27 Ocak 2014 Pazartesi

YEMEN NOTLARI BÖLÜM II


Çocuklar “sura sura” diye bağırarak koşuyorlardı ardımdan. İlkin ne dediklerini anlamadım ancak daha sonra bunun “suret” yani fotoğrafımı çek anlamına geldiğini çark etti beynim. Benim gibi, insanların suratına doğru makine objektifi tutmaktan utanan birisi  için son derece hoş bir teklifti! MÖ 2300 ila 600 yılları arası Saba, Awsiyan, Kataban, Hadramut, Himyarit gibi uygarlıklara ev sahipliği yapan Yemen’in yine tarihi şehirlerinden biriydi yeni hedefim Thula. On dört yaşında, pembe etekli, siyah beyaz bir başörtüsüyle başını kapatmış Rüya hemen yanıma geldi ve “Bugün buraya gelen ilk turist sensin” dedi. Güzel bir İngilizceyle bana rehberlik etmeye başladı. Son derece zarif bir gülümsemesi vardı. Beni, Osmanlı Kalesini göreceğim yüksek bir noktaya çıkarttı. Birbirimize baktık. Ona şunu demek çirkin bir kara mizah olacaktı: “Bak Rüya belli ki sen zehir gibi zeki bir kızsın ancak yanlış yerde doğmuşsun. Henüz on dört yaşındasın ve kapanmışsın, kısa zaman sonra ise kara çarşafa gireceksin ve o güzel İngilizceni unutacaksın çünkü seni yabancılarla konuşmamaya zorlayacaklar…”

Yemen şehirlerinin bana en ilginç gelen özelliklerinden biri yağmur sularını toplamaya yarayan koca havuzlar oldu. Pislik içindeki suyu sarı bidonlarıyla havuzun içine inen merdivenlerin ucunda durarak alan kadınları görünce, susuzluğun ne kadar ciddi bir problem olduğunu çok daha iyi kavrıyorum. Küresel ısınma sonucu dünyada baş gösterecek olası susuzluk için ilk aday başkent Sana’a imiş. Hayati önem taşıyan suyun önemli bir bölümünün kat üretimine gittiğini hatırlayınca yine aynı garip hissiyatı ve öfkeyi yaşadım. Artık kahve de Yemen’den gelmiyordu çünkü aynı kat gibi yüksekleri seven kahve yerine kat ekmeyi daha uygun görüyordu Yemenliler. Kahve adına size sundukları garip bulamaç ise ancak kahve kabuğunun kaynatılmış haliydi.

Yemenliler memleketlerinin Arapların atalarının doğum yeri olduğuna, kendilerinin de Nuh’un büyük oğlu Sam’in soyundan geldiklerine inanıyorlar. Sana’a’nın adını, Sam’den aldığını söylüyorlar. Şehir yüzyıllar boyu önemli bir ticaret noktası olmuş. Afrika, Asya ve Avrupa arasında stratejik bir ticaret merkezi olan ülkenin tarihi limanları Mocha, Aden ve Mukalla’dan, Hint diyarlarından getirilen ipekler, abanoz, dokumalar ve baharatlar Kızıldeniz vasıtasıyla Akdeniz Dünyasına ulaştırılırmış. Hint Okyanusu ticaretini uzun zaman Hintlilerle birlikte tekellerinde tutmuşlar. Ne zaman ki Mısır’ın Yunanlıları, buradaki muson rüzgarlarının sırrına vakıf olmuşlar (MÖ. II. yy), onlar da Kızıldeniz’de yelken açmaya başlamışlar. İşte o zaman ilk ticari darbeyi almış Yemen Kabileleri. Sadece Arabistan Yarımadası’nın güneyinde bulunan buhur ve mür ticareti ise Tütsü Yolu dedikleri kara rotasıyla Şam diyarına kadar ulaşırmış. Ancak ülkeyi bugün ticari açıdan güçsüzleştiren asıl darbeyi, Keşifler Çağı döneminde Ümit Burnu’nu dönerek yeni ticaret rotasını keşfeden Portekizliler vurmuşlar.

Tüm bunları düşünerek Bab-al Yemen’e (Yemen Kapısı) varıyorum. Değişiklik olsun diye “debbeb” adını verdikleri yıkık dökük dolmuşlardan biriyle geliyorum eski şehrin günümüze kalmış tarihi ana kapısına. İçeri girer girmez ticaretin hala ne kadar dinamik bir şekilde devam ettiğine tanık oluyorum. Elinde tefle şarkı söyleyen bir dedenin etrafında büyükçe bir erkek kalabalığı toplanmış. Ben de aralarına giriyorum ve gözler (ve tabi ki tef) bana doğru dönüyor. Yolu yok, çıkarıp 100 Riyal uzatıyorum. Devamlı olarak “Ahlan ve sahlan”, “Welcome to Yemen” (Yemen’e hoş geldin) cümleleri  yöneltiliyor ve kibarca tüm erkekleri selamlayıp, teşekkür ediyorum. Arada kara çarşafına sarınmış kadınlarla göz göze geldiğimizde, karmaşık bakışlarından hiçbir anlam çıkaramıyorum. Eski şehirde dolaşırken hep aynı soruya takılıyor zihnim: Pazar yerinde bir turist, bir yabancı olarak bana son derece iyi davranan bu insanlar aslında ne kadar iyiler? Yemende kadınlar üç hafta içinde kapanmak zorunda kalmışlar. Önce direnir gibi olmuşlar ancak yüzlerine kezzap atılıp, yoğun baskıya maruz kalınca kapanmaktan başka çareleri kalmamış. Oysa daha sonra ziyaret edeceğim Jibla şehrinin efsanevi Kraliçesi Arwa 1067’den 1138’e kadar bir kadın olarak tek başına yönetmiş ülkeyi… Ne değişmişti? Benim gibi bir yabancıya iyi davransa da; poligamiyi destekleyen, mahkeme önünde kadının oyunu yarım gören, mecliste kadın sayısını bir elin parmakları kadara indiren, karısına sokağa çıkmak için bile kendinden izin almasına zorlayan bir zihniyet ne kadar iyi olabilirdi? Ancak bunu sorgulamak bana düşmezdi. Olayların nasıl olması gerektiğini bildiğimize inansak da, olaylar basitçe: oldukları gibiydi…

İronik olarak tam da bu noktada Kuran’da geçen Fil suresini hatırlıyorum. Habeşistan Kralının Yemen’e hükümdar tayin ettiği Ebrehe, Mekke’ye giden kervanları ve Kabe ziyaretçilerini çekmek, Sana’a’yı Mekke’ye rakip bir ticaret merkezi haline getirmek üzere burada bir tapınak inşa etmiş. Tapınağına kimse gelmeyince çok sinirlenmiş ve Kabe’yi yıkacağına yemin etmiş. 571 yılında altmış bin asker ve on fille Mekke’ye doğru yola çıkmış. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye girerken daha önce hiç görülmemiş, kırlangıca benzer kuşlar bir anda ortaya çıkarak orduya saldırmışlar. Bu olay Hz. Muhammed’in doğduğu yılda meydana geldiğinden, peygamberin ilk mucizelerinden sayılmış… Tapınağın ise bugün yerinde yeller esmekte…

Artık grupla buluştuk ve Aden’e doğru yola koyulduk. Yol boyunca yükseltiler üzerinde, kartal yuvasını andıran noktalarda hep bir Osmanlı Kalesi ile karşılaşıyoruz. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethi ve Memlüklü Sultanlığına son vermesi ile Yemen Osmanlı idaresi altına girmiş. Mondoros Mütarekesi sonucunda da kaybedilmiş. Osmanlı nasıl İstanbul’un güvenliğini Tuna’da görmüşse, kutsal şehirler Mekke ve Medine’yi ihtiva eden Hicaz’ın güvenliğini de Yemen’de görmüşler. Yoksa Osmanlı’nın Yemen’i tutmasının maddi açıdan hiçbir zaman getirisi olmamış. Bilakis, Yemen Osmanlı’ya çok pahalıya patlamış… hem maddi açıdan, hem de bu diyarlarda özellikle I. Dünya Savaşı sırasında şehit olmuş, sayıları 300 bin ila bir milyon arası telaffuz edilen canlar açısından! Boşuna dememişler Yemen Türküsünde “Burası Huş’tur, yolu yokuştur. Giden gelmiyor acep ne iştir” diye… Yolun ne kadar yokuş olduğunu bir zamanlar Osmanlı’nın karargah merkezi Taiz’e vardığımızda anlıyorum!

Taiz çarşısında bir gümüşçüye giriyoruz. Telkari işlemeleri çok da fazla kalmamış ancak amber ve inci son derece uygun fiyata satılıyor. Kurutulmuş ufacık balıklar, tütün, basura iyi gelen bir meyve (!) ve buhur, satılan diğer mallar arasında.

Artık yavaş yavaş son noktaya doğru ilerliyoruz. Bir yıl içinde ikinci defa Hint Okyanusu kıyılarına varıyorum. Aden şehri tarihinden çok coğrafyası ile etkiliyor beni çünkü şehrin tarihi limanı bir krater içine kurulmuş! Krater duvarlarına bakmaya doyamıyorum. Bazı insanlar için taşlar bir şey ifade etmez, bazıları içinse çok şey söylerler… Ben hep ikinci gruptandım!

Okuma yazma oranının %38 olduğu Yemen’de, Fetullah Gülen’in 18 tane okulu varmış. Bunlardan 3 tanesi Aden’deymiş. Bu da bize THY’nin niçin hem Sana’a hem de Aden’e seferler düzenlediğini anlatıyor…

İyiden iyiye karnımız acıkıyor. Hani şu Lonely Planet kitaplarında ‘lokal yerlerde lokal tatlar deneyin’ der ya, grupça öyle bir şey yapalım diye geçiriyorum içimden… Ve gönlümden geçen de oluyor. Milyonlarca torbanın kirlettiği deniz kıyısında, elleriyle pilava, ekmeğe ve balığa dalan onlarca erkeğin yanında bize de bir aile salonu açılıyor. Kocaman balıklarımızı itinayla seçtikten sonra, bunlar hijyen koşullarının son derece elverişsiz olduğu bir tezgah üzerinde temizleniyorlar. Ucunda uzun bir demir olan yassı  tel üzerinde ise ateşe atılıyorlar. Nar gibi kızardıktan sonra önümüze getiriliyorlar! Önce biraz nazlanıyoruz ancak sonra ellerimizle dalıyoruz. Hayatımda yediğim en güzel balıklardan biri! Paşa’nın Floransa’da bana dediğini hatırlıyorum: “Medeniyetin nerede doğduğu değil, şu an nerede olduğu önemlidir…”
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder