Çocuklar “sura sura” diye bağırarak
koşuyorlardı ardımdan. İlkin ne dediklerini anlamadım ancak daha sonra bunun “suret”
yani fotoğrafımı çek anlamına geldiğini çark etti beynim. Benim gibi,
insanların suratına doğru makine objektifi tutmaktan utanan birisi için son derece hoş bir teklifti! MÖ 2300 ila
600 yılları arası Saba, Awsiyan, Kataban, Hadramut, Himyarit gibi uygarlıklara
ev sahipliği yapan Yemen’in yine tarihi şehirlerinden biriydi yeni hedefim
Thula. On dört yaşında, pembe etekli, siyah beyaz bir başörtüsüyle başını
kapatmış Rüya hemen yanıma geldi ve “Bugün buraya gelen ilk turist sensin”
dedi. Güzel bir İngilizceyle bana rehberlik etmeye başladı. Son derece zarif
bir gülümsemesi vardı. Beni, Osmanlı Kalesini göreceğim yüksek bir noktaya
çıkarttı. Birbirimize baktık. Ona şunu demek çirkin bir kara mizah olacaktı: “Bak
Rüya belli ki sen zehir gibi zeki bir kızsın ancak yanlış yerde doğmuşsun. Henüz
on dört yaşındasın ve kapanmışsın, kısa zaman sonra ise kara çarşafa gireceksin
ve o güzel İngilizceni unutacaksın çünkü seni yabancılarla konuşmamaya
zorlayacaklar…”
Yemen şehirlerinin bana en ilginç gelen
özelliklerinden biri yağmur sularını toplamaya yarayan koca havuzlar oldu.
Pislik içindeki suyu sarı bidonlarıyla havuzun içine inen merdivenlerin ucunda
durarak alan kadınları görünce, susuzluğun ne kadar ciddi bir problem olduğunu
çok daha iyi kavrıyorum. Küresel ısınma sonucu dünyada baş gösterecek olası
susuzluk için ilk aday başkent Sana’a imiş. Hayati önem taşıyan suyun önemli
bir bölümünün kat üretimine gittiğini hatırlayınca yine aynı garip hissiyatı ve
öfkeyi yaşadım. Artık kahve de Yemen’den gelmiyordu çünkü aynı kat gibi
yüksekleri seven kahve yerine kat ekmeyi daha uygun görüyordu Yemenliler. Kahve
adına size sundukları garip bulamaç ise ancak kahve kabuğunun kaynatılmış
haliydi.
Yemenliler memleketlerinin Arapların atalarının
doğum yeri olduğuna, kendilerinin de Nuh’un büyük oğlu Sam’in soyundan
geldiklerine inanıyorlar. Sana’a’nın adını, Sam’den aldığını söylüyorlar. Şehir
yüzyıllar boyu önemli bir ticaret noktası olmuş. Afrika, Asya ve Avrupa arasında
stratejik bir ticaret merkezi olan ülkenin tarihi limanları Mocha, Aden ve
Mukalla’dan, Hint diyarlarından getirilen ipekler, abanoz, dokumalar ve baharatlar
Kızıldeniz vasıtasıyla Akdeniz Dünyasına ulaştırılırmış. Hint Okyanusu
ticaretini uzun zaman Hintlilerle birlikte tekellerinde tutmuşlar. Ne zaman ki
Mısır’ın Yunanlıları, buradaki muson rüzgarlarının sırrına vakıf olmuşlar (MÖ. II.
yy), onlar da Kızıldeniz’de yelken açmaya başlamışlar. İşte o zaman ilk ticari
darbeyi almış Yemen Kabileleri. Sadece Arabistan Yarımadası’nın güneyinde
bulunan buhur ve mür ticareti ise Tütsü Yolu dedikleri kara rotasıyla Şam
diyarına kadar ulaşırmış. Ancak ülkeyi bugün ticari açıdan güçsüzleştiren asıl
darbeyi, Keşifler Çağı döneminde Ümit Burnu’nu dönerek yeni ticaret rotasını
keşfeden Portekizliler vurmuşlar.
Tüm bunları düşünerek Bab-al Yemen’e (Yemen
Kapısı) varıyorum. Değişiklik olsun diye “debbeb” adını verdikleri yıkık dökük
dolmuşlardan biriyle geliyorum eski şehrin günümüze kalmış tarihi ana kapısına.
İçeri girer girmez ticaretin hala ne kadar dinamik bir şekilde devam ettiğine
tanık oluyorum. Elinde tefle şarkı söyleyen bir dedenin etrafında büyükçe bir
erkek kalabalığı toplanmış. Ben de aralarına giriyorum ve gözler (ve tabi ki
tef) bana doğru dönüyor. Yolu yok, çıkarıp 100 Riyal uzatıyorum. Devamlı olarak
“Ahlan ve sahlan”, “Welcome to Yemen” (Yemen’e hoş geldin) cümleleri yöneltiliyor ve kibarca tüm erkekleri selamlayıp,
teşekkür ediyorum. Arada kara çarşafına sarınmış kadınlarla göz göze
geldiğimizde, karmaşık bakışlarından hiçbir anlam çıkaramıyorum. Eski şehirde
dolaşırken hep aynı soruya takılıyor zihnim: Pazar yerinde bir turist, bir
yabancı olarak bana son derece iyi davranan bu insanlar aslında ne kadar
iyiler? Yemende kadınlar üç hafta içinde kapanmak zorunda kalmışlar. Önce
direnir gibi olmuşlar ancak yüzlerine kezzap atılıp, yoğun baskıya maruz
kalınca kapanmaktan başka çareleri kalmamış. Oysa daha sonra ziyaret edeceğim
Jibla şehrinin efsanevi Kraliçesi Arwa 1067’den 1138’e kadar bir kadın olarak
tek başına yönetmiş ülkeyi… Ne değişmişti? Benim gibi bir yabancıya iyi
davransa da; poligamiyi destekleyen, mahkeme önünde kadının oyunu yarım gören, mecliste
kadın sayısını bir elin parmakları kadara indiren, karısına sokağa çıkmak için
bile kendinden izin almasına zorlayan bir zihniyet ne kadar iyi olabilirdi? Ancak
bunu sorgulamak bana düşmezdi. Olayların nasıl olması gerektiğini bildiğimize
inansak da, olaylar basitçe: oldukları gibiydi…
İronik olarak tam da bu noktada Kuran’da
geçen Fil suresini hatırlıyorum. Habeşistan Kralının Yemen’e hükümdar tayin
ettiği Ebrehe, Mekke’ye giden kervanları ve Kabe ziyaretçilerini çekmek, Sana’a’yı
Mekke’ye rakip bir ticaret merkezi haline getirmek üzere burada bir tapınak
inşa etmiş. Tapınağına kimse gelmeyince çok sinirlenmiş ve Kabe’yi yıkacağına
yemin etmiş. 571 yılında altmış bin asker ve on fille Mekke’ye doğru yola
çıkmış. Ebrehe’nin ordusu Mekke’ye girerken daha önce hiç görülmemiş,
kırlangıca benzer kuşlar bir anda ortaya çıkarak orduya saldırmışlar. Bu olay
Hz. Muhammed’in doğduğu yılda meydana geldiğinden, peygamberin ilk
mucizelerinden sayılmış… Tapınağın ise bugün yerinde yeller esmekte…
Artık grupla buluştuk ve Aden’e doğru yola
koyulduk. Yol boyunca yükseltiler üzerinde, kartal yuvasını andıran noktalarda
hep bir Osmanlı Kalesi ile karşılaşıyoruz. Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı
fethi ve Memlüklü Sultanlığına son vermesi ile Yemen Osmanlı idaresi altına
girmiş. Mondoros Mütarekesi sonucunda da kaybedilmiş. Osmanlı nasıl İstanbul’un
güvenliğini Tuna’da görmüşse, kutsal şehirler Mekke ve Medine’yi ihtiva eden Hicaz’ın
güvenliğini de Yemen’de görmüşler. Yoksa Osmanlı’nın Yemen’i tutmasının maddi
açıdan hiçbir zaman getirisi olmamış. Bilakis, Yemen Osmanlı’ya çok pahalıya
patlamış… hem maddi açıdan, hem de bu diyarlarda özellikle I. Dünya Savaşı
sırasında şehit olmuş, sayıları 300 bin ila bir milyon arası telaffuz edilen
canlar açısından! Boşuna dememişler Yemen Türküsünde “Burası Huş’tur, yolu
yokuştur. Giden gelmiyor acep ne iştir” diye… Yolun ne kadar yokuş olduğunu bir
zamanlar Osmanlı’nın karargah merkezi Taiz’e vardığımızda anlıyorum!
Taiz çarşısında bir gümüşçüye giriyoruz.
Telkari işlemeleri çok da fazla kalmamış ancak amber ve inci son derece uygun
fiyata satılıyor. Kurutulmuş ufacık balıklar, tütün, basura iyi gelen bir meyve
(!) ve buhur, satılan diğer mallar arasında.
Artık yavaş yavaş son noktaya doğru
ilerliyoruz. Bir yıl içinde ikinci defa Hint Okyanusu kıyılarına varıyorum.
Aden şehri tarihinden çok coğrafyası ile etkiliyor beni çünkü şehrin tarihi
limanı bir krater içine kurulmuş! Krater duvarlarına bakmaya doyamıyorum. Bazı insanlar
için taşlar bir şey ifade etmez, bazıları içinse çok şey söylerler… Ben hep ikinci
gruptandım!
Okuma yazma oranının %38 olduğu Yemen’de,
Fetullah Gülen’in 18 tane okulu varmış. Bunlardan 3 tanesi Aden’deymiş. Bu da
bize THY’nin niçin hem Sana’a hem de Aden’e seferler düzenlediğini anlatıyor…
İyiden iyiye karnımız acıkıyor. Hani şu
Lonely Planet kitaplarında ‘lokal yerlerde lokal tatlar deneyin’ der ya, grupça
öyle bir şey yapalım diye geçiriyorum içimden… Ve gönlümden geçen de oluyor. Milyonlarca
torbanın kirlettiği deniz kıyısında, elleriyle pilava, ekmeğe ve balığa dalan
onlarca erkeğin yanında bize de bir aile salonu açılıyor. Kocaman balıklarımızı
itinayla seçtikten sonra, bunlar hijyen koşullarının son derece elverişsiz
olduğu bir tezgah üzerinde temizleniyorlar. Ucunda uzun bir demir olan yassı tel üzerinde ise ateşe atılıyorlar. Nar gibi
kızardıktan sonra önümüze getiriliyorlar! Önce biraz nazlanıyoruz ancak sonra
ellerimizle dalıyoruz. Hayatımda yediğim en güzel balıklardan biri! Paşa’nın
Floransa’da bana dediğini hatırlıyorum: “Medeniyetin nerede doğduğu değil, şu
an nerede olduğu önemlidir…”
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder