2012 yılının ilk ayında yaptığım seyahat Etiyopya’ya olmuştu. Son ayındaki
seyahat ise Kosta Rika’ya. Bu bana başka bir şeyin yolculuğunu da hatırlattı: kahvenin!
Addis Ababa’da, ülkenin Starbucks’a rakip yerel kafeterya zinciri Kaldi’s Coffee’de
acı kahvemi yudumluyorum… Birden ada takıldım, “Kaldi”. Hani şu ünlü hikaye
vardır, 9. yy’da yaşamış Ethiyopya’lı keçi çobanınınki… Keçilerinden bazılarının
neşeyle, çok canlı hareket ettiğini gözlemler ve onları takip edince ağaçta
yetişen kırmızı yemişleri yediklerini fark eder... Kaldi’nin memleketi yüksekçe
yaylalar üzerinde kurulmuş olan “Kaffa” idi ve yüzyıllar sonra dünya üzerinde
yetiştirilen “coffea arabica” bitki çeşitlerinin hepsinin de anavatanı
olacaktı!
Kaffa’dan çıkıp Arap Yarımadası’na ulaştı
önce kahve. Öyle ki kahveyi ilk olarak işleyip içmeye başlayanlar Yemen’deki Sufi
tarikatı mensupları olduğu için, bu içecek uzun süre “Müslüman içeceği” diye koyu
Ortodoks Ethiyopya Kilisesi tarafından yasaklanmış ve ancak 19. yy sonu II. Menelik döneminde tekrar yasallaşmış. Burada da efsanevi bir hikayesi var (Paris
Milli Kütüphanesindeki eserler arasında bulunan Abd-El-Kadr’in kitabına göre):
Hastaları mucizevi bir şekilde dua yoluyla iyileştirme yeteneği olan Şeyh Ömer,
bilinmeyen bir nedenden ötürü memleketi Mocha’dan sürgüne gönderilir. Civarda
bir mağarada yaşamaya başlayan ve açlıktan neredeyse ölecek hale gelen Ömer, bir
ağaçta yetişen kırmızı yemişleri yemeye çalışır. Çiğnedikçe bunları biraz acımtırak
bulur ve hemen kavurur onları. Kavurunca sertleşirler, yumuşatmak için de
kaynatmaya koyulur. (O yoklukta tüm mutfak araç gereçlerini nereden bulduğu da
muammadır!) Kaynatınca güzel aromalı, çok lezzetli, kahverengi bir sıvı çıkar
ortaya! Ve Ömer’i günlerce son derece zinde ve “tok” tutar. Mucizevi içeceğin
ünü Mocha (Muha)’ya ulaşınca Ömer geri çağırılır ve aziz ilan edilir…
Malum olduğu üzere günümüzde Mocha tüm modern
kafeteryalarda satılan, espreso, çikolata şurubu, süt ve kremadan oluşan bir
kahve çeşidiyken, 15.yy’da Yemen’in en önemli liman şehriydi. Ve bu şehirden
önce Arap Yarımadası’na ve daha sonra Mısır, Ortadoğu, İran ve Anadolu coğrafyalarına
seyahati başladı kahvenin. Muhabbetle yenmiş bir yemeğin ardından bir acı
kahveyi servis etmekte geç kalan garsona kinayeyle: “Yemen'den mi geliyor?” diye
sormak da pek yanlış olmuyor bu durumda! Hakikaten de bu uzun yolculuğun İstanbul
kısmını Kanuni Sultan Süleyman döneminde
yapmıştı kahve. Refakatçisi ise onu çok seven Yemen valisi Özdemir Paşa’ydı.
Bir defa sıcak denizlere ulaşmıştı, bundan
sonraki istikameti Akdeniz Dünyası olacaktı. Tabi bu coğrafyada en tecrübeli
tüccarlar olan ve Osmanlı’yla sıkı fıkı ilişkileri sayesinde, Venedikliler
fırsatı kaçırmadılar. Avrupa’daki ilk kahvehane 1645’te Venedik’te açılmıştır. Bu
kahvenin Avrupa’ya denizden yolculuğuydu. Karadan yolculuğunu ise hepimiz
biliriz: 1683’teki II. Viyana Kuşatması kaldırıldığı zaman Osmanlı’nın
gerisinde bıraktıkları arasında çekilmemiş kahve çuvalları da varmış.
Viyanalılar önce bunu deve yemi (ya da keçi pisliği) zannetmişler. Esir düşen
yeniçeriler (ya da oraya İstanbul’dan göçmüş bir Ermeni, ya da Kahraman Kulczycki)
tarafından Viyanalılara ne olduğu ve nasıl hazırlandığı öğretilince, 17.yy’ın
son yıllarında birbiri ardına kahvehaneler açılmıştır Viyana’da da…
17.yy’ın büyük emperyal gücü olan Hollanda’nın
Doğu Hindistan Kumpanyası’nın işe el atmasıyla kahve, yolculuğunun boyutunu
değiştirdi. Artık başka diyarlarda yetiştirilmek üzere götürülüyordu bir yerden
bir yere ve her yeri öyle sevip de hemen gelişip gürleşemiyordu. Daha sonra “kahve
kuşağı” olarak adlandırılacak oğlak ve yengeç dönencelerinin arasında kalan tropikal
bölgelerdeki yüksek toprakları seviyordu. Hele bir de yanardağ eteklerini iyice
seviyordu! Böylelikle Java ve Seylan’dan alınan ilk mahsüller 1711 yılında
Hollanda’ya ihraç edildi…
Ne ilginçtir ki 1812 İngiltere – Amerika Savaşı
sırasında, Amerika’ya çay ihracatını kesen İngiltere’nin bu tutumuna karşılık
Amerikalılar kahveye karşı bir zevk geliştirmişlerdir ve ABD bugün yazımızın
başkahramanının en çok sevilip tüketildiği ülke olmuştur.
Latin Amerika dünyasına ise ilk defa 1727’de
Brezilya’da tanıtılmıştır. Ancak ciddi olarak üretime geçilmesi 1840’ları
bulmuştur. 2.874.000 tonluk ihracatıyla Brezilya kahve üretiminde açık ara önde
gitmektedir. Bazı kaynaklara göre petrolden sonra en çok ticareti yapılan mal
olarak üretildikleri ülkelere faydası tartışılmazdır…
Gelelim son durağımız Kosta Rika’ya… 1823
yılında tüm Orta Amerika ülkeleri gibi İspanya Krallığı’ndan özgürlüğünü kazandığında,
düşük nüfuslu, son derece fakir, açlıktan kırılan, zavallı bir ülkeydi Kosta
Rika. Hatta bağımsızlığını kazandığından bile bir ay sonra haberi olmuştu(!) Amerika’dan
diğer ülkelere ihraç malları genel olarak pamuk, et, deri, hayvan yağı, tütün
gibi şeylerdi. O yüzden hiçbir yerde olmayan bir şey getirip ekonomiyi
hızlandırmayı amaç edindiler ve en sonunda kahvede karar kıldılar. Ülkenin
tropik yapısı, iç bölgelerdeki yükseltiler ve belki de en önemlisi volkanlarla
dolu olması verdikleri kararı sonuna kadar haklı çıkardı. Kahve export
gelirleriyle Kosta Rika ekonomisi gerçek anlamda bir patlama yaptı!
Otobüsümüzle kilometreler boyunca uzanan
kahve ağaçlarının arasından geçtikten sonra Doka Estate adlı 3 kuşaktır bu işi
yapan bir üreticinin çiftliğini geziyoruz. Son derece ilginç bilgiler
veriyorlar bize. Öncelikle kahvenin iki ana cinsinin; %70 oranında üretilen
arabica ve %30 üretilen robusta; olduğunu öğreniyoruz. Arabica robusta’ya göre
daha az asitli ve aroması daha fazlaymış. Kafein oranı da robusta’ya göre daha
azmış. Bu yüzden arabica damak tadına daha uygun bulunuyor.
Kosta Rika’da üretilen bütün kahveler arabica(ve
laf aramızda enfesler!). Yetiştikleri yükseklik 800-2000metre arası. Kahve her
yağmurlu dönem sonrası çiçek açıyor. (Kosta Rika’da Mart sonu-Aralık başı arası
yağmurlu sezon) Yeni çiçek açmış kahve yasemin gibi kokuyormuş… 9 ayda da
olgunlaşıp meyve veriyor. Tipik bir arabica ağacı yaklaşık 5kg meyve
veriyormuş. Hasat zamanı her yerden gelen sezonluk işçiler tam 13 kiloluk özel sepetlere
topluyorlar meyveleri. Günde yaklaşık 30kg topluyorlar. Bu oldukça zahmetli bir
iş çünkü dallardan tek tek toplanıyor ve arada yeşil kalmış meyveleri de ayırıp
toplamamak gerekiyor. 13 kiloluk meyve sepetinden 3kg kahve elde ediliyor ve 13kiloluk
sepet için işçiye 2USD ödeniyor…
Toplanan meyvelerin bundan sonra “makine” ile
ilişki süreçleri başlıyor. Önce makinede derisi ayıklanıyor. Daha sonra içine
atıldıkları makine suyla dolunca, alta çökenler en iyi kalite olanlar. Bunlar
genelde export için ayrılanlar. Üstte yüzenler ise ülke iç tüketimine
gidiyormuş. Bunu duyan bizler şaka yollu bir serzenişte bulununca, “merak
etmeyin üstte yüzenlerin %30’u da iç tüketime ayrılır” diyerek “burjuva
vicdanımızı” rahatlatıyorlar! Derisinden ayrılan meyvenin üzerinde şeker içeren
jelimsi bir sıvı oluyor. Bundan kurtulması için de fermentasyon havuzlarına
bırakılıp 36 saat boyunca fermente olması ve şekerden arınması bekleniyor.
Sonra güneşte açık havada ortalama 5 gün boyunca kurutuluyor. Bu esnada bir işçi
40 dakikada bir gelip kahveyi karıştırıyor. Kuruduktan sonra kilerlerde çuval
içerisinde 3 ay bekletiliyor ve sonra da dünyanın her tarafına ihraç ediliyor. İhraç
edilecek kahve kavrulmadan, yeşil halde gönderiliyor. Paketlenecek kahve ise
zevke göre 17-19 ve 20 dakika kadar kavruluyor.
Çiftliği gezdikten sonra her çeşit kahvenin
tadına bakıyoruz. Nefis kahveleri yudumlarken aklıma neler gelmiyor ki: Dans
eden keçiler, Kaldi Coffee’nin Starbucks’a kafa tutuşu, tüm gün boyunca çalışıp
günde 5 dolar kazanan işçiler, 19.yy’ın kahve baronları ve elit sınıfı, savaşta
çay yokluğundan kahveye alışan askerler, keçi pisliğiyle dolu zannedilen çuvallar,
Yemen Mevlevihaneleri… Belki de boşuna dememişler: Bir fincan kahvenin kırk yıl
hatırı vardır diye…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder