Beagle Kanalı’nın kıyısındayım, o meşhur
Patagonya rüzgarı yüzüme, vücuduma ve ruhuma işliyor… Şiddetle estikçe ne gam
kalıyor, ne tasa. Günlük dertlerimin tam 14.000 km uzağındayım, elimde bir
Malbec şişesi ve su bardağıyla.
Uzağa, ufka doğru baktıkça çetin hikayeler
aklıma geliyor, hemen hepsi de denizcilikle alakalı. Haritaya baktığınız zaman
rastladığınız adlar pek de büyük şeyler vaat edici değil bu coğrafyayla ilgili
olarak: “Bahia Inutil” (İşe Yaramaz Koy), “Puerto de Hambre” (Açlık Limanı), “Seno
Ultima Esperanza” (Son Ümit Boğazı)… arkalarında bıraktıkları hikayelerin
akıbetini kısaca özetliyorlar ironik bir şekilde aslına bakarsanız! Devamlı
olarak açık denizi aramanın çoğunlukla trajik sonuçlanan öykülerinden baki
kalan adlar… Biraz daha otursam sanki parçalanan karavel gövdelerinin sesini
duyacak gibiyim!
Biraz kuzeyim Macellan Boğazı, biraz güneyim
ise Horn Burnu. Ferdinand Macellan belki de kendisinin bile tam olarak ne
yaptığının farkında olmadığı o efsanevi seferini gerçekleştirirken, buraları
ilk olarak gören Batılı ünvanını da alıyordu aynı zamanda. Kendi adını taşıyan
boğaza 1 Kasım 1520’de girmişti ünlü kaptan 5 gemilik filosuyla. Uzaktan,
yerlilerin yakmış olduğu ateşten tüten dumanları görünce “Tierra del Humo”
(Duman Toprakları) adını vermişti güneyindeki topraklara… Ancak Ana Kıtada,
onun yolunu gözleyen ünlü kral Şarlken “Duman çıkan yerde ateş de vardır!”
diyerek nihai adını vermiş bölgeye: Ateş Toprakları. Sonra karşılaştığı koca
ayaklı Tehuelche yerlilerine “Patagones” (Koca Ayaklılar) demiş ve onların
yaşadığı topraklara da “Patagonia”…
Gümüş, altın, şan, şöhret, mevki hırsı ve
kahramanlık hayalleriyle gözü dönmüş bir neslin hikayesi biraz da bu topraklar.
Punta Arenas’ın Limanı’nda o 5 gemilik filodan seferi tamamlamayı başaran 2
gemiden biri olan Victoria’nın bir kopyasını görmek bile tüylerimi diken diken
etmeye yetiyor! Bilinmezlikler içinde, hiçliğin ortasında, su üzerinde geçen
günler, aylar ve en nihayetinde yıllar! Hemen Stefan Zweig’in Macellan hakkında
yazdığı o müthiş kitabın girişi geliyor aklıma: “İnsanlığın büyük
kahramanlıklarında hep inanılmaz bir şey vardır, çünkü ortalama dünyevi
ölçülerin çok üzerindedirler; ama insanlık kendine olan inancını onların
inanılmaz başarıları sayesinde geri kazanır.”
Onların başarılarına yatırım yapan, Avrupa’nın
en dibinde izoleliğiyle baş başa kalmış iki ülkenin, 1494’te Papalığın da rıza
gösterdiği, Tordesillas adlı bir yerde imzalanan bir anlaşmayla Dünyayı
aralarında paylaşmalarıyla başlamıştı her şey. İber Yarımadası’ndan çıkanlar
daha Batıya doğru, İber Yarımadası’nda kalanlar ise gidenlerin geri döneceği
belirsiz bir ufka doğru gözlerini dikmiş, beklemektelerdi… O belirsiz ufka
doğru salınıp durmuştu pek çokları, artlarında ihanetlerle, zorluklarla,
ümitsizliklerle ve hatta gani gani ölümlerle bıraktıkları hikayelerle… Hatta
öyle ki, İngiliz korsanlardan son derece rahatsız olan İspanyolların yaptığı
başarısız bir ekspedisyondan hayatta kalmayı başaran tek kişiyi (Sarmiento de
Gamboa) bir İngiliz korsan filosu tekrar Avrupa’ya götürmüştü! Tarihin insana
bahşettiği sayısız ironiden biriydi… ve kahramanlıklar kan dökerek
kazanılıyordu çoğunlukla!
Bu salınma Macellan bu boğazdan geçtikten
birkaç yıl sonrasına kadar sürecekti, ta ki yeni yeni fethedilen Meksika ve
Peru’dan “gümüş ve altın” şıngırtıları gelene kadar… “Quinta Real” (Kraliyet
Payı: Quinta = Yüzde yirmi) kral içindi ve Şarlken tüm bu zenginliği ezeli
rakipleri Osmanlı İmparatorluğuna ve yeni yeni oluşan Protestan Kilisesi’ne
karşı üstünlük elde etmek için harcayacaktı… “Pampa Patagonica” denen bu yarı
bozkır topraklardan ise aynı şıngırtıların gelmeyeceği anlaşılınca, bu
topraklar tekrar kaderine bırakılacaktı: Sonsuz bir sessizliğe…
Sessizliği bozan yine altının sesi olmuştu
tam 300 yıl sonra… Ses bu sefer Pasifik tarafının kuzeyinden, California’dan
gelmekteydi. Yeni ümitler; ancak o eski bilindik zengin olma hayalleri içinde;
çoluğu, çocuğu, yetişkini, kadını, erkeği gemilere doluşmuşlar, göç
etmektelerdi. Gemiler bu sefer bambaşka bir nesli taşımaktaydı bilinmeyen
topraklara… Kimisi şu an bulunduğum Beagle Kanalı’nın kuzeyindeki Macellan
Boğazı’ndan, kimisi ise güneydeki Horn Burnu’ndan dönerek okyanuslar arası ve
okyanuslar ötesi destansı yolculuklarını yapmaktalardı… Bu dönemdeydi,
yerleşimler oluşmaya başlamıştı ve bu dönemdeydi ünlü Şilili yazar Luis
Sepulveda’nın dediğinin yapılanması: “Binaların işlevsel özelliği o zamanlardan
kalmadır. Birinin temel işlev olmak üzere ikişer işlevi vardır: Binalar, hem
bar hem hırdavatçı; hem bar hem postane; hem bar hem cenaze malzemeleri dükkanı
görevi görürler…”
Beagle Kanalı’nın kıyısında gözlerimi
kapadım, rüzgar hiç de öyle hafiften esmiyor. Resmen insanlığa meydan okuyan
bir rüzgar bu! Hayal ediyorum, henüz California’dan altın sesi gelmeden önce;
1830’ların başlarında; majestelerinin gemisi HMS Beagle geçmekte tam önümden…
Amaç Patagonya’nın hidrografyasını incelemek. Beagle’ın bölgeye ikinci seferi
bu, birincisinde belki de bölgenin sonsuz ıssızlığı ve genişliğinden dolayı
büyük bir depresyona giren Kaptan Pringle Stokes’un önce 14 gün boyunca
kendisini kamarasına kilitleyip daha sonra intihar etmesi sonrasında kumanda
Kaptan Fitz Roy’a geçmiş. İkinci sefer içinse Kaptan Fitz Roy doğa bilimcisi
olarak Charles Darwin’i davet etmiş. Beagle’ın güvertesinde geçen 5 koca yıl
sonrasında Evrim Teorisini geliştirmiş Darwin…
Bir daha birisi size “Çok daraldım, biraz
kendime ait bir alana ihtiyacım var” diye dert yandığında ona “Patagonya”yı
önerin… Kimilerinin baktığında “burada bu kadar ne var ki” dediği, kimilerinin
ise sonsuz boşluğa kendisini öylesine bırakıp, ruhunu doldurduğu; kelimelere
dökülemeyen, sadece ve sadece 5 duyunuzla algılayabildiğiniz, rüzgarın ruhunuza
dahi işlemesine izin verdiğinizde tanıyabildiğiniz, “dünyevi ölçülerin çok üzerinde”,
büyülü bir coğrafya burası…
IŞILCIĞIM SANKİ TEKRAR O TEKNENİN İÇİNDE BERABERMİŞİZ GİBİ GELDİ.
YanıtlaSilBERABERCE NİCE GÜZEL GEZİLERE DİYORUM ARKADAŞIM.
ZEYNEP UYGUNER ERKMEN
Sevgili Zeynep, umarım hep yeni rotalara beraber yelken açarız! Sevgiyle...
YanıtlaSil