“Hey Mr. Tambourine Man, play a song for me…
I’m not sleepy and there is no place I’m going to…” Bir yandan gitarını çalıyor, diğer yandan
boynuna sabitlediği bir demirin ucuna koyduğu mızıkasını üflüyor ve öte yandan
da ayağıyla bir pedala basıp gümlettiği davul eşliğinde şarkıyı söylüyordu.
Vondelpark’ta sıcak bir yaz günüydü, her yer bisikletliler, piknik yapanlar,
köpek gezdirenler, gençler ve marjinal tiplemelerle doluydu. Ömrümde ilk defa
böyle bir şeye tanık oluyordum. Aslında ömrümde de fazla yol almış değildim,
henüz 17 yaşındaydım… Bildiğim tek şey vardı: Uykum yoktu ve bir yere de
yetişmiyordum. Amsterdam’a yaptığım ilk yolculuk sonrasında hatırlayacağım tek
şey, yıllar sonra bile hala içimi acıtacak kadar güzel duygularla anacağım bir
nostalji hissi olacaktı.
Efsane der ki; iki Frisialı denizcinin, Ij
ile Amstel Nehri’nin birleştiği yerde tekneleri karaya oturmuş. İşte tam bu
noktadaymış, 13.yy’da şehrin kurulduğu yer. Bölgeye ilk yerleşenler, su
baskınlarından korumak için kendilerini, Amstel üzerinde bir baraj (dam)
kurmuşlar. Bundanmış bölgeye Amstelledamme denmesi. Zaman içinde Amsteldam ve
Amsterdam diye değişecekmiş ismi…
“Adın ne senin?” “Işıl, ya seninki?” “Ady.
Nerelisin?” “Türküm. İstanbul’dan, ya sen?” “Aman Tanrım! Biliyor musun, benim
babam İstanbul’da doğmuş. İsrail’in kuruluşundan sonra ise Tel Aviv’e göç
etmiş. İsrailliyim ben, hayatım boyunca İstanbul’a gitmek istemişimdir. Dışarı
çıkalım mı beraber?”
Onu bana Tanrı göndermişti. Aslında ailemden
aldığım izin Almanya’dan Utrecht’te geçen yılki yaz tatilimizde tanıştığım
Hollandalı aileyi ziyaret etmek içindi. Ne yol bilirdim, ne yordam. Ancak şunu
biliyordum ki, o aile onları ziyaret etmek istediğim günlerde yine tatilde
olacaktı. Fakat ben Amsterdam’ı görmek için yanıp tutuşuyordum. En sonunda
ailenin yokluğundan hiç bahsetmeden, sanki her şey yolundaymış gibi, beni
Frankfurt’tan Utrecht’e giden bir otobüse yerleştirmelerine izin verdim. Birkaç
saat sonra şoföre beni Amsterdam’a bırakması için 20 mark fazladan para öderken
bulacaktım kendimi…
1275 yılında yazılı dökümanlarda ilk defa
geçecekti şehrin adı. Kont V. Floris şehri vergiden muaf tuttuğunu bildiriyordu
bu belgede. 1300’lerin başında Oude Kerk (Eski Kilise) adlı ilk dini yapı
kendini göstermeye başlamıştı. Ticaret gelişmiş, çoktan zengin bir şehir olma
yolunu tutmuştu Amsterdam. 1428’de Burgonya Dükü İyi Philip’in yönetimine
geçmişti Amsterdam’ın da dahil olduğu tüm Alçak Topraklar…
Yolculuk boyunca arkamda üfleyip püflemişti.
Sonradan öğrenecektim, neredeyse 24 saattir yollardaydı. Upuzun saçlı ve
sarışındı Zagrebli genç. Peşine takıldım ancak kovalamak istedi beni. “Bak ben
sadece bu geceliğine buradayım, yarın İrlanda’ya geçeceğim. Seninle uğraşamam.”
“Ne olur, ben de seninle merkeze geleyim.” Sanırım acıdı bana, yolumuzu tayin
etmek için elime şehir haritası tutuşturdu. Önce çevirdim, düzden ve tersten
baktım. Aslında ne yapmam gerektiğini anlayamamıştım. Göz göze geldik bir an ve
kısaca gülüştük. Harita okumayı bilmiyordum henüz!
Miras yoluyla kendine geçen Alçak Toprakları,
evlilik yoluyla Habsburg İmparatoru Maximilian’ın topraklarıyla birleştirecekti
Burgonyalı Mary. Ömrü yetmemişti tarihin bir zaman sonra nasıl çığ gibi olaylar
silsilesini önüne katıp, bu kocaman imparatorluğu devleştirdiğini görmeye. 16. Yy’ın
ilk çeyreğinde torun Şarlken, bilinen tüm batı dünyası gibi Amsterdam’ın da
sahibi olacaktı. Ancak Hollandalılar çok da memnun hissetmeyeceklerdi kendilerini
bu hakimiyetten… Bir diğer yandan Protestanlık yayılmaktaydı. Katolik egemen
sınıf, korkunç eziyet etmekteydi Protestan güruha. Bu ikilem o kadar derin
boyutlara ulaşacaktı ki, en sonunda 80 Yıl Savaşları’na sebebiyet verecekti.
16 kişilik bir yatakhanede, birer döşek
kiraladık kendimize. Kız – erkek karışık kalıyorduk. Duşların kapısı bile
yoktu, yatakhane arkadaşlarımın kıçlarını görmek ilginç bir sürpriz olmuştu
benim için. İşte tam da o sırada gelip kendini tanıtmıştı Ady. Dışarı çıkalım
mı diye sorduğunda yaşadığım tutukluk aslında sevinçtendi! Sanırım beni yanlış
anlamıştı. “Ne o, sen Müslüman, ben Yahudiyim diye birlikte dolaşamayacak mıyız?” “Aklımdan
bile geçmedi böyle bir şey! Haydi çıkalım!”
Din kisvesi altında yaşanmış onca savaş, onca
eziyet… 1578 yılında, başta tarafsız olan Amsterdam da katılmış Orange’lı
William ve Protestan ordusuna. Utrecht Antlaşmasıyla 7 Kuzey Bölgenin
birleştiğini açıklamışlar. Alterasyon dedikleri bu dönemde tüm Katolikleri kovup,
enstitülerini dağıtmışlar. En sonunda Şarlken’in oğlu II. Felipe (II. Philip),
bu birleşmiş bölgeleri tanımış. Bundan sonra Amsterdam’a büyük bir göçmen akını
olmuş. Özellikle Anversli zengin tüccarlar ve Portekizli Yahudiler… Hepsi
baskılardan kaçmaktaymış. Taa o günlerden efsanevi tolerans erdemini yakıştırmış
kent kendine…
“Biliyor musun bu şehrin efsanevi bir
özelliği vardır: Tolerans. Belki dünyadaki hiçbir başka kent bu derecede
hoşgörülü değildir insana karşı. Öyle ki, hafif uyuşturucular bile serbesttir.
Bir bakalım mı etrafa?” Hava kararmıştı ve biz çoktan Kırmızı Fener Mahallesi’nin
yolunu tutmuştuk. Her ne kadar cam bölmeler ardında pazarladığı vücudundan
kazandığından gerekli bölümü devlete vergi olarak ödeyip, hijyen koşullarının
tümünü yerine getirse de, bir kadını böyle çıplak, geleni geçeni aleni olarak
provoke eder şekilde görmek her ikimizi de etkilemişti…
“Bu her yerde görünen
VOC de neyin nesi?” O zamanlar bu soruya cevap verememiştim. Yıllar geçti.
Artık cevabı biliyordum: Verenigde Oost-Indische Compagnie (Doğu Hindistan
Kumpanyası). 16.yy sonundan beri Hollanda Donanması Uzak Doğu Asya ile ticaret
yapmaktaydı. 1602’de ise birkaç ticaret şirketi güçlerini birleştirerek, bir
ticaret monopolü kurma amacı ile Doğu Hindistan Kumpanyası adı altında bir
araya gelmişlerdi. Egemenlik, savaş ve barış yapma yapma hususlarında son
derece kuvvetli hakları varmış. Japonya, Doğu Hint Adaları, Seylan ve Tazmanya’da
ticaret garnizonları kurmuşlar. 17.yy boyunca tasavvur edeilemez büyüklükte
zenginliğin sahibi olmuşlardı. Hollanda için “Altın Çağ” denen dönemdi bu…
“Ne çirkin bir saray!” Dam Meydanı’ndaydık. Orijinalinde
Belediye binası olarak inşa edilmiş olan 17.yy Koninklijk Sarayı için belki de
kullanılabilecek en güzel sıfatı seçmişti Ady. Oysa düşüş döneminin belki de en
acı örneği sarayın hikayesiyle verilebilirdi: Napolyon Bonapart’ın kardeşi
Louis, şehir Fransızların eline geçtikten sonra burada kendini kral ilan
etmişti ve kendi konumuna yakışabilecek tek yapının bu bina olduğuna karar
kılarak burayı Kraliyet Sarayı olarak düzenletmişti. Kibri o kadar had
safhadaydı ki, içeri döşeyeceği mobilyaları bile Fransa’dan getirtmişti… Çirkin
Saray ona da fazla süre yar olmayacaktı… Ağabeyi Waterloo Savaşı’nda yenilince,
mobilyaları alamadan ve arkasına bile bakmadan kaçacaktı Louis… Ancak bu Çirkin
Saray bir kere yer etmişti beynimde, yıllar sonra Damrak Boyunca yürütüp
meydana getirdiğim gruplara anlatım yapmadan önce hep bir gülümseme belirir
suratımda...
Altın Çağ boyunca büyük başarılara imza
atılmıştı. Daha sonra New York adını alacak New Amsterdam 1625’te kurulmuştu.
Şehir nüfusu iki katına çıkmış, dikkatle eski merkezi içine alacak biçimde, at
nalı şeklinde yapılan kanallarla yaşam alanı arttırılmıştı. 1642’de Abel
Tasman, bugün Avustralya’ya ait olan Tazmanya’yı keşfetmişti. 1648’de Münster
Antlaşması, İspanya ile devam eden 80 Yıl Savaşları’na son vermişti. Rembrant’ın
atölyesinden daha sonra dünyanın tüm prestijli müzelerini süsleyecek eserler
çıkmaktaydı. Ancak her çıkışın bir düşüşü vardı. İngiliz Donanması’nın
yükselişi Hollanda’nın ipini çekmişti. 18.yy boyunca şehir, dev deniz
komşusunun gölgesinde kalmıştı. Bir dönem de böyle kapanmıştı…
“Biliyor musun, bu iğrenç Hostel’de yarın
akşam için yer yok. Yarın için başka bir hostele yer ayırttım, sabah erkenden
gideriz.” O zamanlar benim için ne Rijks, ne Van Gogh, ne Denizcilik Müzesi, ne
Concertgebouw Salonu, ne de diğer önemli anıtlar ve müzeler bir anlam ifade
ediyorlardı… Sırtımızda, elimizde çantalarla yeni hostele gitmiştik.
Süpermarketten yiyecek alıp, sokaklarda yemiştik. Henüz 8687 kazık çakılarak, 3
yapay ada üzerinde 1889’da inşa edildiğini bilmediğim Centraal Station’ın
önünde kazılar başlamamıştı. Bizim gibi bir sürü genç, istasyon girişinde
bağdaş kurmuş, kızlı erkekli (!) oturmaktaydı. Çok gençtik, cebimizde para
olmadığı için yolda bize Afgan Macunu satmaya çalışan zencileri kibarca
reddetmiştik. Kanal kıyılarında, Vondelpark’ta, Centraal Station önünde oturduğumuz
o anların keyfini, hiçbir lüks mekan verememiştir daha sonra bana…! Ne güzeldi!
Uykumuz yoktu ve yetişmemiz gereken bir yer de…
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK
AMSTERDAM: 19.yy iyi geldi şehre, ikinci
yarısında toparladı kendini. 20.yy’da NATO, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve
BENELUX gibi son derece önemli enstitülere kurucu üye olan Hollanda’nın
başkenti olarak, eski anlı – şanlı tarihini arar şekilde, hala hoşgörülü, hala
rahat…
ADY: Amsterdam’dan sonra bir dönem Avustralya’da,
bir dönem Yeni Zelanda’da ve bir dönem de ABD’de yaşadı. Bir süre önce
hayatının aşkıyla tanıştığına karar verdi. 2013 yılının Mayıs ayında bir kız
çocuğuna dünyaya gelmesi için kapı oldu. (Yani kendisi böyle ifade etti) Hala
İstanbul’a gidemedi…
IŞIL: Hayatı boyunca gezmeye devam etti ve
etmekte. Amsterdam seyahatinden sonra harita okumayı öğrendi, hatta çok daha
fazlasını… J Azmetti ve yıllar sonra Ady’yi buldu. 14 yıl
aradan sonra Tel Aviv’de tekrar buluştuklarında, sokakta falafel yediler… Şu
anda yakın arkadaşlar…
Buradan itibaren Bach'ın 9 Numaralı Piyano Konçertosunu dinliyoruz... İşte linki:
sss
YanıtlaSilThis is really a good blog. I Bookmarked it. Bangalore to Thiruvalla Changanassery Relocation also Bangalore Karnataka to Kerala Moving service
YanıtlaSil