Mart ayı geldi çattı, ancak hala kar, hala soğuk ve gitmeyecek gibi görünen bir kış...! Böyle bir günde aşağıda paylaştığım yazı benim içimi ısıttı. Yazarı Nilgün Mazıcıoğlu aslında benim çok kısa zamandan beri tanıdığım ama bu sürece ters orantı oluşturacak şekilde saygı duyduğum ve sevdiğim bir meslektaşım ve arkadaşım... Kendisi İstanbul kökenli olmakla birlikte çok uzun yıllardır Gaziantep'te ikamet etmekte, burada rehberlik yapıp, kendi sanat atölyesindeki işlerini beraber yürütmektedir. Kendisiyle ilişkimiz ilginç bir şekilde başladı; bir sosyal paylaşım sitesinde ortak bir arkadaşımız benim Napoli şarkılarıyla ilgili bir çalışmamı Nilgün'e göndermiş ve o da aynı siteden bana mail atarak paylaşımım için teşekkür etti. Sonrasında ben Gaziantep'e yaptığım yolculukta kendisinin fikirlerini aldım, bana son derece yardımcı oldu, şahsen tanıştık ve böylece güzel bir dostluğun temelleri atılmış oldu. Sadece bu olay bile, "güzel bir insan tanımanın hazzı", bana bu blogu yaparken gösterdiğim tüm emeklerin ne kadar doğru bir yönde olduğunu gösterdi. Hayatta yaşanacak en güzel hazlardan biri karşılık beklemeden paylaşmanın keyfidir... Bu düşünceme bu ay da Nilgün ortak oldu ve Mardin'le ilgili "destansı" bir yazı yazdı... Ben her kelimesini okudum ve çok keyif aldım, size de sabırla ;))) sonuna kadar okumanızı tavsiye ederim. Yürekten yazılmış, farklı anlatımı için de Nilgün'e sonsuz teşekkürlerimle...!
MARDİN
Taşın dili olsa… Güneş evlerin üstüne son ışıklarını gönderiyor …taş evlerin sarı yüzeylerinin köşelerini kızıla boyuyor…son ışık heyecanlı…! Heyecan var çünkü biliyor birkaç dakikaya kadar sunduğu görsel şölen sona erecek… Güneş bu bölgede, ovayı fosfor gibi parlatıyor, tarlalar son ışığın önünde. Kafesli pencerenin önüne kurulan Mardinliler ovaya bakıyor.
Sonra güneş yenik düşüyor karalığa, ovanın üstünden siliniyor, gölge iniyor gün boyu sıcaktan kavrulan ovanın üstüne…ırgatlar çapalarını sırtlarına vuruyor. Akşam yelinin önünde tarladaki ekinler dalgalanıyor. Renkler bir bir silinip, duman rengine bürünüyor ova. Her şey karanlığa gömülünceye kadar, her şey bekliyor serin rüzgarları.. Mezopotamya’dan gelecek serin akşam rüzgarını…! O yüzden hiçbir ev ovaya sırtını dönemez.. Pencerede bekler, damında (çatısında) bekler akşam yelini, serinlesin diye… O yüzden hep barışıktır ovaya, binlerce yıldır böyledir bu.. Olan biteni görmek içindir sanki kaygısı ve telaşlıdır; sorarsanız her şeyi anlatır rüzgar…
Roma, Arap, Hamiler, Artukoğlu, Selçuklu, Karakoyunlu, Akkoyunlu, Safeviler yaşam sürerler. Süryani dilinde şehrin adı : Marde’ dir. Araplar ve Türkler tarafından Mardin denir. Bu şehir bir dönem Artukoğlu beyliğine başkentlik de yapar. Yavuz Sultan Selim tarafından da Osmanlıya dahil edilir, ama Diyar-ı Bekire bağlı bir sancak olarak…
Gözetleyen , hatta koruyan birisi daha vardır. 10 yüzyıldan bu güne kadar, şehre bakarken, kentin üzerine eğilir sanki Mardin Kalesi…1 km uzunluğunda 150 metre ile korur kentini….
Yunus Peygamberi konuk etmiştir bu kale. Yaz aylarında buraya gelir, ibadet eder, zindeleşirmiş; Mezopotamya’dan gelen serin yaz rüzgarıyla… Kaledeki hava akımı şehrin hiçbir yerinde olmadığındandır belki..
Yaşlılarla sohbet ederseniz hep söylerler: “Çocukluğumuzda hep oynardık oralarda ama artık ne çıkacak halimiz, ne de söyleyecek sırrımız kaldı kaleye…”
Derler ki kaleye söylenen her dert yada her sır çözüm bulurmuş…Mezopotamya’nın bereketiyle kucaklaşırmış; öyle derler…. Magaralar, sarnıçlar, burçlar…. Her damla su bölgede çok önemli olduğundan bol bol sarnıç vardır içinde, kesin sayısı bilinmez.
Hiçbir damla su boşa gitmesin diyedir; kim bilir? Mezopotamya’da her damla su kutsaldır. Zira su “hayattır”. Her zafer sonrası peygamberleri, komutanları misafir edecektir zira….Su sunmak zorundadır gelenlere, adettendir , boş çevrilmez gelenler….
Bazen ölüm kol gezmiş buralarda. Hastalıklar bir anda yok edermiş kenti, aşağılarda damla su olmazken, buralardaki sarnıçlar hiç kurumazmış. Her seferinde Mezopotamya’nın anaçlığı çare olurmuş kuruyan dudaklara… Kale , kente omuz vererek yener hastalıkları gelişir kuzeyine doğru. Şehrin 8 km ötesinde Ömerli’ ye doğru bir kale daha inşa edilir: Fatih Kalesi (Fafih Kalesi) şehrin ilk yerleşim merkezidir aslında. Buradan 15 km daha gidince Derik ilçesinde, Artuklu döneminin önemli bir eseri daha bekler sizi; Rabbat kalesidir burası. Ne fetihlere ne savaşlara ortak etmişlerdir kendilerini bu kaleler…
1917 demiryolu ile tanışır… 1923 yılında ise şehir olur.. 1932 yılına kadar ise de Süryaniliğin merkezi kabul edilir…
Soluklanmak lazımdır artık…..
Bir kadeh şarap kalkar havaya… ovanın güneşle yanıp kavrulmuş buruk tadımlı üzümünden elde edilen, içinde mahlebin kekremsi tadı, ilkin şaşırtıyor sizi…Ardından gelen tatlı bir mayhoşlukla sarsılıyorsunuz, bir yudum daha alma gereğiyle, uzandığınızda kadehinize; gözünüz ilişiyor penceresinin önünde oturanlara… Gidiyorlar zira; kimisi Mezopotamya’ya, kimisi Ege’ye, kimisi Akdeniz’e…
Buraya gelenler bu tada o kadar bağlanırlar ki, çoğu ilk kez karşılaşmış olmalarına rağmen…! Yanlarında götürmek isterler şarabı, Süryani şarabıdır adı, mahlepli şarap.. Tek sakınılması gereken şey vardır, açtın mı şişeyi, sırrı çıkmıştır dışarıya denir.. Geri kapatmak olmaz, bozulur, uzun süre açık kalamaz ..Biraz kaygılı sorarlar bana her seferinde “nereden alalım?”
Tüm misafirlerime söylediğim sırrımı sizinle de paylaşacağım: “Azıcık sabır” derim, “Midyat’ a geçiçez, oralardaki kuyumculardan alın. Tezgah altlarında hepsinin evinde yaptığı ya da yapanlardan topladığı şişeleri, götürün yanınızda…ama dedim yaa…açtınız mı bitecek :) bitmeden kapatırsanız mahlep ve şeker oranından olsa gerek tadı bozuluyor.”
Ovanın gizemine kapılanlar, yüzyılların uçurumuna iniyor. Kalelerden sonra başka taşların dansının devam ettiği yerlere doğru yol alınmalıdır. Vakit kısadır zira buralarda, “çok sıcakta gezemezsiniz…Çok karanlıkta da göremezsiniz” diyerek … Hadi medreselere doğru yol alalım!
Mardin sokaklarında yürürken , gözleriniz şaşıracak hangi yöne bakmanız gerektiğini. Hem hüzün, hem huzur, hem de halkın bakışları üstünüzden hiç eksik olmayacak… Hissedeceksiniz…hüzünleneceksiniz…hangi işçiler bunu hangi teknoloji ile yapmış diye şaşıracaksınız ve şimdi nerede bunu yapanlar…?
Huzur dolacaksınız, zira taşların serinliği sizi saracak, içine alacak, kavrayacak sizi tüm sağlamlığı ile…Eski bir dost gibi bekliyor sizleri, yüzyıllara inat! Bu şaşkınlıkla dar sokaklarda, kabaltılarda (evlerin arasında bir diğer mahalleye geçişi sağlayan evlerin altındaki köprüler) yürürken sakın ola bakışlara aldırmayın… Merakla sizi gözetlediklerini sanmayın…dedim yaaaa…kavruktur burada her şey; söyleyemez dilleri ama o bakışlarda bir hoş geldiniz havasını solumaya çalışın…Yanaşamaz yanınıza belki ama eğer yanaşırsanız yanlarına , emin olun sizi evinde hayat denen bahçesinde ayran içmeye davet etmeye, olmadı size bir bardak su vermeye hazırdır…sohbeti ilerletirseniz badem şekeri bile sunar size demli çayın yanında…
Buralarda badem ve şekeri oldukça makbul sayılır ikram için; almamazlık etmeyin…. Sokaklar arasında gezerken mutlak sizi küçücük dükkanlarda badem kokusu kavrayacaktır, midenize kadar yol bulacaktır, hiç tereddüt etmeden satın alın…Elinizde badem şekerleri ya da bademle yol alın medreselere kadar….
Eğer mayıs ayında yolunuz düşerse buraya, aldanmayın bahara…Buralarda yaz erken gelir, mutlak şapkanız olsun yanınızda, gerekecektir…
Yolda yüremeye devam ederken burnunuza hoş kokular gelmeye başlayacaktır. Rido Et Lokantasına girmeyi de ihmal etmeyin. Genelde “pek acıkmadık sanki” denir ama hep sonrasında bir tek cümle vardır: “offf çok yedik ya….ama neydi onlar öyle…!”
Sakın ola, kocaman lüks bir yer gelmesin aklınıza, salaş esnaf lokantalarından birisi belki ama lezzetleri damak çatlatan , sonra da mide çatlatanlardandır… Abartmamakta fayda var, yol üzeri tuzaklar bu bölgelerde oldukça çoktur; uyarmadı demeyin…
Şeyh Çubuk Camisi karşılayacaktır sizi; 15. yüzyılda yapıldığı tahmin edilir. Cumhuriyet alanındadır; bahçesine sivri kemerli kapıdan, ana mekana ise kuzeybatı tarafındaki kapıdan girilir. Güney kısmındaki zikir yeri ya da türbe olduğu düşünülen çapraz tonozlu mekan vardır.
Hangi kapıdan girdim nereden çıkacağım diye düşünmeyin; bırakın kendinizi daracık sokakların içine, meraklanmayın kuzeye doğru yürüdüğünüzde nasılsa yollar sizi ilkin çarşısının tam göbeğine, oradan da yine kuzeye doğru yürüdüğünüzde başka bir büyülü binanın önüne götürecektir… Kaygıya gerek yok, yürümeye devam edin. Yolda geçerken, (ilk tuzak) cevizli sucuk (!) ihmal etmeyin! Sucuk diyorsam da tatlıdır. Üzüm suyundan yapılır…
Yol sizi nasılsa dizi filmlerden aşina olduğunuz, geniş merdivenleri olan muhteşem binalara emin olun götürecektir…
Mor Behnam ile kız kardeşi Saro adına yapılan ve şu anda Kırklar Kilisesi olarak tanınan kilise iki ismini de erken dönem Hristiyan efsanelerindenalmıştır ve 6. yüzyılın ortalarına ait bir yapıdır.Doğu - batı yönünde 12 masif sütun üzerine oturtulmuş kemerlerle taşınan tavan bölümü düzgün kesme taşlarla örtülüdür. 1293'te Mardin Süryani Kadim Patriklik Merkezi olduktan sonra halkın ruhani ve idari işleri bu kiliseden idare edilmeye başlamıştır. Kırklar Kilisesi'nde patrikler ve metropolitler önceleri kilisenin avlusunda tavanlar, kesme taşla örülmüş odalarda ikamet ederlermiş. 1850'de bu odaların yerine yeni bir patriklik merkezi inşa edilmiştir. 1925'te de bu mekân genişletilerek yanına yine kesme taşlardan bir divanhane yapılmıştır. 1799'da burada açılan okulun, 1825 - 1899 yılları arasındafaal olduğu bilinmektedir. 1928 yılına kadar da eğitim devam etmiştir.
Yol üzerinde Mardin Müzesine girmeyi ihmal etmeyin derim. Zira mimarisi için bile görülmeye değerdir. Oradan sokak içindeki Meryem Ana Kilisesi’nin arkasındaki Şahkulu Konağına mutlaka girin; girin ki ne yaşamlar yaşandığını bir an durup düşleyebilesiniz…
Ermeni mimar Lole'nin eseri olan bu ev; Cumhuriyet Meydanı'ndan Savurkapı'ya doğru çıkarken Birinci Cadde'nin üzerindedir…Floransa müze binasından esinlenerek düzenlenmiştir. Arazi eğimine oturtularak ve 3 katlı olarak yapılmış olan bu ev 2040 m2'lik bir alanı kaplamaktadır. Ev, arazi sahibi olan Çerme ailesinin büyümesine paralel olarak üç safhada tamamlanmıştır. Evi Rafi Tomas Çerme bitirmiştir. Ev, yine ovayı gözetlemektedir.
Ama artık biraz ana caddeye çıkmak için acele edin! Bundan sonra hep karşılıklı sokaklara girip çıkıyor olacaksınız. Bedesten var yolun üzerinde, tarih boyunca hep bir şeylerin satıldığı, şu andaki alışveriş merkezlerine gidiyor yolumuz…
Halk arasında “Kaysariya” ya da “Bedesten” şeklinde tanınır. Ulu Cami’nin kuzeyinde çarşaflar içindedir. Artuklu Dönemine ait olan bu yapı sürekli onarım görmüştür. İki ana bölümden oluşur. Orta mekâna güneyden iki, doğu ve batıdan birer kapıyla girilmektedir.
Değişik yazıtlarda Ulu Cami Vakfına ve Kasım Padişah Medresesi Vakfına ait olduğuna dair bilgilere rastlanmaktadır. Devam ettiğimizde yol bizi Ulu Cami’ye götürecektir.
Artuklu Dönemi mimari örneklerinden, dilimli kubbesi ve minaresiyle Mardin'in sembolü olan Ulu Cami, kayıtlara göre iki minareli inşa edilmiştir. Caminin bugün mevcut olan tek minaresinin kare kaidesindeki yazıt, yapım tarihini 1176 olarak vermektedir, fakat bugünkü minare 1888 / 89 yıllarında yeni ve eklektik bir üslupla yapılmıştır. Bazı Süryani yazarlar kiliseden çevrildiğini söylerler. Yapı kiliseden çevrilmemiş olsa bile, yerinde eski bir kilisenin bulunması muhtemeldir. Yapı 12. yüzyıl Artuklu Dönemi mimarisinin temel özelliklerini yansıtır.
Erken dönemde özellikle güneydoğuda meydana çıkan, mihrap önü kubbeli enine genişleyen cami plan ve formunun çok önemli bir örneğidir. Yapının malzemesi düzgün kesme taştır.
Vaktiniz varsa, aradan aynı yoldan devam edin ve bu yol üzerindeki Saray Çeşmesi’nde soluklanın sonrasında ise geldiğiniz yolun tam tersine gidin. “Böylesi bir binada ders almak ister miydim?” diye, kesin düşüneceğiniz bir mekana çıkacak yolunuz..
Mardin'de hüküm süren son Artuklu Sultanı olan Melik Necmeddin İsa bin Muzaffer Davud bin El Melik Salih tarafından 1385 yılında yaptırılmış olup halk arasında “Zinciriye
Medresesi” diye de anılan Sultan İsa Medresesi, doğu ve batı uçlarındaki dilimli kubbeleri ve doğu tarafına rastlayan yüksek anıtsal portalı ile çok uzaklardan bile dikkat çeker.
Yapıya halk arasında “Zinciriye Medresesi” denmesi, bir rivayete göre eskiden iki dilimli kubbe arasına zincir gerilmiş olması sebebiyledir.
Batıdaki kubbede bulunan demir halkanın bu zincirin bağlandığı halkalardan biri olduğu söylenir. Gene bir rivayete göre zincir daha önceleri Ulu Cami'nin minareleri arasında asılı olup, minarelerin biri yıkıldıktan sonra medreseye getirilmiş ve kubbelerin arasına asılmıştır.
Hadi düşleyin bakalım bu resimden; zincirin nereden nereye ulaştığını….
“Hadi bakalım yola devam” diyerek, yürümeye devam ediyoruz sokakların içinde biraz daha kaybolarak... Belki de kara sevdaların yaşandığı başka evlere doğru!
Yol üzerinde kervansaray adında eski Surur Han’da akşam yemekleri oldukça iyidir. Şehrin en pahalı yemeği buradadır ama özellikle içli köftesi yemeğe değerdir. Gece fasıl eşliğinde yemek yemekse isteğiniz Surur Han’ı tavsiye ederim. Ancak gece eğlencesinin iyi olduğu yer Mardin değil Midyat’tır. Gündüz gezin bol bol, ayaklarınız şişinceye kadar! Gece kalmaya Midyat’a gidin, orada eğlenin derim; eğer gücünüz kalırsa….
Oradan tam karşıya geçtiniz mi, Bakırcılar Çarsısı’nda bulursunuz kendinizi. Şahmaran desenli, yörenin sembolü olan bakır işlemeli objelerin cazibesine kapılmadan çıkabilirseniz çarşıdan, sizi ileride soluklanacak bir mekan beklemekte!
Yönünü Mezopotamya’ya dönmüş ve rüzgarını direk hissedeceğiniz çay bahçesinde soluklanın. PTT binasının tam karşısındadır ve özellikle güneş batımlarında manzarası muhteşemdir, zira gözünüzün gördüğü her yer bereketli Mezopotamya’nın ta kendisidir!
Derler ki burada rüzgar çıkarsa oturduğunuzda, varsa dileğiniz söyleyin rüzgara, taşısın bereketin içine…! İnanıp inanmamak size kalmış ama çayınızı ya da kahvenizi yudumlayın ve dinlenin, tam arkanızda muhteşem merdivenleri olan müthiş fotoğraf alacağınız bir mekan daha var….
1890 yılında Şatana ailesi tarafından Ermeni mimar Lole'ye yaptırılmış ve Mardin sivil mimarisinin en güzel örneklerinden biri olan yapı, Şehidiye Camisi'nin karşısında zengin ve görkemli taş işçiliğiyle dikkati çeker. Bina yakın zamana kadar PTT binası olarak kullanılmıştır.
Yolun sonuna geldiğinizde iki bina sizi karşılayacaktır, birisi Valilik binasıdır. Turizm İl Kültür Müdürlüğü bu binanın ikinci katındadır ve sizleri tahmin edemeyeceğiniz kadar iyi karşılarlar. Eğer şehirle ilgili kitap ya da broşür yanınızda bulunsun derseniz; çekinmeden hafta içi mesai saati içinde uğrayın, bir dolu broşürle çıkarsınız!
Valilik binasına gelince; Geç Osmanlı Döneminde inşa edilen ve iki katlı olan yapı, kota farkından dolayı kuzeyde tek katlı bir düzenleme ve güney cephede iki ana giriş kapısına sahiptir. Restorasyon çalışmasında alt kat sergi salonu şeklinde düzenlenmiştir. Restorasyon süreci Mart 2010'da başlayıp 8 ayda tamamlanmıştır.
Yol biraz dikleşir bu noktalarda ama biraz daha gittiniz mi, Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesine gelirsiniz. Eski Cumhuriyet Meydanı'nda bulunan müze binasının kitabesi günümüze ulaşmadığı için tam olarak ne zaman inşa edildiği bilinmemektedir. Bazı kaynaklarda yapının mimarı Mimarbaşı Lole olarak zikredilirken, bazı kaynaklarda da Mimarbaşı Cebrail Hekimyan ismi geçmektedir. 19 yy'ın sonralarına doğru Sultan II. Abdülhamit zamanında Hamidiye Alayları Süvari Kışlası olarak inşa edilen yapı, kışla binası olarak kullanıldıktan sonra, Cumhuriyet'in ilk dönemlerinden 2003 yılına kadar da Vergi Dairesi Binası olarak kullanılmıştır. 2007 yılında Sabancı Vakfı tarafından restore edilmeye başlanmış, 2009 yılında Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi olarak hizmete açılmıştır. İki katlı bir yapı olan Müze binasının zemin katı ahır kısmını oluştururken, üst katta ise idare ve yatakhane amaçlı yapılmış bölüm bulunmaktadır. Yapıda tek süsleme unsuruna kuzey cephenin ortasına yerleştirilen giriş kapısında yer verilmiştir.
Yol üzerinde pek çok binaya mutlak gözünüz takılacaktır; mutlaka sizi yanına çağıracaktır….
Fakat önemli bir yapı daha var, mutlaka onu da görün derim, öyle Midyat’a geçin. Ancak oraya yürüyerek gitmek pek de mümkün değildir. Süryaniliğin önemli merkezi olan muhteşem bir manastır vardır, buraya girdiğinizde mutlaka biraz bekleyeceğinizi hesap ederek gidin. Gerekirse arayarak randevu alabilirsiniz;
Tel :0 482 219 30 82
Tel :0 482 219 30 82
http://www.deyrulzafaran.org
Manstırda anlatımı burada görevli rahipler yapmaktadırlar. Sizi gruplar halinde içeri alırlar ancak oraya kadar giderseniz mahlepli Süryani kahvesi içmeyi ihmal etmeyin. Genelde o kahve içilir büyük bir zevkle ve sonrasında mutlak kişiler yanlarına da alırlar; sevdiklerine götürmek için! Ama alırken buram buram kokan kahve ile yolculuğa devam edeceğinizi hesaplayarak birkaç poşete koymalarını isteyin; benden söylemesi! Tüm yol boyunca siz de kahve kokacaksınız yoksa! kullandığınız parfümlerle inatlaşacak boyutta keskindir kokusu! Pek çok misafirim buradan sonra hep yolculuğa mahlepli kahve kokuları şaçarak devam ediyor!
Mardin'in 5 km doğusunda bulunan, 1932'ye kadar 640 yıl boyunca Süryani Ortodoks patriklerinin ikamet yeri olan ve üç kattan oluşan manastır 5.yüzyıldan başlayarak farklı zamanlarda yapılan eklentilerle bugünkü haline 18. yüzyılda kavuşmuştur. Manastır, Milattan önce Güneş Tapınağı daha sonra da Romalılarca kale olarak kullanılan bir kompleks üzerine inşa edilmiştir. Mardin ve Kefertüth Metropoliti Aziz Hananyo'nun 793 yılında başlattığı büyük bir tadilat sonrasında manastır onun adıyla Mor Hananyo Manastırı olarak anıldı. 15. yüzyıldan sonra da manastırın etrafında yetişen zafaran (safran) bitkisinden dolayı Deyrulzafaran (Safran Manastırı) adıyla anılmaya başlandı.
Kubbeleri, kemerli sütunları, ahşap el işlemeleri, iç ve dış mekânlardaki taş nakışları ile güzel bir mimari örneği olan manastır uzun tarihi boyunca Süryani Kilisesi'nin dini eğitim merkezlerinden biriydi. 1876 yılında dönemin patriği, İngiltere'den satın aldığı bölgenin ilk matbaasını manastıra getirtti. 1969 yılına kadar Süryanice, Arapça, Osmanlıca ve Türkçe kitaplar bu matbaada basıldı. Mardin Metropoliti'nin ikametgâhı olan Deyrulzafaran Manastırı bugün de Süryani Kilisesinin önemli dini merkezlerinden biridir.
Oraya kadar geldiğinize göre; Dara antik kentini de görün derim. MS 6. yüzyılın başlarında artan Sasani tehlikesine karşın Nusaybin'in yaklaşık 35 km kuzeybatısında kurulan Dara antik kenti, kurucusu olan Anastasius'un adıyla Anastasiopolis olarak anılmıştır. İlginç kaya mezarları ve kiliseleri ile zengin Nekropol alanı, sarnıçları, köprüleri, sur duvarları, agorası ve kamusal alanları ile tam bir Roma şehri olan Dara, Güneydoğu'nun Efes'i olma yolunda keşfedilmeyi beklemektedir. Yüzyıllardır sessizce, sahipsizce bekliyor…! Yok olmayı mı, var olmayı mı, kim bilir…! Bu sorunun cevabı için bile gelmeye değer buralar…!
Mardin’de bir güne yolculuktu yaptığımız belki de sizinle ama sadece yukarıda anlattıklarım değil elbet Mardin. Kaybolarak keşfetmektir bu şehrin diğer adı… Anadolu’mun nice diğer şehirleri gibi bir tutkuyla bağlanmaktır bu şehirlerin hikayesi… Kavrar sizi, tutkuyla, sevgiyle, huzurla ama bir o kadar da hüzünle….Bilemez ama nasıl göstersin sevdiğini; kavruktur herşey buralarda, dil söyleyemez…ama gözleri anlatır her şeyi; bakmasını bilene…
Nice söylenmemiş hikayeleri var taşların, kim bilir günün birinde siz de duyarsınız, gelirseniz. Mutlak sizin için de söyleyeceği bir şeyleri vardır; bundan emin olun!
Sevgiyle kalın, Anadolu’nun sizin gibi yüreklere ihtiyacı var, inatla bu satırlara kadar gelebildiyseniz okuyarak…Gerçekten sizler de Anadolu’nun ta kendisisiniz…
Anadolum… Mezopotamyam… Güneydoğum… Bekliyor sizi yüzyıllardır… keşfetmeye, sevmeye! Dönerse ruhlarınızın saati buralara, gelin, kucaklamak neymiş görün…!
Umut gölgeniz olsun…!
Nilgün Mazıcıoğlu
Gap Uzmanı-Rehber
Gaziantep
nilgunm01@gmail.com
Mardin; görmek istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım bu şehre gitmiş kadar oldum kaleminize ve de kelamınıza sağlık :)
YanıtlaSilDeğerli yorumunuz için teşekkür ederiz :)
YanıtlaSilCok güzel anlatmissin diline saglik
YanıtlaSilMehmet Severoglu