Zorlukla
ilerliyordu, hava boğucu derecede sıcaktı… Nemden üzerindeki her şey vücuduna
yapışmıştı. İçinden bu bilinmez topraklara geldiği güne küfrediyordu ancak
başarma azminin önüne geçemiyordu! Şahsını ve krallığını zengin edecek bir yola
baş koymuştu… Bu geçit vermez ormanların içinde, medeniyetten uzak yerliler
tarafından öldürülmek en son isteyeceği şeydi. “Ha gayret” dedi kendi kendine,
ardından kendisini takip eden tayfalarına örnek olmalıydı. Zaten bu zorlu yolculuk
boyunca birçoğunu yerlilerle giriştikleri çatışmalarda kaybetmişti… Çevresindeki tüm bu doğa, hayvanların büyük
çoğunluğu, bu bataklık, tamamen yabancıydı ona. Kendisine dağların ardında
altınla dolu bir ülkenin varlığından bahsedilmişti ve o günden beri tek derdi
bu ülkeye ulaşmaktı! Bir tepenin eteklerine geldi ve gücünün son damlasıyla
tırmanmaya başladı. Zirveye vardığı zaman gözleri sevinçle parladı! İşte
oradaydı, uzak ufukta: Güney Denizi! (Pasifik Okyanusunun o dönemdeki adı) Tarih
daha sonra bir not düşecekti: Vasco Nunez de Balboa, 25 Eylül 1513’te Pasifik
Okyanusu’nu gören ilk Avrupalı olmuştur…
Otel odamda
gözlerimi açtığımda müthiş bir sürpriz beni bekliyordu. Geceden açık bıraktığım
perdelerin ardındaki camın arkasından gün doğuyordu. Gün mü doğuyordu? Bir
dakika, Panama City’deyim, bu şehir Pasifik Okyanusu kıyısında, ben odamdan
okyanusu görüyorum, Pasifik ardından nasıl güneş doğar? Yoksa başka bir yerde
miyim? Bu başka bir okyanus mu? Sonra haritayı elime alıp iyice dikkatlice
bakıyorum ve gülümsemeye başlıyorum! Tabi ya, bu ülkenin garip bir ters “S”
şekli var, böylece okyanus da başkente göre güney-doğuda kalıyor… Bugüne kadar Pasifik
kıyısındaki şehirlerde hep günbatımı izlemiştim, şimdi iyice yükselen güneşe
bakıp heyecanla gülümsüyorum, bugün
harika bir gün olacak!
Vasco Nunez
de Balboa Pasifik Okyanusu’nu ilk gören Conquistador (Fatih)’du, ancak o kıyıda
bir yerleşim kurmaya yeltenmedi. Buna yeltenecek kadar gözü pek, cesur ya da
şanslı olan kişi, yakınları tarafından “Pedrarias” diye bilinen Pedro Arias de
Avila idi. Son derece kindar ve gaddar bir adam olan Pedrarias’ı tarih “Panama
Şehri’nin kurucusu” olarak anacaktı. İlk icraatlarından biri de Balboa’nın
başını vurdurmak oldu. O dönemler ortada dolaşan dedikodulara göre Güney Denizi’ne
yapılacak keşif seferinin başında aslında Pedrarias varmış ancak Balboa’nın
gerisine düşmüş, buna çok içerleyen Pedrarias da bir punduna getirip intikamını
almış. Bahanesi de hazırmış: kızıyla nişanlı olan Balboa’yı o uzak diyarlarda
bir yerli kadınla beraber görmüş ve ihanet suçundan işini bitirmiş… Hem ihanetle,
hem de yerlilere karşı zalimlikle suçlamış Balboa’yı. Oysa yeri ve zamanı
geldiğinde kendisi o zavallı yerlileri köpeklere yem etmekte saniye tereddüt
etmeyecekti! İnsanoğlunun “para ve iktidar” hırsı tarihin her sahnesinde aynı
şekilde acımasızdı…
Peşinde
oldukları altını ve zenginlikleri bulmaları içinse birkaç yıl daha geçmesi
gerekecekti. Ne zaman ki İnkaların ülkesine ulaştılar ve İspanya Kralı adına o
topraklara el koydular, işte o zaman şana, altına ve zenginliğe gömüldüler! Peki
bu zenginlikleri İspanya’ya nasıl götürdüler? İşte büyük sorunun büyük cevabı
yazımızın geri kalan kısmında!
Panama
dediğimiz yer, Amerikalar arasında ve Atlantik ile Pasifik Okyanusları
ortasında kalan kıstak şeklinde bir ülkedir. Bugün dünya deniz ticaretinin
nabzının attığı “Panama Kanalı”nın geçtiği Panama City – Colon arası mesafe
sadece 80km’dir. Kanal zaten hali hazırda burada su yolu olarak kullanılan
Chagres Nehri’nin iki tarafındaki toprak kazılarak ve her iki tarafta liman
girişi ile kilit havuzları inşa edilerek oluşturulmuştur. Kanal yapılmazdan
yüzyıllar öncesinde Peru’dan yüklenen değerli madenler Pasifik Kıyısı boyunca
önce Panama Şehri’ne ulaşır, burada envanteri tutulduktan sonra karayoluyla
Chagres Nehri Kıyısında kurulmuş olan “Venta de Cruces” adlı yerleşime
götürülür, burada değerli kargo tekrar teknelere yüklenir, Karayip kıyısındaki “Nombre
de Dios” Limanı’na kadar götürülür, buradaki son kontrollerden sonra Atlantik
ötesi yolculuğuna çıkar ve son varış noktası olan İspanya’ya ulaşırdı… Bazen de
ulaşamazdı! Çünkü böyle bir orantısız zenginlik başkalarının da dikkatini
çekmişti: Korsanların! 1572 yılında daha sonra İngiliz Kraliyeti tarafından “Sir”
ünvanıyla onurlandırılacak olan Francis Drake, Nombre de Dios Limanına saldırır
ve yağmada öyle bir “vole” vurur ki, İspanya Kralı II.Felipe, ölüsü ya da
dirisini getirene 20000 ducat (günümüzde yaklaşık 6,5Milyon Dolar) altını ödül
vaat eder! İronik olarak yine bu sefer sırasında Francis Drake karadan Güney
Denizi’ne yaklaşır ve yüksek bir ağacın üzerine tırmanıp Pasifik Okyanusu’nu
gören ilk “İngiliz” olma ünvanını kazanır!
Korsan
belası hiç eksik olmaz İspanyolların başından… Ancak belki de en büyük darbeyi
1671 yılında ünlü Gallerli Henry Morgan’dan yemişlerdir. Deneyimli korsan işini
yarım bırakmamıştır ve malını topladıktan sonra tüm şehri bir güzel yakıp
yıkmıştır! Bu yüzdendir ki ilk kurulan şehre “Panama Viejo”, 8 km ötesinde
kurulan 17.yy şehrine de “Casco Antiguo” denmiştir…
Gel zaman
git zaman, tüm Latin Amerika ülkeleri 19. yy başında İspanya’ya karşı
verdikleri savaş sonrası egemenliklerini bir bir kazanmışlardır ve Panama da 1903
yılına kadar Büyük Kolombiya’nın (Simon Bolivar’ın “Birleşik Latin Amerika”
rüyası) parçasıyken 3 Kasım 1903’te birdenbire devrimci görünüşlü bir askeri darbeyle
bağımsızlığını ilan etmiştir. Bu bağımsızlığı alelacele ilk tanıyan ülke ise
Amerika Birleşik Devletleri olmuştur!
Şimdi “flashback”le
başlayan bir film gibi hikayeyi biraz geriye saracağız… Çocukluğumdan beri
sayılarla aram çok iyi olmuştur ancak şunu anlamak için basit bir matematik
bilgisi de yeterlidir: Kaliforniya’da 1848’de altın bulunduğunda, “değerliye”
hücum etmek amacıyla Doğu Yakasından Batı Yakasına seyahat eden on binlerce yolcu
(“forty-niners”-1849 grubu) Panama üzerinden giderek yaptıkları yolculuğu üçte
bire indirmekteydiler. Yolculuk zorunlu olarak “deniz” yoluyla yapılmalıydı
çünkü karayoluna göre hem daha hızlıydı, hem de Kızılderili tehlikesi yüzünden
kimse Amerika’nın iç eyaletlerinden geçmeye cesaret edemiyordu! Ve deniz tarafından
kestirme yol Panama’dan geçiyordu. İkinci alternatif ise tüm Güney Amerika
Kıtasını Horn Burnu’ndan dönüp kat etmek ve Kaliforniya’ya ulaşmaktı ki bu,
yolu 14.000km uzatmak anlamına geliyordu!
Bu yüzdendir
ki hemen hummalı bir çalışma başladı 1850 yılında ve 1855 yılında rekor sürede
tamamlandı. Rekor süredeydi çünkü bataklıklar, timsahlar, sivrisinekler, kolera,
sarı humma, sıtma gibi hastalıklar, korkunç nem ve sıcak çalışanların peşini
asla bırakmıyordu ve milyonlarca dolar ve binlerce insan canı harcandıktan
sonra “New York” kayıtlı bir Amerikan Şirketinin girişimi sonucu dünyanın ilk “Okyanuslararası
Demiryolu Hattı” olan Panama Railroad açıldı!
TO BE
CONTINUED….
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder