16 Ekim 2011 Pazar

O Nar Olmadan Önce Yeni Gelenlerin Şehri İdi... Ya da Basit Bir Granada Hikayesi

Nüfusu 500.000’e çıkmıştı. Batı Avrupa İslam topraklarının son kalesiydi, öncesinde bir bir düşen her şehrin sakini kaçıp oraya sığınmaktaydı. Bir tarafında neredeyse tüm cihanı besleyecek kadar geniş ve bereketli bir ova, bir tarafında ise kısa bir zaman sonra yüksek bir tepesinde gerçekleşecek, bir daha hiç görülmeyecek sevgiliye ünlü son bakışın ve tarihi konuşmanın şahidi Sierra Nevada, nam-ı diğer “Karlı Sıradağlar”… Birbirinden Darro Nehri ile ayrılan iki tepe üzerinde kurulmuştu bu görkemli kent; Albayzin ve La Colina Roja(Kırmızı Tepe).
Bundan önce çok daha önemli şehirler bir bir Hristiyan yeniden fethine boyun eğmişlerdi. Birbiri ardına Cordoba (Kurtuba), Sevilla (İşbiliyye), Murcia (Mursiyya)  anahtarlarını teslim etmişlerdi Hristiyan yöneticilere. Ancak o dönemlerde adil davranmıştı Hristiyan yöneticiler de Müslümanlara. Birlik ve beraberlik içinde yaşayıp gitmişlerdi tıpkı daha önce yüzyıllarca Müslüman yöneticilerin hakimiyeti altında yaşadıkları gibi. Ancak şimdi durum farklı idi, artık devir Isabel ve Fernando’nun koyu Katolik inancı çevresinde birleşmiş Hristiyan İspanya’nın devri idi. Artık onlardan olmayanlara yer yoktu. Isabel ve Fernando onlardan olmayanlara dünyayı dar etme konusunda hemfikirlerdi ve bu kararlarını evlilik yoluyla mühürlemişlerdi. Ronda ve Malaga da düşmüştü son yıllarda, artık kaçacak tek bir yer kalmıştı…: “Garnatha”, nam-ı diğer; yeni gelenlerin tepesi…
Bu şehir Hristiyanlarca Granada ve “nar” yapılmadan çoook önce Garnatha ve yeni gelenlerin şehri olmuştu. Önceleri sadece Albayzin tepesinde kurulu idi, bir tarafında saray halkı bir tarafında yerel halk yaşar idi… Ne zaman ki geldiler Nasriler ve gördüler ki Albayzin bir hayli gelişmiş, o zaman karşıdaki Kızıl Tepeye yerleşmeye karar verdiler… Kızıl Tepe ise üzerine daha sonra bu hanedan tarafından kondurulan Kızıl Saray (Al-hamra) ‘ın anlamına uyarlanarak bu şekilde söylenegelmişti… Oysa başka bir adı vardı bu tepenin çoook öncelerde; “Sabıka”, nam-ı diğer; geçmiş bulunan şey; yani bir anlamda “başı sonu belli olmayan”…
Kırmızıoğullarıydı onlar…1238’de Granada’ya son Müslüman Hanedan olarak yerleştiler. Liderleri Yusuf ibn Nasr Al Ahmar idi, Hz. Muhammed’in yakın arkadaşı Saad ibn Ubad’ın torunlarındandı. Aile adları olan Ahmar (Kırmızı) daha sonra yaptırdıkları Elhamra Sarayında yaşadı, onlar Nasr’dan (muzaffer) türeme Nasriler olarak bilindiler yıllar yılı… Yine bu aileden Yusuf ve V.Muhammed idi 14.yy ortalarında bu görkemli sarayı yaptıran… Ve Dünya tarihini değiştiren o yüce yıla kadar yönettiler bu şehri…
“Kırmızı Saray” dediler adına, kimse yazmadı söylemedi bu kızıllığın gerçek nedenini uzunca süre… Güneşin son ışıkları buraya vurur, tuğlasındaki kızıl toprak iyice kızıllaşır dediler. Hayatın her evresinde, klişeleri daha çok sevdi sıradan insan… Gerçek ve yalın olan, efsanelerin yarattığı aynı çarpıcı etkiyi yaratamadı hiçbir evresinde hayatın … Oysa bu kırmızılık çoook önce, Kırmızıoğullarıyla başlamıştı… Ben-i Ahmarlarla… Ama yazmadılar onlar, bırakmadılar ciddi belgeler. Yalın olan unutuldu, hikayesi efsanelerle harmanlanarak anlatıldı ve Binbir Gece Masallarından fırlama bir rol kesildi bu özünde mütevazı inşa edilmiş saraya.
Nasrilerden önce askeri-politik merkez idi, sonradan geliştirildi ve genişletildi. 13Hektarlık arazi üzerinde kurulmuştu. 2km’den fazla sur sistemi içinde barındırdığı 2000 kişiyi dışardan gelecek tehlikelere karşı korurdu. Bu surlar üzerinde rasgele yerleştirilmiş 30kule bulunurdu ki bunlardan en yücesinde daha sonra Dünya Tarihini değiştirecek olan o yılda Hristiyan Sancakları asılmıştı. Askeri bölüm Alcazaba, Sultanın ve ailesinin yaşadığı Saray bölümü, tüm üretimin yapıldığı İslami şehir Medina ve bostan şeklinde düzenlenmiş bahçelerden oluşurdu. Yıllar sonra balayında buralara gelip çok beğenen, Isabel ve Fernando’nun torunu Şarlken bir ek Saray yapılmasını emredecekti. Nasri Saraylarına bitişik inşa edilecekti o saray da… Görkemli, kocaman, kudretli… Oysa diğeri gelenleri korkudan titretmek için değil, içinde huzurla yaşamak için inşa edilmişti. Gerek mimarisiyle olsun, gerek insanda yarattığı hissiyatla olsun bambaşkaydı bu iki saray.
Avlular etrafında inşa edilmişti. Bu avluları çevreleyen odaların bazılarının ne amaçla kullanıldığı kesin bilindi, bazıları ise efsanelerle anlatıldı. Bir zamanlar tüm saray parlak renklerle boyalı imiş; kırmızı, mavi, yeşil ve altın rengi… Halılarla, yastıklarla, duvarlarda asılı kumaşlarla göz alıcı biçimde döşeliymiş. Sarayla ilgili en önemli bilgileri 1362’de yapılan şenlikleri coşkuyla kaleme almış Vezir İbnü-l Hatib’in yazdıklarından biliyoruz… Kimbilir ne kadarı doğru, ne kadarı dalkavukluk amaçlıydı yazdıklarının… Binlerce defa Nasri sultanlarının veciz sözü tekrarlanıyordu stucco duvarlarda “La galibe ill’allah”, “Allah’tan başka galip yoktur”….
Şimdi bir bu “Allah’tan başka galip yoktur” yazısına, bir de Şarlken döneminde eklenmiş ve imparatorun mottosu olmuş “Plus Ultra” yazısına bakıyorum. Bir zamanlar kilise zoruyla her yerde İspanya topraklarından öte “No plus ultra” yani “ötesinde bir şey yok” diye Latince “fetvalar” verilirken, işte dünyayı değiştiren o yıl sonrasında bakılıyor ki ötesinde çok şey var; o zaman o “no” düşüyor ve motto tam tersi bir anlam kazanıyor. Tezata iyice bakıyorum ve sadece gülümsüyorum…
Mersinli Avlunun ortasındaki havuzda Comares Sarayının ünlü yansımasını görüyorum. Bir zamanlar kökleri aşağı alınmış ağaçların üstünden bağdaş kurmuş halde meyve topladıkları cennet bahçesi tasvirini düşünüyorum.            Cuarto Dorado’ya giriyorum ve gözüm orada iki kapının arasına yerleştirilmiş tahtında oturan hükümdara takılıyor. Orada halktan insanları dinliyor… Onun burada oturduğuna hiç şüphe yok çünkü duvara kazınmış Ayetelkürsi herşeyi belirtiyor:
“Onun kürsüsü bütün gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır. (O, göklere, yere, bütün evrene hükmetmektedir.) Gökleri ve yeri koruyup gözetmek ona güç gelmez.O, yücedir, büyüktür.”
Aynen bunun gibi Elçiler Salonunun da bu amaçla kullanıldığından hiç şüphe yok. Hemen girişin karşısındaki o pencereli oyuntu, şüphe yok ki tahtın yerleştirildiği yerdir. Kafamı kaldırıp tavana bakıyorum ve marküteri işçiliğinin en güzel örneklerinden biriyle karşılaşıyorum… Tam 8000  sedir ağacı parçası kullanılarak yapılmış enfes tavan işçiliği ile… Ve kubbe altında yazan Mülk Suresi;
1)Mutlak Hükümdarlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun herşeye gücü yeter. 2)O ki, hanginizin daha güzel davranacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratmıştır. O, mutlak galiptir, çok bağışlayıcıdır. 3)O ki, birbiri ile ahenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahman olan Allah’ın yaratışında bir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? 4)Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) aciz ve bitkin halde sana dönecektir. 5)And olsun ki biz, (dünyaya) en yakın olan göğü kandillerle donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık ve onlara alevli ateş azabını hazırladık.
Alevli ateş azabı… Ancak bu azabı tam da bu odada yaşayan, son Nasri Sultanı Ebu Abdullah XII. Muhammed, nam-ı diğer Boabdil olmalıydı. Tam da burada dünya tarihini değiştiren o yılda hasmı Fernando karşısında Hristiyan yeniden fethini (reconquista) tamamlayan antlaşmanın şartlarını kabul etmişti… Basiretsiz bir yöneticiydi Boabdil, olduğu yere araya annesini de koyarak binbir türlü saray entrikası, alavare dalavere ile gelmişti. Annesi üzerine Hristiyan bir kadın koklayan babasını affedememişti, oğlunu galeyana getirmiş ve birlikte babayı tahttan indirmişlerdi. Dizlerine kapanmak istemişti Fernando’nun, şehrin anahtarlarını teslim ederken… İşte orada Katolik Kraliçe Isabel, muzaffer bir tebessümle durmaktaydı. Dirseklerinden tutup ayağa kaldırdı hasmını Fernando; ve gitmesine izin verdi Boabdil’in. Yanına annesini de alıp karşı kıyılara Fas diyarına doğru yola çıktı Boabdil ve Karlı Sıradağların artık şehrin görünmez olduğu bir tepesinden son kez baktı sevgili Granada’sına ve derin ve acı bir iç çekti… Gözlerinden ince, sicim gibi gözyaşları süzüldü. Hiddetlendi annesi, sertçe çıkıştı oğluna; “Sus” diye haykırdı… “Sus ağlama kadın gibi, erkek gibi müdafaa edemediğin şehrin arkasından”…
Tarih 2 Ocak 1492 idi. Çok yakında tüm dünya tarihi değişecekti…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder