23 Ocak 2012 Pazartesi

İSTANBUL’DAN ADDİS ABABA’YA, ADDİS ABABA’DAN ARBAMINCH’E, BİR ETİYOPYA HİKAYESİ…

Hikaye şöyle başladı aslına bakarsanız; Hırvatistan’a tur götürmüştüm birkaç ay önce ve grubun içinde bıcır bıcır, çocuk gibi konuşan ancak bir yandan da ne kadar saklamaya çalışsa da; aslında insan gibi bir insan olarak doğmanın ve hayatı boyunca öyle kalmanın ağırlığını üzerinde son derece başarıyla taşıyan biri vardı karşımda. Konuştuk bir ara öylesine, Etiyopya’ya gitmek istediğinden bahsetti… Bense görmediğim her yere gitmek istiyordum, hele hele hiç ayak basmadığım “Kara Afrika’ya” daha da çok…! Tereddüt etmedim, “beraber gidelim mi” diye ona sorduğumda… Tereddüt etmedi benimle, sadece birkaç gündür tanıdığı bir insanla, güvenip yola çıkmaya “evet” dediğinde… İşte her şey böyle başladı…
Sonrasında hazırlıklara ivme verildi; yabancı şirketlere yazıldı, teklif istendi, teklifler değerlendirildi; biraz da maceranın büyüsünün etkisiyle tekliflerin en ucuzuna “evet” denildi…! Katılımcı sayısı 2 kişi, süresi ise iki hafta olacak bir seyahatti bu; önce ülkenin güneyindeki, Omo Vadisindeki kabileler ziyaret edilecek;  sonra uçakla Lalibela’ya geçilip burada kayadan oyma kiliseler görülecek ve Timkat Festivali’nin başlangıcına katılınacaktı… Ben 14 yılımı turizme vermiş biri, O genç yaşında profesör olmuş biri; yani koskoca iki yetişkin; yola çıkmak üzere havaalanında buluştuğumuzda benim elimde acil durum numarası bile yoktu, onun elindeyse yazışmaların bir bölümünü oluşturan “sadece” 12 satırlık bir program ve benim uçak detaylarım (kendisininkini yanlışlıkla silmiş…)! Yani diyeceğim bu kadar “ne olursa olsun, yol olsun” moduyla çıktık yola! Yolculuk 2,5 saatlik bir rötarla başladı, sabahın 03.30’unda Addis Ababa’ya vardığımızda dışarda gerçekten de bizi bekleyen birileri vardı… Buna tüm kalbimizle sevindik!
Daha en başından insan faktörünün çok öne çıktığı bir gezi oldu… İlkin, yol arkadaşım, yoldaşım…! Ümit’in meziyetlerinden ve erdemlerinden bahsetsem, herhalde yazının uzunluğunu görüp kimse okumaya devam etmeyecektir…! (Bu arada kötü huylarını yazmaya kalksam sayfanın boş kalacağını da eklemek isterim) Ancak orada, adı açlıkla, fakirlikle, iç savaşla, hastalıklarla özdeşleşen bu ülkede tanıdığım ve çok kısa anlar paylaştığım insanların bir çoğunun bana içtenlikle gülümsediğini, güzel iletişimini ve iyi niyetini de eksik etmediğini özellikle belirtmek isterim… Tam bu noktada belirtmek istediğim başka bir şey de, festival zamanında agresif bir şekilde kalabalığı fotoğraflamaya çalışan Fransız turistlerin ittirme, kaktırma ve tekmeleme eylemleri sonrası artık çıldırma boyutuna geldiğimde, dönüp yüzlerine; “Siz barbarsınız” dediğimde aralarından bir tanesinin bile çıkıp bana tepki gösterememesidir… Birlik beraberlik içinde, en güzel kıyafetlerine bürünmüş, coşkuyla bayram kutlayan Etiyopyalılar;  o gün orada bulunan “Avrupalılara” göre çok daha medeni davranışlar sergiliyorlardı! İnsan faktörü işte…
Sekiz gün boyunca aynı jeepin içinde, çoğu off-road olmak üzere 2400km kadar yol yaptık. Yolun bazı bölümlerinde böbreklerimizi kaybetmemek için dua ettik… Ancak o yollar bizi göl kenarlarına götürdü, o yollar bizi unutulmuş tepelerin, unutulmuş zirvelerindeki manastırlara götürdü, o yollar bizi gördüğümüzde “biz bunlarla / ya da onlar bizimle aynı dünyada mı yaşıyor” diye sorduğumuz kabilelerin ilkel köylerine götürdü… Hatta bunlardan birine ulaşmak için ağaç kütüğünden oyulma son derece ilkel bir kanoya doluşmuş 4 kişi nehrin öte yakasına geçtik! O yollar bizi öyle yerlere götürdü ki, binlerce gülümsemenin olduğu, boş tabuların kültürlerinde yer almadığı, aslında size ezberletilen her türlü kuramı sarsacak yaşam biçimlerine götürdü… Bir paradokslar bileşkesiydi bizim için gördüğümüz ve kısaca yaşama imkanı bulduğumuz Etiyopya.
Öyle yorgun argın varmışız ki Addis Ababa’ya; sabah 4’te yerleştiğimiz otelde “Yarın yola kaçta çıkıyoruz” diye sorduğum acenta yetkilisi “sabah 1.30’da” diye cevap verdiğinde önce dalga geçtiğini düşünüyorum… Ancak sonra aklımıza geliyor, farklı bir saat ve farklı bir takvim uygulaması kullandıkları… Sabah 6’dan akşam 6’ya kadar sürüyor onların günleri! Gerçek saati bulmak için her daim +6 yapmak gerekiyor. Ve ilk sabah yorgun argın ancak sabah “2.45”te çıkmayı başarıyoruz. Yolda sıra sıra kadınlar devamlı, asla ortadan kaldıramayacakları bir tozu süpürüyorlar… Özdemir Asaf’ın “Her şeyi süpürebilirsin, sonbaharı süpüremezsin” dediği “Yalnızın Durumları” şiiri geliyor aklıma. Oysa burada kolektif bir sonbaharı süpürme eylemi mevcut. Sırtında yük taşıyan kadınlar, çocuklar ve ara sıra “erkekler”… Bu manzara şehirden çıkıp kırsala doğru geçiş yaptığımızda sıklaşarak, gezimizin eksik olmayan arka fonunu oluşturuyor. Yük taşıyan insanlar; nereden geliyorlar, nereye gidiyorlar. 
Yürüyorlar, mütemadiyen başı belli olmayan, sonu görünmeyen bir yolda, bir hiçliğin ortasında yürüyorlar. Ara sıra turist taşıyan jeepi gördüklerinde, türlü numaralar yapıp, bir şekilde bizi durdurup fotoğraflarını çektirip 2 birr (17 birr=1 USD) istemeleri hala gözümün önünde! Dans eden çocuklar, vücudunu boyamış insanlar, sürü güdenler ya da sadece o çok fakir, sense çok zengin olduğun için senden istemeyi, senden almayı kendinde, bilinçaltında, ilahi bir hak olarak görenler…
Elimdeki yabancı (Batı) basımı bir rehber kitap son derece kırılgan konuya; “orada, sokaktaki çocuklara hediye dağıtarak onları dilenciliğe alıştırmamak gerektiğini” sorumlu turizm adı altında tavsiye ediyor. Ümit’e dönüp soruyorum, “Noel Baba” kültüründen gelen bir Batılının bunu söylemeyi kendinde hak sayması ne kadar doğru diye… Ama bu kıtanın birçok yerine zaten “hak” dediğimiz olgu uğramamış ki!
Gözümü açıp yollara bakıyorum, kilometrelerce muz tarlaları görüyorum, sonra mango tarlaları başlıyor ve sonra mısır… İnanılmaz bir yeşillik, önümüzden bir babun sürüsü geçiyor, hani şu et yiyen maymun türü! Öyle ya Afrika’dayız, ilk gün böcekten korkunca yerel rehberimin dediği gibi “Burası Tanrının yarattığı her türlü varlıkla karşılaşabileceğin kıta, onun için alış buna”. Alıştım da en sonunda, hatta hayatımızda ilk defa kamp yaptığımızda, ne olduğunu çıkaramadığımız bir hayvanın sesinden gece korkarken, sabah çıkardığı seslerle dalga geçip, uyku tulumumuz içinde gülmekten yerlere yatıyorduk (mecazi ve fiziki anlamda)…
Gittiğimiz her yerde çocuklar takılıyordu peşimize, ellerimizden tutuyorlardı. Bizden başka pek onlarla bu kadar haşır neşir yabancı yoktu, genelde sadece fotoğraflarını çekip, kayıtsız davranıyorlardı onlara. Elleri pisti, giysileri hırpaniydi ve kokuyordu. Bunların hiçbiri onların suçu ya da günahı değildi… Hepsi birkaç kelime de olsa İngilizce konuşuyorlardı. Bizimle oyun oynadılar, şarkı söylediler, gözleri zekayla pırıl pırıldı ve dudaklarında daimi bir gülümseme vardı. Hep biliriz dünyanın ta Spartaküs’ ten beri adaletsiz olduğunu, ancak burada, bu güzel çocuklara bakıp aslında bizim şans ve olanaklarımıza sahip olsalar neler yapabileceklerini düşündüğümde daha bir diken diken oluyor tüylerim… Fotoğraflarını çekip kendilerine gösteriyorum, kendilerini ekranda gördükçe gülüşüyorlar. Ancak en çok hoşumuza giden yere oturmuş Ümit’in upuzun düz saçlarına saldırmış örmeye çalışan çocukların halleriydi… Kimbilir belki onlar da upuzun saçlı olmanın hayalini kuruyorlardı…
Yola devam ediyoruz, hızımız devamlı olarak yolların asıl sahibi olan öküz, inek ve keçi sürülerinin arasından slalom yaparak geçmek için kesiliyor. Nüfusu 81 milyon olan ülkenin büyük ve küçük baş hayvan sayısının 350 milyon kadar olduğunu söylüyor rehberimiz bize. Dolu eşek sürüleri geçmekte bir de, hepsinin sırtına sarı renkli plastik su şişeleri yüklenmiş. Kimbilir nerede bulacakları hangi suyla dolduracaklar bu kapları… Ve cart pembe, sarı, turuncu, eflatun vb renklerde, sanki kavruk tonlu derileriyle azami kontrastı göstererek daha güzel görünecekleri okul formalarıyla mütemadiyen nerede olduğu belli olmayan, ucu sonu görünmeyen bir yerde bulunan okullarına yürüyen çocukların pitoresk betimlenişi gözlerimizin önünde… Tüm bunları görürken güzargahım Addis Ababa’dan Arbaminch’eydi ve gezinin henüz ilk günüydü… 
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

4 yorum:

  1. Eline sağlık Işılcım...

    YanıtlaSil
  2. Sağol Minecim...! Yeni Afrika deneyimlerinde senin de olmanı diliyorum ;))

    YanıtlaSil
  3. Ellerinize sağlık. Orada olmak isterdim

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkür ederim Ferdane Hanım, birgün gitmek isterseniz edindiğim detay ve bilgileri seve seve paylaşırım...

      Sil