25 Kasım 2013 Pazartesi

AMSTERDAM HATIRASI

“Hey Mr. Tambourine Man, play a song for me… I’m not sleepy and there is no place I’m going to…”   Bir yandan gitarını çalıyor, diğer yandan boynuna sabitlediği bir demirin ucuna koyduğu mızıkasını üflüyor ve öte yandan da ayağıyla bir pedala basıp gümlettiği davul eşliğinde şarkıyı söylüyordu. Vondelpark’ta sıcak bir yaz günüydü, her yer bisikletliler, piknik yapanlar, köpek gezdirenler, gençler ve marjinal tiplemelerle doluydu. Ömrümde ilk defa böyle bir şeye tanık oluyordum. Aslında ömrümde de fazla yol almış değildim, henüz 17 yaşındaydım… Bildiğim tek şey vardı: Uykum yoktu ve bir yere de yetişmiyordum. Amsterdam’a yaptığım ilk yolculuk sonrasında hatırlayacağım tek şey, yıllar sonra bile hala içimi acıtacak kadar güzel duygularla anacağım bir nostalji hissi olacaktı.

Efsane der ki; iki Frisialı denizcinin, Ij ile Amstel Nehri’nin birleştiği yerde tekneleri karaya oturmuş. İşte tam bu noktadaymış, 13.yy’da şehrin kurulduğu yer. Bölgeye ilk yerleşenler, su baskınlarından korumak için kendilerini, Amstel üzerinde bir baraj (dam) kurmuşlar. Bundanmış bölgeye Amstelledamme denmesi. Zaman içinde Amsteldam ve Amsterdam diye değişecekmiş ismi…

“Adın ne senin?” “Işıl, ya seninki?” “Ady. Nerelisin?” “Türküm. İstanbul’dan, ya sen?” “Aman Tanrım! Biliyor musun, benim babam İstanbul’da doğmuş. İsrail’in kuruluşundan sonra ise Tel Aviv’e göç etmiş. İsrailliyim ben, hayatım boyunca İstanbul’a gitmek istemişimdir. Dışarı çıkalım mı beraber?”
Onu bana Tanrı göndermişti. Aslında ailemden aldığım izin Almanya’dan Utrecht’te geçen yılki yaz tatilimizde tanıştığım Hollandalı aileyi ziyaret etmek içindi. Ne yol bilirdim, ne yordam. Ancak şunu biliyordum ki, o aile onları ziyaret etmek istediğim günlerde yine tatilde olacaktı. Fakat ben Amsterdam’ı görmek için yanıp tutuşuyordum. En sonunda ailenin yokluğundan hiç bahsetmeden, sanki her şey yolundaymış gibi, beni Frankfurt’tan Utrecht’e giden bir otobüse yerleştirmelerine izin verdim. Birkaç saat sonra şoföre beni Amsterdam’a bırakması için 20 mark fazladan para öderken bulacaktım kendimi…

1275 yılında yazılı dökümanlarda ilk defa geçecekti şehrin adı. Kont V. Floris şehri vergiden muaf tuttuğunu bildiriyordu bu belgede. 1300’lerin başında Oude Kerk (Eski Kilise) adlı ilk dini yapı kendini göstermeye başlamıştı. Ticaret gelişmiş, çoktan zengin bir şehir olma yolunu tutmuştu Amsterdam. 1428’de Burgonya Dükü İyi Philip’in yönetimine geçmişti Amsterdam’ın da dahil olduğu tüm Alçak Topraklar…

Yolculuk boyunca arkamda üfleyip püflemişti. Sonradan öğrenecektim, neredeyse 24 saattir yollardaydı. Upuzun saçlı ve sarışındı Zagrebli genç. Peşine takıldım ancak kovalamak istedi beni. “Bak ben sadece bu geceliğine buradayım, yarın İrlanda’ya geçeceğim. Seninle uğraşamam.” “Ne olur, ben de seninle merkeze geleyim.” Sanırım acıdı bana, yolumuzu tayin etmek için elime şehir haritası tutuşturdu. Önce çevirdim, düzden ve tersten baktım. Aslında ne yapmam gerektiğini anlayamamıştım. Göz göze geldik bir an ve kısaca gülüştük. Harita okumayı bilmiyordum henüz!

Miras yoluyla kendine geçen Alçak Toprakları, evlilik yoluyla Habsburg İmparatoru Maximilian’ın topraklarıyla birleştirecekti Burgonyalı Mary. Ömrü yetmemişti tarihin bir zaman sonra nasıl çığ gibi olaylar silsilesini önüne katıp, bu kocaman imparatorluğu devleştirdiğini görmeye. 16. Yy’ın ilk çeyreğinde torun Şarlken, bilinen tüm batı dünyası gibi Amsterdam’ın da sahibi olacaktı. Ancak Hollandalılar çok da memnun hissetmeyeceklerdi kendilerini bu hakimiyetten… Bir diğer yandan Protestanlık yayılmaktaydı. Katolik egemen sınıf, korkunç eziyet etmekteydi Protestan güruha. Bu ikilem o kadar derin boyutlara ulaşacaktı ki, en sonunda 80 Yıl Savaşları’na sebebiyet verecekti.

16 kişilik bir yatakhanede, birer döşek kiraladık kendimize. Kız – erkek karışık kalıyorduk. Duşların kapısı bile yoktu, yatakhane arkadaşlarımın kıçlarını görmek ilginç bir sürpriz olmuştu benim için. İşte tam da o sırada gelip kendini tanıtmıştı Ady. Dışarı çıkalım mı diye sorduğunda yaşadığım tutukluk aslında sevinçtendi! Sanırım beni yanlış anlamıştı. “Ne o, sen Müslüman, ben Yahudiyim  diye birlikte dolaşamayacak mıyız?” “Aklımdan bile geçmedi böyle bir şey! Haydi çıkalım!”
Din kisvesi altında yaşanmış onca savaş, onca eziyet… 1578 yılında, başta tarafsız olan Amsterdam da katılmış Orange’lı William ve Protestan ordusuna. Utrecht Antlaşmasıyla 7 Kuzey Bölgenin birleştiğini açıklamışlar. Alterasyon dedikleri bu dönemde tüm Katolikleri kovup, enstitülerini dağıtmışlar. En sonunda Şarlken’in oğlu II. Felipe (II. Philip), bu birleşmiş bölgeleri tanımış. Bundan sonra Amsterdam’a büyük bir göçmen akını olmuş. Özellikle Anversli zengin tüccarlar ve Portekizli Yahudiler… Hepsi baskılardan kaçmaktaymış. Taa o günlerden efsanevi tolerans erdemini yakıştırmış kent kendine…

“Biliyor musun bu şehrin efsanevi bir özelliği vardır: Tolerans. Belki dünyadaki hiçbir başka kent bu derecede hoşgörülü değildir insana karşı. Öyle ki, hafif uyuşturucular bile serbesttir. Bir bakalım mı etrafa?” Hava kararmıştı ve biz çoktan Kırmızı Fener Mahallesi’nin yolunu tutmuştuk. Her ne kadar cam bölmeler ardında pazarladığı vücudundan kazandığından gerekli bölümü devlete vergi olarak ödeyip, hijyen koşullarının tümünü yerine getirse de, bir kadını böyle çıplak, geleni geçeni aleni olarak provoke eder şekilde görmek her ikimizi de etkilemişti… 

“Bu her yerde görünen VOC de neyin nesi?” O zamanlar bu soruya cevap verememiştim. Yıllar geçti. Artık cevabı biliyordum: Verenigde Oost-Indische Compagnie (Doğu Hindistan Kumpanyası). 16.yy sonundan beri Hollanda Donanması Uzak Doğu Asya ile ticaret yapmaktaydı. 1602’de ise birkaç ticaret şirketi güçlerini birleştirerek, bir ticaret monopolü kurma amacı ile Doğu Hindistan Kumpanyası adı altında bir araya gelmişlerdi. Egemenlik, savaş ve barış yapma yapma hususlarında son derece kuvvetli hakları varmış. Japonya, Doğu Hint Adaları, Seylan ve Tazmanya’da ticaret garnizonları kurmuşlar. 17.yy boyunca tasavvur edeilemez büyüklükte zenginliğin sahibi olmuşlardı. Hollanda için “Altın Çağ” denen dönemdi bu…

“Ne çirkin bir saray!” Dam Meydanı’ndaydık. Orijinalinde Belediye binası olarak inşa edilmiş olan 17.yy Koninklijk Sarayı için belki de kullanılabilecek en güzel sıfatı seçmişti Ady. Oysa düşüş döneminin belki de en acı örneği sarayın hikayesiyle verilebilirdi: Napolyon Bonapart’ın kardeşi Louis, şehir Fransızların eline geçtikten sonra burada kendini kral ilan etmişti ve kendi konumuna yakışabilecek tek yapının bu bina olduğuna karar kılarak burayı Kraliyet Sarayı olarak düzenletmişti. Kibri o kadar had safhadaydı ki, içeri döşeyeceği mobilyaları bile Fransa’dan getirtmişti… Çirkin Saray ona da fazla süre yar olmayacaktı… Ağabeyi Waterloo Savaşı’nda yenilince, mobilyaları alamadan ve arkasına bile bakmadan kaçacaktı Louis… Ancak bu Çirkin Saray bir kere yer etmişti beynimde, yıllar sonra Damrak Boyunca yürütüp meydana getirdiğim gruplara anlatım yapmadan önce hep bir gülümseme belirir suratımda...

Altın Çağ boyunca büyük başarılara imza atılmıştı. Daha sonra New York adını alacak New Amsterdam 1625’te kurulmuştu. Şehir nüfusu iki katına çıkmış, dikkatle eski merkezi içine alacak biçimde, at nalı şeklinde yapılan kanallarla yaşam alanı arttırılmıştı. 1642’de Abel Tasman, bugün Avustralya’ya ait olan Tazmanya’yı keşfetmişti. 1648’de Münster Antlaşması, İspanya ile devam eden 80 Yıl Savaşları’na son vermişti. Rembrant’ın atölyesinden daha sonra dünyanın tüm prestijli müzelerini süsleyecek eserler çıkmaktaydı. Ancak her çıkışın bir düşüşü vardı. İngiliz Donanması’nın yükselişi Hollanda’nın ipini çekmişti. 18.yy boyunca şehir, dev deniz komşusunun gölgesinde kalmıştı. Bir dönem de böyle kapanmıştı…

“Biliyor musun, bu iğrenç Hostel’de yarın akşam için yer yok. Yarın için başka bir hostele yer ayırttım, sabah erkenden gideriz.” O zamanlar benim için ne Rijks, ne Van Gogh, ne Denizcilik Müzesi, ne Concertgebouw Salonu, ne de diğer önemli anıtlar ve müzeler bir anlam ifade ediyorlardı… Sırtımızda, elimizde çantalarla yeni hostele gitmiştik. Süpermarketten yiyecek alıp, sokaklarda yemiştik. Henüz 8687 kazık çakılarak, 3 yapay ada üzerinde 1889’da inşa edildiğini bilmediğim Centraal Station’ın önünde kazılar başlamamıştı. Bizim gibi bir sürü genç, istasyon girişinde bağdaş kurmuş, kızlı erkekli (!) oturmaktaydı. Çok gençtik, cebimizde para olmadığı için yolda bize Afgan Macunu satmaya çalışan zencileri kibarca reddetmiştik. Kanal kıyılarında, Vondelpark’ta, Centraal Station önünde oturduğumuz o anların keyfini, hiçbir lüks mekan verememiştir daha sonra bana…! Ne güzeldi! Uykumuz yoktu ve yetişmemiz gereken bir yer de…
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK


AMSTERDAM: 19.yy iyi geldi şehre, ikinci yarısında toparladı kendini. 20.yy’da NATO, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve BENELUX gibi son derece önemli enstitülere kurucu üye olan Hollanda’nın başkenti olarak, eski anlı – şanlı tarihini arar şekilde, hala hoşgörülü, hala rahat…

ADY: Amsterdam’dan sonra bir dönem Avustralya’da, bir dönem Yeni Zelanda’da ve bir dönem de ABD’de yaşadı. Bir süre önce hayatının aşkıyla tanıştığına karar verdi. 2013 yılının Mayıs ayında bir kız çocuğuna dünyaya gelmesi için kapı oldu. (Yani kendisi böyle ifade etti) Hala İstanbul’a gidemedi…


IŞIL: Hayatı boyunca gezmeye devam etti ve etmekte. Amsterdam seyahatinden sonra harita okumayı öğrendi, hatta çok daha fazlasını… J Azmetti ve yıllar sonra Ady’yi buldu. 14 yıl aradan sonra Tel Aviv’de tekrar buluştuklarında, sokakta falafel yediler… Şu anda yakın arkadaşlar…

Buradan itibaren Bach'ın 9 Numaralı Piyano Konçertosunu dinliyoruz... İşte linki:

2 yorum: