27 Ocak 2014 Pazartesi

YEMEN NOTLARI BÖLÜM I

“Medeniyetin nerede doğduğu değil, şu an nerede olduğu önemlidir.”  Bana göre tarihi olan bu cümleyi söylediğinde Paşa, tam da Floransa Vaftizhanesinin efsanevi güzellikteki Cennet’in Kapısına bakıyordum. Ghiberti Usta’nın kapı üzerindeki panolara işlediği on Tevrat olayından, Süleyman’ın kendi yaptırdığı tapınakta Saba Melikesi Belkıs’ı ağırlamasını izliyordum hayran hayran. Sanırım Yemen’e karşı ilgimi uyandıran şey bu an olmuştu. Tarihin güçlü kadın yöneticileri her zaman ilgimi çekmiştir. Er ya da geç Saba Melikesinin ülkesini görmem şarttı!
2011 yılında Arap Baharının başlamasıyla birlikte Yemen’e seyahatler iyiden iyiye zorlaşmıştı. Güvenlik nedeniyle turistik ziyaretler katiyen tavsiye edilmiyordu. 2012 yılı boyunca ara ara kaçırılan turistlerle ilgili haberler gelmeye devam etti. Ben bekledim. 2013 yılında değişen pek bir şey yoktu. Ben bekledim. 2014 yılının ilk günleriydi ve yol hikayesi şöyle başladı: Alakasız bir konuyla ilgili olarak yıllardır görmediğim bir rehber arkadaşımı aradım. Sohbetin ortalarına doğru “Ben de Yemen’e gidiyorum” dedi. “Ne zaman?” diye sordum. Hemen birkaç gün içinde grupla yola çıkıyorlardı. Hiç düşünmeden “ben de geliyorum” dedim. Onların programlarının son 3 gününü yakalayacak şekilde ben de kendime ayrı bir rota çizdim. Gezinin bir kısmında da olsa özgür olmam gerekiyordu. Ertesi gün Yemen Fahri Konsolosluğu’ndaydım. Yemen ile vizeler resmen kaldırılmıştı ancak karar henüz yürürlüğe girmemişti. O yüzden vize harcını yatırmam gerekiyordu ve ücretin 350TL olduğunu söylediklerinde hiç yapmadığım bir şey yaptım ve “Böyle harç mı olur, ben rehberim, sizin ülkenize turizm elçisi olarak gidiyorum, aslında benden hiç para almamanız gerekir” dedim. Konuyla ilgili ısrarcı olunca harç ücretini en sonunda 250TL’ye düşürdüler. Cebime kar kalan 100 liram, gıcır gıcır Yemen vizem ve suratımda mutlu ifademle bavul toplama vaktim gelmişti!

Türk Havayolları’nın uçağı Sana’a Havalimanı’na gecenin ilerleyen saatlerinde indiğinde nedense hiç yanılmayan içgüdülerim dışarıda beni kimseciklerin beklemeyeceğini söylüyordu. Yoğun programının baskısından dolayı kafası karışmış olan arkadaşımın geliş tarihimle ilgili hata yapacağını ve oradaki yerel acentayı yanlış bilgilendireceğini bir şekilde ön görmüştüm. Saat sabahın 03.30’uydu ve evet beni dışarıda bekleyen kimse yoktu! En güzel gülümsememi takınıp tüm o birilerini bekleyen erkek kalabalığının önünden geçiyordum ancak nafile. Taksi servisi verip birkaç dolarımı almaya hevesli kişiler dışında kimse benimle ilgilenmiyordu. 2200 metrelik irtifası ile Sana’a şehri Arap Yarımadası’nın en serin yerlerinden biriydi ve önümde gördüğüm tüm erkekler hemen hemen aynı şekilde giyinmişlerdi: klasik beyaz entari veya peştamal üzerine kirli bir mont ve bellerinde “cembiye” adı verilen bir tür eğri kama. Okumuştum bir yerlerde gitmeden önce, bele takılan cembiyenin sadece bir erkeklik sembolü olduğunu, aslında hayat boyunca hiç kınından çıkarılmadığını… Ve fakat gecenin o ilerlemiş saatlerinde tek başına bir bayan için cembiyeler arasında yolunu bulmak çok da eğlenceli değildi! Hele benim gibi başı açık gezen bir kadın için…

En sonunda eli yüzü daha düzgün olan bir kişiye doğru yöneldim. Elle, kolla, Arapça, İngilizce, Türkçe olarak yaptığımız pazarlıklar sonucu beni otelime bıraktı ve takip eden günün Cuma, yani tatil günü olduğunu hesaba katarak birkaç saat sonra gelip beni almasını tembih ettim. Sözleştiğimiz saatte kapıda beliriyor şoförüm Nabil. Gel diyorum; resepsiyona adını, plakasını ve telefon numarasını bıraktırdıktan sonra başlıyoruz başkent civarındaki tarihi yerleri gezmeye. İlk durağımız Vadi Dhar’da,  Arapça Taş Ev anlamına gelen Dar’ül Hacer oluyor. Yeşilin sık görülmediği bir coğrafyada, bereketli vadide gördüğüm bitki örtüsüne şaşıyorum.

Osmanlı’nın Yavuz Sultan Selim’le başlayan Yemen Macerası 400 yıl sürmüş. Bu yılların sonunda ise imameti elinde bulunduran İmam Yahya, Osmanlı sonrası ülkenin bağımsızlığını ilan ederek Yemen’in başına geçmiş. Taş Ev onun yazlık sarayı. Binanın üzerine oturtulduğu kayanın Saba Melikesi Belkıs döneminde oyularak ev şeklinde kullanıldığıyla ilgili bir rivayet var. Beş katlı ve 35 odalı yapı,  hem Yemen mimarisinin, hem de taş oymacılığının son derece etkileyici bir örneği. Birden bazı kaynaklara göre Yemen ile Umman arasındaki geniş düzlüklerde yaşadığı söylenen ve İrem Şehrini kuran Ad Kavmini hatırlıyorum. Nuh Kavmi gibi Allah’ın gazabına uğrayan eski bir Arap Kabilesi olan Ad Kavmini Hz. Hud Kuran’ın Şuara Suresi’nde şöyle uyarmış: “Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı ediniyorsunuz?” Karşımdaki yüksekçe yere inşa edilmiş anıta bakınca Hud Peygambere pek de hak veremiyorum. Nihayetinde buranın sahibi olan Yahya 1948’de öldürülüp bu dünyadan göç etse de, anıt zamana meydan okuyor!

Yola devam ediyoruz. Bu plansızlık içinde atladığım bir nokta var: Uzun yol iznim yok. Birkaç asker denetim noktasında takılıyoruz, bazısından dil dökerek, diğerlerinden ise ufak rüşvetlerle geçip Kevkeban’a ulaşıyoruz. Burası anında tüm Yemen’deki en favori yerim oluyor! Bir kere isim muhteşem: kökünde Arapça “gezegen” kelimesi var. Hakikaten de ayın yüzeyini andırır bir coğrafyada, masa şeklinde bir dağın üzerinde, bulutlara asılı gibi, 3000 metrede yalnız bir kent Kevkeban. Kıvrıla kıvrıla yukarı doğru tırmanırken fotoğraf çekmek için birkaç defa durduruyorum Nabil’i.

Derler ki Kevkeban’a bu adı pencereleri gümüşten olduğu ve parladığı için vermişler. Sert ve sarp coğrafyası Osmanlı’ya da uzun zaman geçiş vermemiş. Emir Şerafettin isyanı bu bölgede Osmanlı’yı en çok oyalayan ve en fazla şehit vermesine yol açan olay olmuş. Birçok insan için taş pek bir şey anlatmaz, bazıları içinse çok şey anlatır. Ben ikinci gruptanım. Bunu uçurumun kenarında durmuş, aşağıdaki Shibam Kentini ve ilerideki koca bir kaya üzerine kurulmuş Thula Kalesini izlerken iliklerime kadar hissediyorum!

Karnımız iyiden iyiye acıkıyor. Hani şu Lonely Planet kitaplarında ‘lokal yerlerde lokal tatlar deneyin’ der ya, ben de iyice turist moduna bürünmüş, Nabil’e “Haydi Nabil gel lokal bir eve gidelim, misafir olalım” dedim. Zaten konumu ötürü beni benden geçirmiş Kevkeban’da tüm turistleri avlayan Yahya, bizi de keşfetmekte gecikmedi ve onun alçak gönüllü evine misafir olduk. Yahya’nın oğulları alelacele pişirilen yemekleri yer sofrasına dizmeye başladılar. Bu arada Yahya’nın, evinde kalan ziyaretçilere tutturduğu anı defteri ilgimi çekti. Deftere yazan her milletten insan ev sahibinin kendisine bir baba gibi davrandığını ifade etmişti. Son derece misafirperver olduğundan dem vurmuşlardı. Bana göre Yahya da dünyadaki herkes gibi ekmeğinin peşinde, normal bir insandı. Sunacak başka bir şeyi olmadığı için dostluğunu vererek para kazanmak zorundaydı. Misafirperver olmalıydı. Onun toprakları medeniyetin doğduğu yerlerdi ancak bugün bu kavram onun evinden fersah fersah uzaktaydı ve anı defterinde yazanlar benim için gerçeği ifade etmiyorlardı…

Yemenliler için öğle yemeği en önemli öğün. Kesinlikle çok kuvvetli olması gerekiyor. Birinin evine misafirseniz de yemeğin mutlaka artması gerekiyor. Yerseniz tekrar yemek geliyor. Biz de önümüze konan çeşit çeşit yemeğin tadına bakıp, çoğunu arttırıyoruz. Yemek sonrası ben kalkmaya yeltensem de Nabil eliyle otur diyor. Tabi ya! Yemen için “kat” vakti! Bunu çok defalar okuyup, çok defalar dinlemiştim. Öğle yemeğini yedikten sonra halkın çoğunluğu, bu hafif kafa yapan yaprağı çiğnemeye başlıyor. Kafa güzelleştikten sonra da çalıştır çalıştırabilirsen Yemenliyi! On dakika kadar keyif yapmasına izin veriyorum ancak sonrasında bağır çağır yerinden kaldırıp beni Thula’ya götürmesini başarıyorum sevgili Taksi şoförümün.


Katın Latince adı “Kata Adolis”. Bir buçuk metre boyuna ulaşan bir ağaççık ve kökeni Doğu Afrika. Buradan Habeşistan ve Yemen’e yayılmış. Yüksekleri ve bol suyu seven bir yapısı var. Toplandıktan sonra 12 saat içerisinde taze taze çiğnenmeli. Öğleden sonra bu yüzden erkeklerin bir yanağı davul gibi şişiyor. Torbalarla aldıkları katı saatlerce çiğniyorlar. Kadınlar da çiğniyorlar ancak onlar yanaklarını bu kadar şişirmiyorlar. Bu konu beni darmadağın eden hususlardan biri oldu. Lakin Yemen’de çalışan bir insanın günlüğü 8-20USD olarak değişirken, günlük kata harcanan para yaklaşık 5-20USD arasında değişmekte. Bu da gösteriyor ki milli hasıladan yarıdan fazlası kata gidiyor! Öbek öbek katı koydukları naylon torbaların yarattığı çevre kirliliği de cabası!

Düşünsenize dünyanın en fakir 10 ülkesinden birindesiniz. Oysa zamanında Arabistan Yarımadası’nın Yemen ve Umman’ı kapsayan güney bölgesine, yeşil toprakları ve ılıman ikliminden dolayı Yunanlılar “Eudaimon Arabia” (Kutsanmış Arabistan), Romalılar “Arabia Felix” (Mutlu Arabistan) ve Ortaçağdaki Arap Bilginleri de “El Yemen es-Saiyd” (Mutlu Yemen) ismini vermişler. Ülkede hiç beklemeyeceğiniz düzeyde bir tarım aktivitesi var ki bu olası potansiyelin çok altında. Buna rağmen sokak başında açılmış seyyar manav tezgahları bu ülkede gözüme en güzel görünen unsurlardan biri oldu. Ancak bir babanın çocuğuna meyve almak yerine, kendi zevki için o parayla kat alacağını düşünmek beni kahretti. Mutluluk neydi? O katı çiğnediğinde duyacağı anlık haz mı? Benim için mutluluk yine başka bir anlık haz sonucu bu dünyaya getirilmiş çocukların sokakta ayakkabısız gezmediği günleri görmekti… Bunu elimde fotoğraf makinemi görünce “beni de çek, beni de çek” diye bağrışan Yemenli çocuklarla tanışınca daha iyi anladım…


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

1 yorum:

  1. Yemen'in simdiki durumunu dusununce, aslinda iste kimsenin hele de evlatlari ayakkabisizken Kat cigneme luksu olmadigini dusundum.

    YanıtlaSil