Sabahın erken saatlerinde, meydana 15
dakikalık bir yürüme mesafesinde iniyoruz otobüsten. Etraf bir gece önceden
içmeye başlayıp, “sabahı” bulabildikleri her yerde etmiş gençlerle dolu.
Özeniyorum onlara, üstlerinin başlarının birbirleri üzerine neşeyle
bocaladıkları kırmızı şaraptan garip bir bordo renge bezenmişliğine rağmen
özeniyorum! Öyle neşeliler, öyle coşkulular ki! Biz de bırakıyoruz kendimizi bu
insan selinin içerisine, attığımız her adımda ayakkabılarımızı geceden kalma ve
yönünü şaşırmış biralar ve şaraplar ve içildikleri bardaklar ve kutular
karşılamakta. Yürüyoruz azimle ve koşuyu izleyeceğimiz balkonların bulunduğu
binaya varıyoruz. Saat 07.30…
Pamplona’ya geliş amacımız, tarihi 14.yy’a
uzanan San Fermin festivaline katılmak. Kuzey İspanya’nın Navarra bölgesinin
başkenti olan şehir, yılın 51 haftası çok sakinken; 6 Temmuz’dan 14 Temmuz’a
kadar, tüm bölgenin koruyucu azizi, 3.yy’da yaşamış ve Pamplona’nın ilk
piskoposu olan ve Fransa’da, 25 Eylül 303 yılında boynu vurularak şehit edilmiş
olduğuna inanılan Aziz Fermin adına düzenlenen şenlik dolayısıyla çılgın bir
ruh haline bürünüyor. Bu festival aslında iki ortaçağ geleneğini birleştirerek
ortaya çıkmış; bunlardan ilki, temmuz başında büyükbaş hayvan sahiplerinin
sürülerini şehir meydanında kurulan büyük pazara indirmeleri geleneğine
dayanıyor. Kuzey İspanya bir hayli yağış alan bir coğrafya ve havaların
iyileştiği temmuz ayı başında şehir meydanında kurulan büyük pazara
hayvanlarını indirirken sürü sahipleri, hayvanlarını heyecanlandırma ve
korkutma taktikleri kullanarak sürünün yürüyüş hızını arttırıyorlardı. Zaman
içinde boğa güreşleri için özel yetiştirilen boğaların bir gün önceden şehir merkezinde
kurulmuş bir ağıla getirilerek ertesi sabah saat 08.00’de koşu için şehrin
sokaklarına salınmalarının temelini oluşturmuş bu köklü gelenek…
Festivalin diğer bölümü olan dini öğe ise,
biraz önce bahsini ettiğimiz San Fermin için kutlanan gün. Azizin günü orijinal
olarak 10 Ekim’de kutlanırken, 1591 yılından itibaren 7 Temmuz gününe alınmış.
Böylelikle tüm İspanya’nın en meşhur şenliklerinden biri ortaya çıkmış. Şenlik
önceleri 2 gün olarak kutlanırken, önce 10 Temmuz’a, daha sonra zaman içinde 14
Temmuz’a kadar uzatılmış.
Biz sadece sokaklarda boğaların önünden
şuursuzca koşan gençlerin ortaya çıkardıkları görüntülerden tanıyoruz bu
festivali, ancak bunun çok ötesinde olan bir gelenek San Fermin. 6 Temmuz günü
Avrupa’nın belki de Oktoberfest’tekinden sonra en büyük kalabalığı, öğlen 12.00’ye
doğru Belediye Meydanı’nda toplanıyor. Nüfusu normal şartlarda 200.000
kişiyken, festival dönemi bir milyona ulaşıyor. Bu sayının önemli bir kısmını,
bir saat uzaklıkta bulunan Fransız Bask bölgesinden gelenler ve diğer turistler
oluşturmakta. Festivalin uluslararası düzeyde bu kadar çok tanınmasına en büyük
etken hiç şüphesiz boğa güreşlerine düşkünlüğüyle tanınan ve “Güneş de Doğar
(The Sun Also Rises)” adlı romanında sık sık festivalden bahseden Amerikalı
yazar Ernest Hemingway olmuştur. Öyle ki Hemingway’in romanlarından etkilenen
birçok Amerikalı, şehrin otellerinde aylar öncesinden festival dönemi için
rezervasyon yaptırıyor. Yeterince parası varsa Hemingway’in kaldığı La Perla
Otelindeki 217 numaralı odadan (ki fiyatı festival döneminde 1800Euroya
fırlıyor) aynen yazarın yaptığı gibi boğa koşusunu izleyip, aynen onun gibi
Iruna Café’de içkisini yudumlayabilir…
Belediye Meydanında toplanan kalabalık
tamamıyla beyazlar giymiş halde heyecanla tam öğle vakti atılacak 12 fişeği
beklemekte. Bu roket atma törenine “chupinazo” adı veriliyor. Herkesin elinde
bir kırmızı fular ve fişekler havalandıktan sonra kalabalıktaki herkes Viva San
Fermin (çok yaşa Aziz Fermin) diye bağırarak, fularlarını boynuna bağlıyor. Bu
fular, 14 Temmuz geceyarısı Festival etkinliklerinin sonunu getiren “Pobre de
Mi” adlı şarkının söylenmesine kadar boyunlardan çıkmıyor. Birden şampanya
şişelerinin tıpaları da patlamaya başlıyor ve 15 Temmuz sabahına kadar hiç
bitmeyecek bir çılgınlık başlıyor. Gençler karton kutularda aldıkları
şaraplarla birbirlerini yıkamaya başlıyorlar. Her yer o kadar kalabalık ki,
festival ortamında yaşanan önemli gelişmelerden kimse mahrum kalmasın diye
belirli yerlere dev ekranlar konulmuş. 6 Temmuz gecesi uzun bir havai fişek
gösterisi ile festival etkinlikleri sona eriyor.
7 Temmuz sabahı saat 06.45’te “La Pamplonesa”
adlı belediye bandosunun Las Dianas adı verilen müzikle yerel halkı uyandırması
ile asıl bayram günü başlıyor. Biz, sabah 07.30’da bir tarafı büyük meydan Plaza
Castilla’ya, bir diğer tarafı da Estafeta Sokağı’na bakan bir binanın üçüncü
katına çıkıyoruz. Balkonlara üçerli gruplar halinde yerleşiyoruz. “El Encierro”
adı verilen koşu dakikalar sonra başlayacak. Koşunun başkahramanları bir gece
önce kimseler görmeden şehre getirilmiş olan altı tane siyah renkli boğa ve
koşuda bunların önünden gidip, bir nevi bu boğalara rehberlik edecek altı tane
beyaz- kahve renkli erkek sığır (öküz). Bu hayvanların önünde 18 yaşını
doldurmuş ve kaydını yaptırmış her birey koşabilir… Dört etapta tamamlanan
toplamda 825 metre uzunluktaki bir parkurda 2-3 dakika süren bir maraton bu.
İnsanoğlunun cesaretini kanıtlama isteği, ya da hayatına bir heyecan katma
isteği, ya da sadece, öylesine, ambiansa uyma isteği; ne derseniz deyin buna…
Ancak itiraf etmeliyim ki, gerçekten heyecan dolu, son derece dinamik bir ortam
var…!
Polis, kalabalığı zorla zapt ediyor, vali ve
belediye başkanı geçtikten sonra koşuyu başlatan fişek ateşleniyor. Daha
boğalar ortada yokken en korkaklar hızla koşuyorlar. “Erkekliğin yarısı
kaçmaktır” diyen ünlü cümleyi hatırlıyorum ve fakat arada koşan bayanların
sayısı da hiç azımsanacak gibi değil! Nihayet boğalar ve öküzler görünüyorlar
ve görünmeleriyle ortadan kaybolmaları bir oluyor… Koşu, boğaların 1844 yılında
inşa edilmiş olan Boğa Güreşi Arenasına varmalarıyla son buluyor. Akşamüzeri kendilerini
burada insanoğlunun bitmez tükenmez kan dökme arzusunun hazin sonucu
bekleyecek!
Koşu sonrası, normalde San Fermin Şapelinde bulunan
azizin heykeli şehrin sokaklarında dolaştırılıyor (Prosesyon). Bu prosesyon o
kadar hızlı bir şekilde yapılıyor ki, azizin peşinden bir hayli koşmamız
gerekiyor. Aynı zamanda Asya, Afrika, Amerika ve Avrupa kıtalarını temsil eden
birer çift koca kafalı devasa insan kuklaları da halkın arasına karışmış
çılgınca yürüyorlar. Bunlara eşlik eden “pena” adı verilen müzik grupları, yerel kıyafetleriyle
çeşitli bandolar ortamı iyice renklendiriyorlar. Gençler neşeyle dans
ediyorlar, çocuklar babalarının omuzları üzerinde olan biteni en iyi yerden
izliyorlar, bebek arabalarında keyifle kurulmuş ufaklıklar, neşeyle ortama ayak
uyduran yaşlılar... Herkesin ortak bir özelliği var; beyaz pantalon, beyaz
gömlek, kırmızı bir kemer ve kırmızı bir fulardan oluşan kıyafet. Kimin fakir
kimin zengin, kimin daha yüksek, kimin daha alçak statüde olduğunun ayırt
edilemediği köklü Avrupa geleneklerinin ortak mantığı burada da devreye
giriyor. Onbinlerce insanın kırmızı – beyaz ortak kıyafetle günlerce ortalıkta
dolaşması bile kendi başına olağanüstü bir görsel şölen!
Uzun uzun yürüyoruz, yeri geliyor biz de müziğin ritmine uyuyoruz, biz
de soğuk bir birayı yudumluyoruz. Kemerlerimizi sağdan değil soldan bağlamamız
gerektiğini öğrenip, düzeltiyoruz. Ancak en çok da bu kadar alkole, böyle bir
kalabalığa rağmen başkasını rahatsız eden bir taşkınlık olmamasına şaşıyoruz.
Köklü bir geleneğin bir gün de olsa parçası olmuş olmanın mutluluğu ile ertesi
gün evimize dönüyoruz...
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder