4300metrede, yüksek And Dağları Platosunda ufacık olarak doğuyor… Zamanla güçleniyor, gürbüzleşiyor, kocaman oluyor ve coşuyor! Geçtiği yerlere hayat veriyor, bir yandan da aşağıya ve daha aşağıya doğru yol alıyor. Sadece asillerin girebildiği ve yaşayabildiği başkent Cusco yakınından geçiyor ve Pisac’a varıyor. Buradan itibaren eskiden İnkaların Samanyolu takımyıldızının yeryüzündeki izdüşümü kabul ettikleri Kutsal Vadiyi oluşturuyor… Çok uzun zamanlar, asırlar, binyıllar sürüyor bunu yapması! Bu kadar yüksekte, birçok coğrafyada mostan öteye bir şey yetişmezken, onlar yüzlerce mısır, binlerce patates ve daha birçok ürün çeşidi yetiştirmeyi başarıyorlar…
Tüm bunları mümkün kılan Urubamba’ydı. Bazen Vilcanota ve bazen de Wilcamayu’ydu. Ama anlamı hep ve değişmez olarak aynıydı: Kutsal Nehir… Ve bu nehir, 100 yıldır gizemini koruyan şehrin yamacından hızını kesmeden devam edip artık ormanın derinliklerine gidiyordu. Yükseklerde başlayan yolculuğu yüce Amazon’un şefkatli bedenine kavuşmasıyla son buluyordu…
Yüksek bir zirvenin en tepesinde durmuş, coşkun akan Urubamba’yı izliyordu gözünü bir an bile kırpmadan. Uçsuz bucaksız vadiye bakıyor ve tüm bu zenginliği kendisine bahşeden toprak ana Pachamama’ya dua ediyordu içinden… Çok topraklar katmıştı ülkesine Sapa İnka “Tek Kral”, çok icraatlar yapmıştı. Tarih daha sonraları onu en büyük İnka Kralı olarak anacaktı, ancak onun bundan haberi bile yoktu. Kendinden sonra gelen oğlu daha da genişletecekti babasıyla başlayan İmparatorluk devri topraklarını. Batılı tarihçiler daha sonra bu ikiliyi Makedonyalı Filip ve oğlu Büyük İskender’e benzeteceklerdi. Oysa onun ne Batıdan, ne Helenden ne de Roma’dan haberi vardı… Sade ve basitçe Pachacutec’ti adı, “Dünyayı sallayan” dı… ve Batı’da asla onunki kadar geniş sınırları olan bir devlet kurulmamıştı!
Onun devrinde kurulmuştu yüksek platoyla ormanın derinlikleri arasındaki sınırda; sırtını Machu Picchu’ya (Yaşlı Tepe) dayamış, yüzünü Huayna Picchu’ya (Genç Tepe) dönmüş bu 100 yıldır gizemini koruyan şehir. Kimbilir ne amaçlarla kurdurmuştu bu şehri… Ancak hiçbir şey tam net değildi çünkü halkı yazı yazmayı bile bilmiyordu. Arkalarından yazılı bir belge bırakmamışlardı… Yükseklerde, 2400metredeki bu şehrin etrafı; daha da yüksek, üzeri buzullarla kaplı zirvelerle çevriliydi. İnkalar dağların alçak rakımlarını üzerinde hasat yapabildikleri için, yüksek rakımlarını ise koruyucu özelliklerinden ötürü ulvi sayar ve kutsal kabul ederlerdi. Yükseklerdeki yamaçları taraçalandırırlardı, böylece hiç yoktan tarım yapacak alan kazanırlardı. Yağmurlu sezonda da erozyonu önlemiş olurlardı. Bu taraçaların en altına büyük taş bloklar, bir üstüne küçük taş parçacıkları, sonra sırayla kil, nehir kumu ve toprak koyarlardı. Yağmur yağdıkça toprak ihtiyacı olanı alır, kum suyu direk bir aşağı katmana iletir, kil ise bir şey iletmez ve zamanla kil tabakasından buharlaşarak dışarı çıkan su, bir aşağıdaki katman üzerinde sera etkisi yapardı… Taşlık katmana direk ulaşan fazla su ise küçük taşlar arasından damıtılarak en alt katmana kadar inerdi kendiliğinden… Akıllılardı, öyle olmak zorundalardı, zor çok zor bir coğrafyada yaşıyorlardı.
İnkalar ve onlardan önce gelen medeniyetlerin hiçbiri ormanın derinliklerine girmeyi göze alamamıştı. Belki de Pachacutec coğrafyanın bu bölümüne de gözünü dikmişti, o yüzdendi bu Gizemli Şehri inşa ettirmesi. Ormanın içine bir fetih yürüyüşü yapacaktı belki de… Tarım taraçalarının büyüklüğü ancak ve ancak 300-600 kişiyi devamlı olarak besleyebilecek büyüklükteydi. Araştırmalar da en fazla 1000 kişinin devamlı burada ikamet etmiş olabileceğini göstermekteydi. Ruhani amacı dağlarla çevrili konumundan ötürü şüphe götürmezdi ancak yine de bir gizem vardı. Belki de yüksek plato insanının hem günlük yaşamında hem de dini ritüellerinde çokça ihtiyaç duydukları “koka yaprağı” ticaretini kolaylaştırmaktı amacı. Ne de olsa koka yaprağı yüksek platoda yetişmiyordu, daha alçak yüksekliklerde ve daha tropik ortamda yetişebileceği ormandan getiriliyordu… Bazıları da Pachacutec’in kendisine basitçe yeni bir “konut” yaptırmak istediği için inşa ettirdiğini söylediler…
Sebep ne olursa olsun, bu Gizemli Şehrin durumunda sebepten çok sonuç öne çıkmıştır!
Kaç tane basamak tırmandık bilemiyorum, dakikalarca çıkıyoruz ancak en sonunda insan gözünün ölümlü dünyada görebileceği en güzel manzaralardan biri oluyor ödülümüz! Bir çoğumuzun belki de aklından aynı şey geçiyor; “iyi ki de İspanyol Conquistadorlar (Fatihler) bulamamışlar burayı”…! Orman kaplamış zamanla, az nüfusu da kırılan şehri. 400 kadar ceset kalıntısı bulunmuş, hiçbiri mumyalanmamış ve hiçbiri cenin pozisyonunda olmaksızın… Oysa İnkalar zengin olsun, fakir olsun ölülerini mutlaka mumyalar ve dünyaya geliş pozisyonları olan cenin pozisyonuna getirirlermiş… Akıbetini kimse bilmeden, sessizce, unutulmuşluğun içine gömülmüş Conquistadorlar tüm kıtayı sardıktan bir süre sonra… Ve uzunca bir süre o unutulmuşluğun içinde safi gizemiyle birlikte uykuya dalmış…
1800lerin sonunda bölgeye ulaşanlar olmuş, hatta arkalarından bölgeye geldiklerine dair işaretler bile bırakmışlar. Ancak bu Gizemli Şehri dünya kamuoyunun dikkatine sunma onuruna misyoner çocuğu ve misyoner torunu, arkasına Yale gibi ciddi bir kurumun desteğini almış öğretim üyesi, Hiram Bingham nail olmuş... Aslında birkaç yıldır bölgede araştırmalar yapmaktaymış. Kendisini yukarı çıkarıp bu muhteşem yeri gösteren çocuğa sadece 1 Sol ödemiş… Tarih 24 Temmuz 1911’miş, günümüzden tam 100 yıl önce…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder