Akdeniz, Mediterraneo, Mare Nostrum… İki
toprak arasındaki deniz… O iki toprağın her köşesinden aşkla bakmıştım ben de
hayatım boyunca bu denize, ancak Opatija’da bilindik Akdeniz kültüründen
farklı, kendine özgü bir hava vardı. Sanki yanı başına deniz konmuş bir
Avusturya şehrine benziyordu! Aslında bu benzerlik kesinlikle rastlantısal
değildi zira Scarpa’nın villasından sonra, zengin Rijeka şehrinin kalburüstü
kesimi birer birer villalarını kondurmaya başlamıştı sahil kesimine. O zamanlar
bu topraklar Avusturya İmparatorluğu’na dahildi, mimariye de aynı zevkin
sinmesi çok doğaldı…
“Bakın, şehrimiz Opatija’daki yapıların çoğu
Avusturya döneminde inşa edildiği için 100-150 yıllık geçmişleri vardır. Bir sayfiye
yeri olarak her ne kadar Birinci Dünya
Savaşı öncesi tadını yansıtsak da, aslında ziyaretçilerin önemli bir kısmı da
şehrin karizmatik bir duruşu olduğunda hemfikir. Bizim şehrimiz İstria
Yarımadası’na giriş kapısı niteliğindedir. Coğrafi olarak yarımadada
bulunmamıza rağmen, idari olarak farklı bölgeye bağlıyız.”
Çok doğru söylüyordu! Opatija demiryolu ile
Viyana’ya bağlandıktan sonra, pıtrak gibi lüks oteller de açılmaya başlamıştı
şehirde. Öyle ki başta Kraliyet Ailesi olmak üzere Viyana’nın asilzadeleri yaz
aylarını geçirmek üzere bu lüks otelleri doldurmaya başlamışlardı. Adriyatik’te
açılan ilk yat klubü olan Union Yacht Club Quarnero 1886 yılında faaliyete
geçmişti. Bugünün Kvarner Oteli 1884’te Hotel Quarnero adıyla açılan ilk işletmeydi.
Ondan bir yıl sonra prenses Stephanie’nin adını taşıyan otel açıldığında, hem
prenses hem de eşi Habsburg veliahtı Rudolf (adı henüz Mayerling faciasına
karışmamıştı) orada hazır bulunacaklardı. İmparator Franz Joseph bölgenin
müdavimlerindendi. Özellikle soğuk kış aylarında sığındığı bir yerdi burası.

Toprak özelliklerine göre üç rengin adını alan
bölgelere ayrılmıştı İstria. Kireçtaşının yoğun olduğu yere Beyaz İstria,
toprağın grimtırak olduğu ve genelde hayvancılık yapılıp, meyve yetiştirilen
yere Gri İstria, batı bölgesinde toprağın kırmızımtırak tonlara büründüğü,
zeytin ve üzüm yetiştirilen alana da Kırmızı İstria demişlerdi. Benim için en
güzel bölgesi Kırmızı olanıydı… Üzüm ve zeytin, Akdenizliliğin en kuvvetli
simgeleri…
“Kış Olimpiyatlarının yapıldığı Torino’dan
100 km kuzeydeyiz. Kanada şehri Ottawa’dan da 100km daha kuzeydeyiz. Tanrının
bize bahşettiği bir lütuftur havası, toprağı, suyu bu coğrafyanın, bu kadar
kuzey enlemlere karşın leziz zeytinyağları üretiriz biz burada. Yerel
ürünlerimiz arasında, tepe köylerinde üretilen ve parmak ısırtan
proscuittolarımız da bulunmaktadır. Yol kenarında gördüğünüz standlarda
satıcılar elleriyle yaptıkları bal, armut, keçiboynuzu ve üzüm grappalarını
satarlar. Ancak en enteresan ürünümüz truffe mantarıdır. Son derece makbul bir
yiyecek türü olan bu mantarın aromalı bir kokusu vardır ve yerden birkaç
santim ila bir metre arası değişen derinlikte bulunurlar. O yüzden biz bu
mantarı köpeklerle ararız. Bu köpekler 4-5 yıl süren bir eğitimden geçtikten
sonra, konularında uzmanlaşırlar. Siyah ve beyaz olan iki türü vardır, beyaz
truffe sezonu 15 Eylül – 15 Kasım arasıdır ve kilosu yaklaşık 3800 Euro’dan
satılır. Siyah truffe sezonu 6-10 ay arasıdır ve o yüzden daha ucuzdur. Köylülerimizden Zigante adlı bir bey 1999
yılında tam 1310 gramlık bir mantar bulmuştur ve böylelikle Guinness Rekorlar
kitabına geçmiştir.”
“Yarımadamızın batısı hep Venedik etkisindeydi,
doğusu ise Avusturya. O yüzden Hırvatça yanında İtalyanca batıdaki ikinci
dildir. Opatija ne kadar Avusturyalıysa, batıda ziyaret edeceğimiz Porec ve
Rovinj de o kadar Adriyatiklidir. İlginç olaylara da sahne olmuştur özünde
sakin olan topraklarımız. Jules Verne ünlü eseri Mathias Sandorf’ta yarımadamızın
tam ortasındaki Pazin’den bahseder. Sandorf buradaki kaleden kaçarak tüm
Akdeniz’e yayılan destansı macerasına başlayacaktır. Güzelliği dillere destan
Lim Kanalımızda ünlü korsan Henry Morgan’ın zamanında bir hazine sakladığına
inanılır. En ilginç olaylardan biri ise, Napolyon 1797’de Venedik’i işgal
ettiğinde, dini değerlerinin Fransız Devrimi’nin hışmına uğramasından korkan Venediklilerin,
300 kadar azizin röliklerini 1818 yılında buraya getirmiş olmalarıdır. Vodnjan
Mumyaları olarak bilinen bu rölikler St. Blaise Kilisesinde görülebilirler.”
Anlattıkça anlatıyordu Livio, tüm iyi rehberler
gibi konuşmasını çok seviyordu. Biliyorum uzun uzun 6.yy’da yapılmış UNESCO’nun
Kültür Mirası Listesindeki Euphrasia Basilikası’ndan da bahsedecekti. Pula
şehrinin Romalı geçmişinin ve ünlü amfi tiyatrosunun da bahsini edecekti… Ve
hatta Pula’da James Joyce’un bir dönem İngilizce öğretmenliği yaptığından bile
dem vuracaktı bir kafe önüne konmuş heykelinin önünden geçerken. Bense yine
dalmış çok da uzağımızda olmayan Brijuni Adaları’nı düşünmekteydim… 1893’te ünlü Viyanalı iş adamı Paul
Kupelwieser, aynen Opatija örneğinde olduğu gibi bir süper lüks sayfiye yerine
çevirmişti bu takımadaları. 1983 yılında Doğal Park alanı olarak yeniden
düzenlenmesi öncesine kadar da bu şaşalı yaşamın set alanı olmaya devam
edecekti. Buraların son efendisi eski Yugoslavya’nın ünlü başkanı Josip Broz
Tito’ydu. Soğuk Savaş sırasında, Dönemin başkanları olan Mısır’ın Nasser’i ve
Hindistan’ın Nehru’su ile 1956 yılında Brijuni’de toplanıp, tam da burada Bağlantısızlar
Hareketi’nin temellerini atmıştı. Hiçbir güç bloğuna dahil veya hariç
olmayacaklardı… Tito’yu bu adalarda 100’ün üzerinde ülke başkanı ziyaret
etmişti. Aralarında John F. Kennedy de vardı. Sadece başkanlar mı, Tito’nun
verdiği çılgın patilerin davetlileri arasında Sofia Loren, Elizabeth Taylor
gibi dilberler de varmış… Başta söylediğimiz gibi, bir defa aşkla kutsanmıştı
bu topraklar ve onun gücünden kimse kaçamıyordu… başkan bile olsa…
BENGİ IŞIL
GÖKTÜRK
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder