26 Kasım 2011 Cumartesi

BİZ BEYOĞLU’NDA TİYATROLARI YA ÇOK PİŞMİŞ YA DA İŞ MERKEZİ OLARAK SEVERİZ…!

Kendinden önce gelenlerden farklıydı O… Babası öldüğünde koskoca bir imparatorluğu yönetmeye pek de yaşı tutmadığı için amcası çıktı tahta, ama yeğenine iyi davrandı. Gelenek olduğu üzere “kafes” hayatı yaşatsa da ona, iyi bir eğitim almasına da izin verdi. Dünya tarihinin dönüm noktası olacak bir dönemde, amcasının ölümü ardından iktidar basamaklarını çıkmıştı. O zamanlar yerine göre hasmı, yerine göre dostu olan Fransa Kralı XVI. Louis ile mektuplaşırdı ve bunun sonucu olarak, kafasına köklü değişiklikler yapmayı koymuştu… Ve köklü değişiklikler oldu da… Mektup arkadaşının kellesi Concorde Meydanında giyotin altına girerken, Fransız Devriminin ateşi de tüm dünya düzenini alt üst etmekteydi…
İşte böyle bir dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun başındaydı III. Selim! Kendisi aynı zamanda bestekardı ve saraya gelen yabancı bir opera topluluğunu ilk defa izleyen sultandı. “Opera” sözcüğüne daha önceleri sadece yabancı ülkelerde elçilik görevini icra eden memurların daha sonra saraya sundukları sefaretnamelerde rastlanmıştı… Oysa şimdi “kanlı canlı” Osmanlı Sarayında da opera izlenmekteydi ve Fransa’da devrim olmaktaydı…!
Daha sonraları yerine geçen yeğeni II. Mahmud döneminde asıl değişim olacaktı bu topraklarda da…Yeniçeri Ocağını kaldıran hükümdar 1826’da reformun her alanda olmasını arzu etmekteydi. Mehteran Bölüğü de tarihe karıştığı için yerine Avrupai tarzda bir bando kurdurmuştu. Ve bu bandoya başöğretmen olarak 1828’de Giuseppe Donizetti’yi İtalya’dan getirtmişti ve maestro İstanbul’da tam 28 yıl kalmıştı. (Daha sonra kardeşi Gaetano Donizetti’nin ünlü operaları burada da sahnelenecektir.) Yine bu dönemde İmparatorluk başkentine Avrupa’dan birçok kumpanya gelmeye başlamıştır…
İstanbul’da ilk opera sahnesi kaçınılmaz olarak zengin Galata Bankerlerinin ikamet ettiği, bugün “İstiklal Caddesi” dediğimiz Cadde-i Kebir (Grand Rue de Pera)’de açıldı. Büyük çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu bu kaymak tabaka için önemli bir “ihtiyaçtı” Avrupa’daki benzerleriyle boy ölçüşecek bir salon. 1839 yılında Giustiniani adlı bir Venedikli tarafından şehre kazandırılan “Fransız Tiyatrosu” halka açık ilk operet ve müzikli oyunların temsil edildiği yer olarak tarihe geçmiştir ve maalesef sadece tarihte kalmıştır. Adı her ne kadar “Fransız” olsa da mimarisi tipik İtalyan tarzında, nal şeklinde ve altı kattan oluşmaktaymış. Balkonu yokmuş ancak her katında kadifelerle döşenmiş 26 locası varmış. Kadifenin ve altın heykellerin parlaklığı, gören herkesin gözlerini kamaştırırmış… Peki şimdi nerede bu güzide tiyatro? Yok… Tarih oldu… Yerinde Elhamra Pasajı bulunmakta ve salonun olduğu yer de 1999’daki yangın sonrasında kullanılmaz hale gelince gece klübüne çevrilmiş!
O tarihten sonra birbiri ardına salonlar açılmaya ve temsiller verilmeye başlanmış. Öyle ki bir ara Verdi’nin Aida operası Beyoğlu’nda 3 ayrı salonda sahnelenmiş. Bu sahnelerden biri  de önce “Bosco” ve daha sonra “Naum Tiyatrosu” olarak bilineni… Önce Bartolemeo Bosco adlı bir illüzyonistin, Halepli Hristiyan, ancak Osmanlı tebaasından Naum ailesinin  Galatasaray’daki yanan konaklarının yerine inşa ettirdiği ahşap salon var. Bosco şehirden ayrılmaya karar verince, 1844 yılında işletmeyi alıp kendi adıyla tekrar açan Mihail Naum, salonun perdelerini Bellini’nin “Norma”sı ile açmış… Metinleri Türkçe’ ye çevrilip oynanan ilk opera ise Donizetti’ nin “Belisario” su olmuş. Naum Tiyatrosunda sahnelenen bazı operalar Avrupa gazetelerine haber olacak önemdeymiş. Hatta Paris’teki operanın mimarı Garnier’ nin yayınladığı bir “Dünya Tiyatrolar Kılavuz” unda Naum Tiyatrosunun da adı  bulunmakta. Burada temsil seyredenler arasında Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz de bulunmaktaymış. Yaşasa her Avrupa şehrinde hayranlıkla baktıklarımıza benzer bir opera binamız olacakmış bizim de… Ancak yaşamıyor… Ahşap yapı  geçirdiği bir yangın sonrasında 1846’da yeniden inşa edilmiş. Ve fakat 1870 büyük Beyoğlu yangınıyla yeniden tamamen yanınca yerine Hristaki (Çiçek) Pasajı inşa edilmiş…
Naum Tiyatrosu’nda opera izlediğini söylediğimiz Abdülmecid’in bu sanata karşı öyle bir ilgisi vardı ki, bu onu Avrupa’daki saraylardaki gibi bir “Saray Tiyatrosu” açma emri vermesine kadar götürmüştür. Bugün İnönü Stadının bulunduğu yokuşta 12 Ocak 1859’da görkemli bir merasimle 300 kişi kapasiteli salonun resmi açılışı yapılmış. İçinin dekorasyonunu Paris Operasının da dekoratörü olan Sechan yapmış. İlk Türk tiyatro eseri olan “Şair Evlenmesi” ni Şinasi, bu saray tiyatrosunda oynanması için yazmıştır. Çok kısa ömürlü olan salon 1863’te çıkan bir yangın sonrası kullanılmaz hale gelmiş… Tamir de edilememiş. Uzun süre harap kaldıktan sonra bir dönem tütün deposu olarak kullanılmış ve en sonunda 1939’daki yol düzenlemesi sırasında tamamen yıkılmış. Ardından hiçbir iz bırakmadan bu nadide eser de kaybolmuş…
Konu tiyatro olunca, bu sanata Ermenilerin büyük katkısı gözardı edilemez. Genel Ermeni cemaati içinde günümüzde oldukça ufak bir azınlık oluşturan “Katolik Ermeniler” Elmadağ’da ihtiyaçtan dolayı 1830larda Surp Agop Hastenesinin temellerini atmışlar. 1850li yıllarda da hastaneye gelir sağlaması amacıyla Şan Tiyatrosu kurulmuş. 1978’de Egemen Bostancı sahneyi kiralayınca yıldızlı geceler başlamış ve 80li yıllar ülkemizde müzikallerin en yoğun ilgi gördüğü dönem olmuş. Sahnesinden kimler geçmemiş ki…! Ancak şimdi geçemiyor… 7 Şubat 1987’de Ortaoyuncular’ın “Muzır Müzikali” temsilinden sonra tiyatroda yangın çıkar…. Bu oyun toplumun bir kısmı tarafından çok tepki almaktaymış ve o gece oyun bittikten 10 dakika sonra esrerengiz bir biçimde, yanmış… Trajik bir şekilde hala şehrin göbeğinde bir harabe olarak duran yapı, çevresindeki otopark ve diğer yapılarla birlikte bir iş-kütür-alışveriş ve yaşam alanı projesine dönüştürülecekmiş… Projenin adı; “Şan City”…
Abdülmecit’in döneminde Donizetti öldükten sonra Musiki İşlerinin başına Gautelli Paşa getirilir. Ve 1870li yıllarda Paşa’ya bir arsa veriliyor, tiyatro binası yapsın, işletsin diye… Ancak bu yıllar Osmanlı’nın çok güç durumda olduğu ve borçlarını ödeyemeyip moratoryum ilan ettiği yıllar. Paşa Şehremanetiyle sorun yaşayınca imtiyazını 6. Daireye devrediyor(Bugünkü Beyoğlu Belediyesi). Bazı kaynaklar işte bu karmaşa içinde kurulan Tepebaşı Dram Tiyatrosunun yapımını Şehremini Rıdvan Paşa’ya atfetmektedir. Cumhuriyet aydınlanmasının, imparatorluk döneminden devraldığı iki büyük sanat kurumundan biri olan Darülbedayi (Güzellikler Evi/Bugünkü Şehir Tiyatroları), ilk oyunu olan “Çürük Temel”i burada sahnelemiştir. Muhsin Ertuğrul, Muammer Karaca, Reşit Gürzap ve daha niceleri burada sahne almıştır. İstanbul Operası’nın kuruluşu vesilesiyle 1959’da, Puccini’nin “Tosca” sının galasında, burada sahne almış Leyla Gencer’i dinleyen İstanbullular uzun süre bu temsili unutamayacaklardı! Ama o gece de, Tepebaşı Dram Tiyatrosu da “dramatik” olarak sadece hatırlayanların hafızasında kaldı...  7 Ocak 1970’de “yangın tehlikesi var” denerek boşaltıldı. Ve o yılın nisan ayında beklenen tehlike geldi, Tepebaşı Dram Tiyatrosu yandı. Bununla tabi ki kalmayacaktı; 1984’te üzerine 70bin ton beton dökülecekti ve güya bir “kültür” merkezi yapılacaktı. Ayaklanan sanatseverlere de yeni bir tiyatro sözü vermişti dönemin belediye başkanı. Sonuç şöyle olacaktı: 40.000mt2 lik otopark, kiraya verilecek 3000mt2 lik sergi salonu, 14.000mt2 lik alan Belediyenin borcuna karşılık TRT’ ye satılır…
Bunlar sadece en beylik örneklerdi… Odeon Tiyatrosu, Şark Tiyatrosu, Opera, Site, Galata Tiyatroları… Üzerine St. Antoine Kilise’sinin inşa edildiği Concordia Tiyatrosu… Bu örnekler, bu kentte ve hatta sadece Beyoğlu’nda, Tanzimattan günümüze, 250’ye kadar çıkartılabilir…  Biz böyleyiz, biz burada tiyatroları ya çok pişmiş ya da iş merkezi olarak severiz…!
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

2 yorum: