26 Aralık 2012 Çarşamba

OKYANUSLAR ARASINDAKİ KISTAK: PANAMA BÖLÜM I


Zorlukla ilerliyordu, hava boğucu derecede sıcaktı… Nemden üzerindeki her şey vücuduna yapışmıştı. İçinden bu bilinmez topraklara geldiği güne küfrediyordu ancak başarma azminin önüne geçemiyordu! Şahsını ve krallığını zengin edecek bir yola baş koymuştu… Bu geçit vermez ormanların içinde, medeniyetten uzak yerliler tarafından öldürülmek en son isteyeceği şeydi. “Ha gayret” dedi kendi kendine, ardından kendisini takip eden tayfalarına örnek olmalıydı. Zaten bu zorlu yolculuk boyunca birçoğunu yerlilerle giriştikleri çatışmalarda kaybetmişti…  Çevresindeki tüm bu doğa, hayvanların büyük çoğunluğu, bu bataklık, tamamen yabancıydı ona. Kendisine dağların ardında altınla dolu bir ülkenin varlığından bahsedilmişti ve o günden beri tek derdi bu ülkeye ulaşmaktı! Bir tepenin eteklerine geldi ve gücünün son damlasıyla tırmanmaya başladı. Zirveye vardığı zaman gözleri sevinçle parladı! İşte oradaydı, uzak ufukta: Güney Denizi! (Pasifik Okyanusunun o dönemdeki adı) Tarih daha sonra bir not düşecekti: Vasco Nunez de Balboa, 25 Eylül 1513’te Pasifik Okyanusu’nu gören ilk Avrupalı olmuştur…

Otel odamda gözlerimi açtığımda müthiş bir sürpriz beni bekliyordu. Geceden açık bıraktığım perdelerin ardındaki camın arkasından gün doğuyordu. Gün mü doğuyordu? Bir dakika, Panama City’deyim, bu şehir Pasifik Okyanusu kıyısında, ben odamdan okyanusu görüyorum, Pasifik ardından nasıl güneş doğar? Yoksa başka bir yerde miyim? Bu başka bir okyanus mu? Sonra haritayı elime alıp iyice dikkatlice bakıyorum ve gülümsemeye başlıyorum! Tabi ya, bu ülkenin garip bir ters “S” şekli var, böylece okyanus da başkente göre güney-doğuda kalıyor… Bugüne kadar Pasifik kıyısındaki şehirlerde hep günbatımı izlemiştim, şimdi iyice yükselen güneşe bakıp heyecanla gülümsüyorum,  bugün harika bir gün olacak!

Vasco Nunez de Balboa Pasifik Okyanusu’nu ilk gören Conquistador (Fatih)’du, ancak o kıyıda bir yerleşim kurmaya yeltenmedi. Buna yeltenecek kadar gözü pek, cesur ya da şanslı olan kişi, yakınları tarafından “Pedrarias” diye bilinen Pedro Arias de Avila idi. Son derece kindar ve gaddar bir adam olan Pedrarias’ı tarih “Panama Şehri’nin kurucusu” olarak anacaktı. İlk icraatlarından biri de Balboa’nın başını vurdurmak oldu. O dönemler ortada dolaşan dedikodulara göre Güney Denizi’ne yapılacak keşif seferinin başında aslında Pedrarias varmış ancak Balboa’nın gerisine düşmüş, buna çok içerleyen Pedrarias da bir punduna getirip intikamını almış. Bahanesi de hazırmış: kızıyla nişanlı olan Balboa’yı o uzak diyarlarda bir yerli kadınla beraber görmüş ve ihanet suçundan işini bitirmiş… Hem ihanetle, hem de yerlilere karşı zalimlikle suçlamış Balboa’yı. Oysa yeri ve zamanı geldiğinde kendisi o zavallı yerlileri köpeklere yem etmekte saniye tereddüt etmeyecekti! İnsanoğlunun “para ve iktidar” hırsı tarihin her sahnesinde aynı şekilde acımasızdı…

Peşinde oldukları altını ve zenginlikleri bulmaları içinse birkaç yıl daha geçmesi gerekecekti. Ne zaman ki İnkaların ülkesine ulaştılar ve İspanya Kralı adına o topraklara el koydular, işte o zaman şana, altına ve zenginliğe gömüldüler! Peki bu zenginlikleri İspanya’ya nasıl götürdüler? İşte büyük sorunun büyük cevabı yazımızın geri kalan kısmında!

Panama dediğimiz yer, Amerikalar arasında ve Atlantik ile Pasifik Okyanusları ortasında kalan kıstak şeklinde bir ülkedir. Bugün dünya deniz ticaretinin nabzının attığı “Panama Kanalı”nın geçtiği Panama City – Colon arası mesafe sadece 80km’dir. Kanal zaten hali hazırda burada su yolu olarak kullanılan Chagres Nehri’nin iki tarafındaki toprak kazılarak ve her iki tarafta liman girişi ile kilit havuzları inşa edilerek oluşturulmuştur. Kanal yapılmazdan yüzyıllar öncesinde Peru’dan yüklenen değerli madenler Pasifik Kıyısı boyunca önce Panama Şehri’ne ulaşır, burada envanteri tutulduktan sonra karayoluyla Chagres Nehri Kıyısında kurulmuş olan “Venta de Cruces” adlı yerleşime götürülür, burada değerli kargo tekrar teknelere yüklenir, Karayip kıyısındaki “Nombre de Dios” Limanı’na kadar götürülür, buradaki son kontrollerden sonra Atlantik ötesi yolculuğuna çıkar ve son varış noktası olan İspanya’ya ulaşırdı… Bazen de ulaşamazdı! Çünkü böyle bir orantısız zenginlik başkalarının da dikkatini çekmişti: Korsanların! 1572 yılında daha sonra İngiliz Kraliyeti tarafından “Sir” ünvanıyla onurlandırılacak olan Francis Drake, Nombre de Dios Limanına saldırır ve yağmada öyle bir “vole” vurur ki, İspanya Kralı II.Felipe, ölüsü ya da dirisini getirene 20000 ducat (günümüzde yaklaşık 6,5Milyon Dolar) altını ödül vaat eder! İronik olarak yine bu sefer sırasında Francis Drake karadan Güney Denizi’ne yaklaşır ve yüksek bir ağacın üzerine tırmanıp Pasifik Okyanusu’nu gören ilk “İngiliz” olma ünvanını kazanır!

Korsan belası hiç eksik olmaz İspanyolların başından… Ancak belki de en büyük darbeyi 1671 yılında ünlü Gallerli Henry Morgan’dan yemişlerdir. Deneyimli korsan işini yarım bırakmamıştır ve malını topladıktan sonra tüm şehri bir güzel yakıp yıkmıştır! Bu yüzdendir ki ilk kurulan şehre “Panama Viejo”, 8 km ötesinde kurulan 17.yy şehrine de “Casco Antiguo” denmiştir…

Gel zaman git zaman, tüm Latin Amerika ülkeleri 19. yy başında İspanya’ya karşı verdikleri savaş sonrası egemenliklerini bir bir kazanmışlardır ve Panama da 1903 yılına kadar Büyük Kolombiya’nın (Simon Bolivar’ın “Birleşik Latin Amerika” rüyası) parçasıyken 3 Kasım 1903’te birdenbire devrimci görünüşlü bir askeri darbeyle bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu bağımsızlığı alelacele ilk tanıyan ülke ise Amerika Birleşik Devletleri olmuştur!

Şimdi “flashback”le başlayan bir film gibi hikayeyi biraz geriye saracağız… Çocukluğumdan beri sayılarla aram çok iyi olmuştur ancak şunu anlamak için basit bir matematik bilgisi de yeterlidir: Kaliforniya’da 1848’de altın bulunduğunda, “değerliye” hücum etmek amacıyla Doğu Yakasından Batı Yakasına seyahat eden on binlerce yolcu (“forty-niners”-1849 grubu) Panama üzerinden giderek yaptıkları yolculuğu üçte bire indirmekteydiler. Yolculuk zorunlu olarak “deniz” yoluyla yapılmalıydı çünkü karayoluna göre hem daha hızlıydı, hem de Kızılderili tehlikesi yüzünden kimse Amerika’nın iç eyaletlerinden geçmeye cesaret edemiyordu! Ve deniz tarafından kestirme yol Panama’dan geçiyordu. İkinci alternatif ise tüm Güney Amerika Kıtasını Horn Burnu’ndan dönüp kat etmek ve Kaliforniya’ya ulaşmaktı ki bu, yolu 14.000km uzatmak anlamına geliyordu!

Bu yüzdendir ki hemen hummalı bir çalışma başladı 1850 yılında ve 1855 yılında rekor sürede tamamlandı. Rekor süredeydi çünkü bataklıklar, timsahlar, sivrisinekler, kolera, sarı humma, sıtma gibi hastalıklar, korkunç nem ve sıcak çalışanların peşini asla bırakmıyordu ve milyonlarca dolar ve binlerce insan canı harcandıktan sonra “New York” kayıtlı bir Amerikan Şirketinin girişimi sonucu dünyanın ilk “Okyanuslararası Demiryolu Hattı” olan Panama Railroad açıldı!
TO BE CONTINUED….
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder