25 Ekim 2011 Salı

KADIKÖY YAZILARI I: REXX SİNEMASI (BİR SANATÇININ DRAMI)

Sinemaseverlerde bir kıpırdanma başlar mart sonu nisan başı civarında. Festival yaklaşmaktadır, bir bilet heyecanı alır herkesi… Son yıllarda Lale Kart çıkmazdan önce, o gişelere hücum edişlerimiz aklımda, herşey ne çabuk değişiyor! Program alınır, uzun uzun itinayla incelenir, çizelge üzerinde teknik bir alışkanlık gerektiren zaman oturtma ayarı yapılır. Sonra sinemalara koşulur, birinden diğerine, günde 3 film izlendiği olur (hatta bazı kahramanlar bunu 4’e çıkarırlar)… Tabi bir de “sosyal” ek aktiviteler vardır: aralarda İnci’den profiterol yenir, Balık Pazarında midye tava-bira bir güzel mideye indirilir, kafelerde film kritiği yapılır… Gözler hep tanıdık insanları arar…

Bir bahar akşamı rastladım size
sevinçli bir telaş içindeydiniz....

Genelde 5 sinemada gösterilir filmler 2 hafta boyunca, bunlardan 4 tanesi Beyoğlu’nda 1 tanesi de İstanbul’un en sanatsever semtlerinden biri olan Kadıköy’dedir. Kadıköylüler iyi bilirler Sakız Gülü Sokağını da, Rexx Sinemasını da…
“Rexx? Nereden çıktı bu Rexx yahu, 40 yıllık Reks sineması…!Öz be öz Türkçe alfebede olan harflerle yazılırdı adı…!”
“40 hatta 50 yıl önce de adı başkaydı bunun, Hale Sinemasıydı 1961’de yıkılana kadar…”
“Ondan önce de Febüs’tü zaten…”
“Febüs…Febüs… Hani şu mitolojik Apollon’un ışık tanrılığını öven sıfatı “Phoebus” mu? Yoksa ondan önce de adı Apollon’du mu diyeceksin!?”

derinden bakınca gözlerinize
neden başınızı öne eğdiniz

Apollon Tiyatrosu’ydu benim adım, Avrupa’daki örneklerime benzerdim. Kadıköy’de varlığı bilinen en eski tiyatro salonuydum. Kadıköy Rum cemaati tarafından, Banker Zani Stefanos Skilitçis’in bağışladığı arsa üzerine 1873 yılında yaptırılmıştım. Dönemine göre oldukça yüksek bir değer olan 850 Osmanlı Lirası harcamışlardı benim için. Dışım kagir, içim ahşaptandı. Üç kat localarım vardı çok şık hanımefendileri beyefendileri ağırladığım. Şıkır şıkırdım…
Rumlar Teatron Halkidonas (Kadıköy Tiyatrosu) diye çağırırlardı beni, o zaman Sakız Gülü Sokağı da Teatron Sokağıydı; Türklerdi Apollon Tiyatrosu diye çağıranlar. Çok güzel temsiller oynandı güzel sahnemde. Atina’da Yunan Tiyatro Arşivi’nde 1889 ve 1890’da oynanmış iki eserin Rumca-Osmanlıca iki afişini görebilirsiniz… Ancak özellikle Meşrutiyet Sonrasında verilen gazete ilanlarında görürsünüz ne çok, ne çeşitli temsiller verilmiştir şimdi olmayan biricik sahnemde.

İçimde uyanan eski bir arzu
dedi ki yıllardır aradığın bu

Ancak düşündükçe, beni bir yandan onurlandıran, bir yandan kahreden, bir yandan sevindiren, lafın kısası çok karmaşık duygulara iten bir anılar silsilemi hatırlarım. Yıllardan 1920’ydi. Sıkıntılı zamanlardı o günler her açıdan. Savaştan yeni çıkılmıştı, mütareke yıllarıydı. Tüm olumsuzluklara rağmen sanat insanın içini ısıtmaktaydı. 1920’ye kadar sahnemde Ermeni kadınlar hünerlerini sahneleyebilmişlerdi, Türk Müslüman kadınlarının sahne alması konuşulamazdı bile, dini kurallara aykırıydı. O zamanlar Darülbedayi vardı, 1914’te Operatör Doktor Cemil Topuzlu Paşa’nın Şehreminliği döneminde kendisinin çaba ve teşvikiyle Batılı tarzda bir konservatuar kurumu olarak kazandırılmıştı şehrimize. Tiyatro da böylece gelişecek ve çağdaşlaşacaktı yavaş yavaş.
İşte bu dönemde 1918 yılında, savaştan yenik çıktığımız bir durumda, yönetim kurulunun kararıyla beş Türk kızı Darülbedayi’ye öğrenci olarak alınmıştı. Tepkiler olmamış mıydı? Olmaz mı! Hem de ne tepkiler! Yine de “sadece dersleri izleyecekler ve sadece kadınlara verilecek temsillerde rol alacaklar” bahanesiyle eğitimlerine devam etmişlerdi. Beyza, Refika, Behire, Memduha ve Afife’ydi adları… Bu pırıl pırıl kızlardan 3’ü bir müddet sonra tiyatrodan ayrılmıştı. Kalanlardan Refika 6 Lira aylıkla tiyatronun suflör yardımcılığı, Afife de 5 Lira aylıkla stajyer oyuncu kadrolarına atanmıştı. Yanıyordu içi Afife’nin oyunculuk ateşiyle. Ancak bir türlü fırsat gelmiyordu kendisine, o da istiyordu sahneye çıkmayı… Dayanamadı en sonunda o kadar istediği şeyin hem bu kadar yakınında, hem bu kadar uzağında olmaya, O da ayrıldı tiyatrodan.
1920’nin ilkbaharında Hüseyin Suad’ın “Yamalar” piyesini oynatacaklardı sahnemde. Başrol oyuncusu gözde sanatçı Eliza Binemeciyan’dı. Tiyatroyu, bizi yüzüstü bırakıp Paris’e gitti oyuna sadece 9 gün kala. Ne yapacaktık, çaresizdik… Hemen Afife’yi düşündük rol için, arayıp bulduk kendisini. Teklifimizi duyunca sevinçten havalara uçmuştu. Değişen tiyatro panolarında Afife’nin kimliği de değişti ve Jale olarak yazıldı adı. Ne kadar da yücelmişti o gece, neredeyse ben de kendimi tutamayıp ağlayacaktım. Düzgün vücudu, duyarlı oyunculuğu ve en önemlisi de “temiz” Türkçesiyle hem hayranlık hem de şaşkınlık uyandırmıştı seyircide. Çok sonra o geceyi Afife de anlatmıştı: ”Hayatımda mesut olduğum ilk gece… Sanatın, ruhuma verdiği güzel sarhoşluk içinde idim. O ağlama sahnesinde, orada taşkın bir saadetle ağladım. Sahiden ağladım. Alkış, alkış, alkış… Perde kapandı; açıldı, bana çiçekler getirdiler. Muharrir Suat Bey kuliste bekliyormuş; ben çıkarken durdurdu; alnımdan öptü:”Bizim sahnelerimize bir sanat fedaisi lazımdı; sen işte o fedaisin” dedi.”
Bu olağanüstü başarı sonrasında hemen ertesi hafta Afife’yi “Tatlı Sır” piyesinde oynatmaya karar verdiler. İşte zaten kıyamet de o zaman kopacaktı. Koltuklarım tıklım tıklım dolmuştu, sahnede bir Türk kadının oynayacağını bu sefer duyan sanatseverlerin bir kısmı geceyi Kadıköy’de geçireceklerini göze alarak İstanbul’dan gelmişlerdi. Herkes çok heyecanlıydı. Afife müthiş oynuyordu, gözkamaştırıcıydı… Tanrım ne kadar da güzeldi sahnede Türk kadınının sesini duymak! Ancak sevincimiz kursağımızda kalmıştı, işte orada polisler… komiserleri fuayemde Hüseyin Suad’a sahneye çıkarılan Türk kızının ikinci bölüme çıkamayacağını, çıkarsa tutuklanacağını söylüyor. Odasına kadar geldiler Afife’nin, önce sakin karşıladı onları ancak bir müddet sonra sinirlenince kendisi, rızasıyla gelmezse sürükleyerek götüreceğini söyleyen komisere; “Sen sürüklersin ama ben de camı kırar, sokağa fırlar gelir yine sahneye çıkarım!” diye bağırıyordu. Oyunun ikinci yarısı bir türlü başlamayınca halk da sinirlenmeye ve tepki göstermeye başladı. Yatıştırmaya çalıştılar seyirciyi ama nafile, Afife’yi istiyorlardı onlar, aslında gerçek bir sebep istiyorlardı…
Halid Fahri ağzından kaçırıvermişti o sebebi; “Çıkamaz, sahneye… Bu gece de çıkamaz, haftaya da. Bekleyelim Türk kadınını sahneye serbestçe çıkaracak inkılabı…!” Ona uymuş “çıkacak, çıkacak” diye tempo tutuyordu halk. Kimisi paniğe kapılmış önündekini eze eze dışarı kaçmaya çalışıyordu. Zar zor kendine getirdiler sarhoş şairi, yoksa herkesin tutuklanmasına sebebiyet verecekti. Dışarıda toplanmış bir grup genç; “Afife’yi polis götürürse kurtaracağız” diye tempo tutmaktaydı. Sahnemin altından kaçırarak yan sokağa çıkardılar Afife’yi ve bir otomobile bindirerek evine yolladılar.
Tüm bunlardan sonra yılmamışlardı, bir hafta sonra yine benim sahnemde “Odalık” piyesini oynattılar. Oyunun sonuna kadar bir şey olmadı. Bu sefer kurnaz davranmıştı emniyet, etrafımı sarmışlardı oyun biter bitmez Afife’yi götürmek için. Ancak bayan oyunculardan biri bu hazırlığı görüp haber vermişti ve emektar Siroçkin makine diresinden dışarı kaçırmıştı onu… Yine de daha sonra tutuklanıp karakola götürülmesine engel olamamıştı kimse… Hırpaladılar onu “Dinini, milletini unutan sen misin?” diye…
Bundan sonra kaderlerimiz çoğunlukla birbirine paralel bir rotada yol almıştır… Babası bile istememiştir Afife’yi, evden ayrılmak zorunda kalmıştır… Büyük mübadele sonrasında eskisi kadar dolmamıştır koltuklarım… Darülbedayi’deki ücretli görevine son verilmiştir, parasız ve güvencesizdir artık… Sinemaya çevirdiler beni ismim Hale artık… Önüne geçilmeyen başağrıları çekmektedir Afife, doktoru morfin tedavisi verir ona… Yaşlandım zamanla, döşemelerim gıcırdamaya başladı, küf kokuyordum artık… Sahneye çıkmak için verdiği mücadeleyi nefsine karşı veremedi Afife, morfinman oldu, 1941’de 39 yaşında devrildi bir çınar… 1951’e kadar Hollywood klasikleriyle idare ettim ancak artık yeni sinemalar vardı, kimse tercih etmiyordu beni, 1961’de en sonunda yıkıldım…

Şimdi soruyorum büküp boynumu
Daha önce nerelerdeydiniz…



Not 1: Efendiler... Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz; hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat sanatçı olamazsınız. Yaşamlarını büyük bir sanata adayan bu çocukları sevelim." Mustafa Kemal Atatürk / 1930
Not 2: Aradaki dörtlükler büyük bestekar, udi ve tamburi Selahattin Pınar’a aittir. Aynen bestede olduğu gibi başlayan bir aşkla bağlanmıştır Afife Jale’ye. 6 Şubat 1960'da Todori'nin lokantasında, yanında söz yazarı Selim Aru olduğu halde, yemek yemek üzereyken yine bir kalp krizi sonucu hayatını kaybetmiştir.
Not 3: Konuyla ilgili anılarından yararlandığım Adnan Giz’e teşekkürlerimi borç bilirim…

3 yorum:

  1. Afife Jale'nin hikayesi ne kadar acı. Kıymetli insanları, özellikle kadınları, harcama konusunda üzerimize yok maalesef ve ne yazık ki bu bugün dahi böyle.

    Afife Jale'nin hikayesinde dikkatimi çeken nokta şu: Tiyatro sahnesine ilk olarak 1920'de çıkmış. 1923'de Cumhuriyet ilan edilmiş ve ardından Atatürk devrimleri gelmişti. O ortamda Afife Jale gibi bir değer neden harcandı acaba? Muhsin Ertuğrul'un 1927'de Darülbedayi'de sanat yönetmeni olmasından sonra Bedia Muvahhit, Neyyire Neyir gibi Türk kadın oyuncular hem tiyatro sahnesinde hem sinema filmlerinde boy göstermişler. Bu durumda Afife Jale'nin şanssızlığı, belki de, Muhsin Ertuğrul dönemine yetişememesi olmuş. Darülbedayi'deki görevine 1923 veya 1924'de son verildikten sonra, ki henüz 20'li yaşlarının başında gencecik bir kızdan söz ediyoruz, onu yeniden sahnelere kazandıracak ya da başka bir alanda eğitime yönlendirecek, onun moralini yükseltip sahip çıkacak kimse olmamış. Kullanılıp atılmış savrulup gitmiş :(

    YanıtlaSil
  2. Çok güzel bir yazı Işıl'cığım, kalemine beynine sağlık...

    YanıtlaSil
  3. Biraz geç tanıştım yazıyla. Yeni bir mobil oyun konsepti projesi üzerinde çalışıyoruz. Bu uygulamada Afife Jale'nin de hikayesine değineceğiz. Bu yazıdan da bazı bölümleri referans olarak almak isterim izninizle

    YanıtlaSil