sırtlayarak meydan etrafında
dolaştıracaklardı…
Hocasının dediklerini hatırladı; “Cihad
alanına girinceye kadar, o aşk tufanına kendini verinceye kadar bir insanı
nasıl eğiteceksiniz? İmam Hüseyin için acı çekmesi ve kendini feda etmesini,
bunun korkulacak değil tersine zevk dolu ruhu coşturan bir yol ve kutsal bir
amaç olduğunu nasıl yaşayıp anlayacaksınız?” Sorgulamadı hocasının dediklerini,
nasıl sorgulayacaktı ki? Adı üzerinde; İNANÇ… İnanç, inanmaktan çıkardı
sorgulandığı anda… Hiç düşünmeden uygulayacaktı hocasının dediklerini!
Son kez çarptı suyu yüzüne. Artık hazırdı,
Tekiyeye gidecek ve nakhl altında saf tutacak neferlerden biri de O olacaktı.
Aynada tekrar kendine baktı ve usulca fısıldadı; “Lailaheillallah Muhammedun
Resullullah” ve Şiiliğinin onuruyla ekledi “ve Aliyyun Veliyyu…” Muharrem
ayının 10’uncu günüydü…
“Ve Allah yolunda infak ediniz. Ve kendi nefislerinizi
tehlikeye düşürmeyiniz. Ve ihsanda bulununuz. Şüphe yok ki Allah Teala Muhsin olanları
sever.” Bakara, 195
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder