Canım nasıl
da buranın panna cottasını çekti diyerek dalıyorum Antico Martini’nin
kapısından içeri. Dışarısı dondurucu soğuk ancak Venedik’in en çok bu hallerini
seviyorum. Beni içtenlikle kapıda karşılayan hanıma “grazie” diyerek uzatıyorum
kabanımı. Hemen siparişimi veriyorum yanında bir proseccoyla birlikte. Kış günü
hava erken kararır ve ben daha Akademi Galerisi’ne gideceğim. Cam kenarı
masamdan La Fenice Tiyatrosu’na bakıyorum. Birden mutlulukla gülümsüyorum! Ne
eserlerin prömiyerleri burada yapıldı, neler gördü geçirdi iki asırdan fazladır
ayakta durduğu süre içinde. Leyla Gencer’in 1985’te sahnelere vedasının yine
burada olduğunu hatırlıyorum.
Karşı
masadan yaşlı bir İtalyan’ın bana laf atmasıyla sıyrılıyorum daldığım
hayallerden. “Bunun adı düpedüz “carne cruda all’Albese”dir!” diye haykırıyor
önündeki ince dilimlenmiş çiğ et tabağına bakarak. “O Giuseppe Cipriani denen oportünist carpaccio
adını vermiş buna.” Neredeyse henüz yudumladığım prosecco boğazımda kalıyor. “Signore”
diyorum, “Giuseppe Cipriani bir otel çalışanı olarak, müşteri Harry Pickering’e
borç verdiğinde hemen ardından Büyük Buhran’ın geleceğini ve borcunun 5 katını
tahsil edeceğini bilemezdi. O katlanmış para ile en azından bir vefa örneği
gösterip açtığı bara ‘Harry’s’ adını vermiş. Bunda fırsatçılık göremiyorum ben.”
Şöyle bir kaşını kaldırıp bir müddet baktı bana, sanırım İtalyanca aksanım pek
de tatmin etmemişti aksi ihtiyarı. “O ufacık bardaktaki Bellini kokteyle 18Euro
almalarına ne diyeceksin?” diye sordu. Cevabım “Un peccato (Bir günah)!” oldu ve “arrivederla” diyerek yanından
ayrıldım.
Fenice ve
Caotorta Sokaklarından geçiyorum. Biraz önce yaşanmış sahne gerçek olamaz,
neredeyse boğuluyordum şaşkınlıktan diye düşünüyorum bir yandan kabanıma iyice
sarınaraktan. Bir müddet kanal kıyısından yürüyorum, ara sıra küçük köprüleri
aşıp ufacık meydanlardan geçiyorum… İhtiyar sanki ne yapacağımı biliyormuş
gibiydi! Büyük Kanalı geçen köprülerden biri olan Ponte dell’Accademia’yı
aşıyorum ve Galeriye giriş ücretini ödüyorum. Defalarca geldim buraya ancak
beni kendimden alıp götüren bir dizi eser var ki, sanki dini bir ritüelmiş
gibi, bu şehirden ayrılmadan önce onları mutlaka bir kez daha görüyorum! Hiç
vakit kaybetmeden 21 numaralı odaya geçiyorum. İşte oradalar! “Azize Ursula
Efsanesi”… 9 parçalık bu iş, Rönesans döneminin Venedik Okuluna mensup Vittore
Carpaccio’nun en ünlü eseri… İhtiyarı hatırlayıp gülüyorum yine, evet o ince
dilimlenmiş çiğ ete ressam Vittore Carpaccio’nun adını veren Harry’s Bar’ın
ünlü kurucusu Cipriani olmuştu. Carpaccio’nun resimlerindeki kahverengimtırak kırmızı
ve beyaz tonlar, çiğ etin ve arasındaki yağın tonlarını hatırlatmıştı ona
besbelli!
Büyülenmiş
biçimde serinin ilk bölümüne yaklaşıyorum. Seri 1490-1498 yılları arasında
yapılmıştı ve Scuola di Sant’Orsola’nın
aristokrat aileleri vermişti siparişini. Carpaccio’nun hocası Fatih Sultan
Mehmet’in portresini yapmak üzere İstanbul’a gitmiş olan Gentile Bellini idi.
Hem tarzlarındaki benzerlik, hem de Venedikliler için her zaman “infedele
(kafir)” olan Osmanlı’nın kanvaslardaki uzaktan yansıması hemen dikkatimi
çekiyor… Kompozisyon her ne kadar Venedik adetlerine, mekanlarına,
seremonilerine göndermeler yapsa da, detaylarda Doğu’ya yapılan yolculukların
izi kendini belli ediyor. Efsanenin bir çok versiyonu olsa da sanatçımızın
Jacobus de Varagine’sin “Altın Efsane”sinden etkilenmiş olduğu aşikar.
Hemen
başlıyorum hem efsaneyi, hem de efsanede geçen yolculuğu tekrar yaşamaya… Brötanya
(Brittany) Kralı Maurus’un “Ursula” (Latince küçük dişi ayı) adında son derece
akıllı, dürüst ve güzel bir kızı vardır.
Serinin ilk eseri olan “İngiliz Elçilerin Ziyareti”nde işte bu güzel
kızı bir İngiliz Prensle evlenmesi için istemeye gelmiş olan İngiliz Elçiler betimlenir.
Resmin bir diğer tarafında ise bunun gerçekleşmesi için şartlarını sıralayan
Ursula görünmektedir: Yanında on bakire olmalıdır, bunlardan her birine eşlik
edecek biner bakire ve kendi maiyetinde olacak 1000 ekstra bakire daha! (Bu
haberden sonra İngiliz Prensin ardına bile bakmadan nasıl kaçmadığını hep merak
etmişimdir…) Toplam 11.000 (ve hatta küsür) bakire! İçimden “mamma mia” diyerek
hikayeyi izlemeye devam ediyorum! Tüm bu bakirelerle önce Roma’ya bir Hac
ziyareti yapacaktı ve pagan olan müstakbel kocası da burada vaftiz olacaktı.
Elçiler
vasıtasıyla Brittany Kralının mektubu Britanya Kralına ulaştırılır. (Elçilerin
Dönüşü Portresi) Ursula’nın şartları makul bulunmuş ki, sonraki portre olan “Nişanlıların
Buluşması ve Yola Çıkması”nda prensin bir tarafta babasına veda edip Birtanya sahillerinden
ayrılmasını, diğer tarafta ise Brittany sahillerine varışını ve kendini
iskelede bekleyen Ursula’yı koluna alarak yola koyulmalarını görürüz. İlginç
bir sahnedir bu: Ursula yanında nişanlısı bir yandan babasına veda ederken
uzakta 11.000 bakire kendilerini Roma’ya götürecek gemilere binmektedirler…
Ancak bu
yolculuk hayra alemet değildir, nitekim “Ursula’nın Rüyası” adlı portrede bir
melek Ursula’ya çok yakınında olan ölümünü zikreder. (O anda Köln
şehrindedirler…) Daha sonra ana amaç olan Roma’ya ulaşırlar ve Papa ile
buluşurlar. Buluşma için ressamımızın seçtiği fon Roma’nın ünlü Castel Sant’
Angelo’ sudur. Sanırım daha iyisini kimse düşünemezdi! Papa Siricius onları
karşılamaktan son derece mutludur ve hac görevini tamamlayan heyet de mutlu bir
şekilde dönüş yoluna koyulur….
“Köln’e
Varış” adlı tabloyla hikayemiz de kararmaya başlar! Hristiyan Hacıların civarda
olduğunu haber alan pagan Hunlar hemen Köln’e doğru yola koyulurlar. Tablonun
ön tarafında zırhı içinde bir asker iki hain Romalının gönderdiği gizli mesajı
okumaktadır! Ardından gelen “Hacıların Katli ve Azize Ursula’nın Cenaze Töreni”
adlı tabloda ise korkunç bir katliam betimlenmiştir. Öyle ki, sahnenin içinde barbarlar
tarafından hunharca öldürülen 11.000 bakirenin yanında orada neden olduğunu
anlayamadığım Papa Siricius da boynu kesilmiş, Kardinal Vincenzo da bir ok
tarafından suratı parçalanmış bir halde yer almaktalar. Bir diğer Hun ise
kılıcını Prense mıhlamakta. Biraz ilerisinde ise dizleri üzerine çökmüş Ursula
bir ok tarafından öldürülmek üzere… Portrenin sağ tarafında Ursula’nın cenazesi
durmakta. Dönemin geleneklerine uygun olarak bedeni tabut sehpası üzerine
konmuş. Tüm portrelerde son derece dramatik sahneler ve görkemli mekanlar
kullanmış ressamımız. Dizinin son eserinde ise “Ursula’nın ve Maiyetindekilerin
Şanı” konu edilmiş. İsa Peygamber’in gelini olarak cennette karşılanıyor.
Üzerinde durduğu palmiye yapraklarından yapılmış pedestal Hristiyan
ikonografisinde şehitlere atfedilen bir sembol… İki melek Ursula’yı
taçlandırmak üzere ve hepsinin üzerinde merhametin rengi olan kırmızı bir tünik
giymiş Baba, kollarını açmış Ursula’ya cennetin yolunu göstermekte.
Akademi
Galerisi’nden çıkıyorum ve San Marco Meydanı’na doğru yürümeye başlıyorum. Hava
iyice kararmış ve ayaz inmiş. Isınmak için başka bir anımı hatırlıyorum.
Koskoca bir kruvaziyerle US Virgin Islands’a varıyoruz. Hava pırıl pırıl ve
Karayipler’in o camgöbeği denizi beni kendimden geçiriyor. Şort, askılı t-shirt
ve şıpıdık terliklerden oluşan kıyafetimizle limana iner inmez son derece
sempatik siyahi bir adam bizi karşılıyor: “Kamyonetime binin de size ada turu
attırayım. Sadece 20 dolar!” Kabul edip kamyonetine biniyoruz. Bir de mikrofon
sistemi kurmuş ve ara ara bilgiler veriyor bize: “Biliyor musunuz adamıza neden
Bakireler Adası denir? Çünkü Kristof Kolomb ikinci seferinde 21 Ekim 1493
tarihinde adamıza ayak basmıştır. Bu gün Azize Ursula ve maiyetindeki 11.000
bakirenin öldürüldüğü gün olduğu için bu adı uygun görmüştür adamıza..!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder