23 Aralık 2013 Pazartesi

ÜZERİNE AŞK SİNMİŞ TOPRAKLAR: İSTRİA YARIMADASI

“Şehrimizin modern tarihi, Rijeka’lı son derece zengin tüccar Iginio Scarpa’nın, merhum eşinin adını verdiği Villa Angiolina’yı yaptırmasıyla başlar. Aşk sinmiştir ta o zamanlardan bu topraklara, bir daha hiç geri gelmeyecek olana karşı duyulan sonsuz bir aşk… Bay Scarpa’nın bir diğer tutkusu da doğaya karşıymış, 1844’te inşa ettirdiği Villa’nın bahçesini Uzak Doğu’dan, Güney Amerika’dan, Avustralya’dan ve dünyanın diğer yerlerinden gelen bitki ve ağaçlarla donatmış.”

Akdeniz, Mediterraneo, Mare Nostrum… İki toprak arasındaki deniz… O iki toprağın her köşesinden aşkla bakmıştım ben de hayatım boyunca bu denize, ancak Opatija’da bilindik Akdeniz kültüründen farklı, kendine özgü bir hava vardı. Sanki yanı başına deniz konmuş bir Avusturya şehrine benziyordu! Aslında bu benzerlik kesinlikle rastlantısal değildi zira Scarpa’nın villasından sonra, zengin Rijeka şehrinin kalburüstü kesimi birer birer villalarını kondurmaya başlamıştı sahil kesimine. O zamanlar bu topraklar Avusturya İmparatorluğu’na dahildi, mimariye de aynı zevkin sinmesi çok doğaldı…

“Bakın, şehrimiz Opatija’daki yapıların çoğu Avusturya döneminde inşa edildiği için  100-150 yıllık geçmişleri vardır. Bir sayfiye yeri olarak  her ne kadar Birinci Dünya Savaşı öncesi tadını yansıtsak da, aslında ziyaretçilerin önemli bir kısmı da şehrin karizmatik bir duruşu olduğunda hemfikir. Bizim şehrimiz İstria Yarımadası’na giriş kapısı niteliğindedir. Coğrafi olarak yarımadada bulunmamıza rağmen, idari olarak farklı bölgeye bağlıyız.”

Çok doğru söylüyordu! Opatija demiryolu ile Viyana’ya bağlandıktan sonra, pıtrak gibi lüks oteller de açılmaya başlamıştı şehirde. Öyle ki başta Kraliyet Ailesi olmak üzere Viyana’nın asilzadeleri yaz aylarını geçirmek üzere bu lüks otelleri doldurmaya başlamışlardı. Adriyatik’te açılan ilk yat klubü olan Union Yacht Club Quarnero 1886 yılında faaliyete geçmişti. Bugünün Kvarner Oteli 1884’te Hotel Quarnero adıyla açılan ilk işletmeydi. Ondan bir yıl sonra prenses Stephanie’nin adını taşıyan otel açıldığında, hem prenses hem de eşi Habsburg veliahtı Rudolf (adı henüz Mayerling faciasına karışmamıştı) orada hazır bulunacaklardı. İmparator Franz Joseph bölgenin müdavimlerindendi. Özellikle soğuk kış aylarında sığındığı bir yerdi burası.

“Buradaki en eski yapı 14.yy’a tarihlenen bir Benedikten Manastırıdır: Opatija St. Jakova. Opatija manastır anlamına gelmektedir. Şimdi artık yarımadayı gezmeye başlayacağız sizlerle. Bu üçgen şeklindeki toprak üç ülke arasında paylaşılır: Hırvatistan, Slovenya ve İtalya ancak %89’luk payla Hırvatistan bölgenin büyük çoğunluğuna sahiptir. Doğumuzda Kvarner Körfezi kalır ki, Romalılar zamanında bu körfezi “Mare Quartino” yani Dört Deniz olarak adlandırmışlar. Hemen karşılarında duran Krk ve Cres Adalarının denizi dört parçaya ayırdıklarını düşünmüş olmalılar… Batımızda ise Trieste Körfezi bulunur. İstria ismi, bazı tarihçilerin farklı lehçesi olan İliryalı bir kavim olarak nitelendirdikleri Histrilerden gelir.”

Toprak özelliklerine göre üç rengin adını alan bölgelere ayrılmıştı İstria. Kireçtaşının yoğun olduğu yere Beyaz İstria, toprağın grimtırak olduğu ve genelde hayvancılık yapılıp, meyve yetiştirilen yere Gri İstria, batı bölgesinde toprağın kırmızımtırak tonlara büründüğü, zeytin ve üzüm yetiştirilen alana da Kırmızı İstria demişlerdi. Benim için en güzel bölgesi Kırmızı olanıydı… Üzüm ve zeytin, Akdenizliliğin en kuvvetli simgeleri…

“Kış Olimpiyatlarının yapıldığı Torino’dan 100 km kuzeydeyiz. Kanada şehri Ottawa’dan da 100km daha kuzeydeyiz. Tanrının bize bahşettiği bir lütuftur havası, toprağı, suyu bu coğrafyanın, bu kadar kuzey enlemlere karşın leziz zeytinyağları üretiriz biz burada. Yerel ürünlerimiz arasında, tepe köylerinde üretilen ve parmak ısırtan proscuittolarımız da bulunmaktadır. Yol kenarında gördüğünüz standlarda satıcılar elleriyle yaptıkları bal, armut, keçiboynuzu ve üzüm grappalarını satarlar. Ancak en enteresan ürünümüz truffe mantarıdır. Son derece makbul bir yiyecek türü olan bu mantarın aromalı bir kokusu vardır ve yerden birkaç santim ila bir metre arası değişen derinlikte bulunurlar. O yüzden biz bu mantarı köpeklerle ararız. Bu köpekler 4-5 yıl süren bir eğitimden geçtikten sonra, konularında uzmanlaşırlar. Siyah ve beyaz olan iki türü vardır, beyaz truffe sezonu 15 Eylül – 15 Kasım arasıdır ve kilosu yaklaşık 3800 Euro’dan satılır. Siyah truffe sezonu 6-10 ay arasıdır ve o yüzden daha ucuzdur.  Köylülerimizden Zigante adlı bir bey 1999 yılında tam 1310 gramlık bir mantar bulmuştur ve böylelikle Guinness Rekorlar kitabına geçmiştir.”

O anlattıkça ben acıkmaya başlıyordum. Birazdan varacağımız ve tüm Akdeniz’deki en favori yerlerimden Rovinj’de yiyeceğim öğle yemeğinin hayallerine dalmıştım. Yanında İstria’nın hangi güzel şarabından içebilirim diye düşünüyordum: Yarımada’ya özgü kırmızı Teran mı, yoksa kıyı kesimi coğrafyasının vazgeçilmez beyazı Malvasia mı? “Bu sıcakta beyaz tercih etsen daha iyi olacak…” Eufemia’ydı konuşan. Sarı saçları ve masum yüzüyle gülümsüyordu bana Kadıköylü hemşerim. “Birazdan Rovinj’de sizin lahtinizin olduğu iddia edilen kilisede ziyaretinize gelecektim ben de Sayın Azize. Öneriniz için çok teşekkür ederim!” “Anlat onlara ne olur, o Hırvat rehber iyi bilmez. Sen hep götürdün grupları Kadıköy’de benim adıma ithaf edilmiş kiliseye. Her gün binlerce kişi geçer önünden o kilisenin ancak kimse bilmez adımı. Kimse hatırlamaz 16 Eylül 303’te pagan Romalılar tarafından nasıl hunharca öldürüldüğümü sırf inancım yüzünden. Ben Kadıköylü Eufemia, şehit edildim doğduğum topraklarda ama kimse anmaz adımı oralarda… “ Azize haklıydı. O İstanbul’umuzun biricik koruyucusuydu ancak 800 yılında Rovinj’deki kilise çanlarının denizde yüzen bir lahti haber etmesiyle, o lahtin içinden çıkıp, gelişini haber vermişti köylülere. Bu efsaneye temel olarak Konstantinopolis’te baş gösteren ikonakırıcılık dönemini kabul etseler de, ben azizenin röliklerinin hala İstanbul’daki Aya Yorgi kilisesinde olduğuna inanıyordum. “Merak etmeyin sayın Azize, anlatacağım hikayenizi… Bu arada buralarda uzun yüzyıllar kaldığınız için soruyorum, aklınızda güzel bir malvasia üreticisi var mı?”

“Yarımadamızın batısı hep Venedik etkisindeydi, doğusu ise Avusturya. O yüzden Hırvatça yanında İtalyanca batıdaki ikinci dildir. Opatija ne kadar Avusturyalıysa, batıda ziyaret edeceğimiz Porec ve Rovinj de o kadar Adriyatiklidir. İlginç olaylara da sahne olmuştur özünde sakin olan topraklarımız. Jules Verne ünlü eseri Mathias Sandorf’ta yarımadamızın tam ortasındaki Pazin’den bahseder. Sandorf buradaki kaleden kaçarak tüm Akdeniz’e yayılan destansı macerasına başlayacaktır. Güzelliği dillere destan Lim Kanalımızda ünlü korsan Henry Morgan’ın zamanında bir hazine sakladığına inanılır. En ilginç olaylardan biri ise, Napolyon 1797’de Venedik’i işgal ettiğinde, dini değerlerinin Fransız Devrimi’nin hışmına uğramasından korkan Venediklilerin, 300 kadar azizin röliklerini 1818 yılında buraya getirmiş olmalarıdır. Vodnjan Mumyaları olarak bilinen bu rölikler St. Blaise Kilisesinde görülebilirler.”

Anlattıkça anlatıyordu Livio, tüm iyi rehberler gibi konuşmasını çok seviyordu. Biliyorum uzun uzun 6.yy’da yapılmış UNESCO’nun Kültür Mirası Listesindeki Euphrasia Basilikası’ndan da bahsedecekti. Pula şehrinin Romalı geçmişinin ve ünlü amfi tiyatrosunun da bahsini edecekti… Ve hatta Pula’da James Joyce’un bir dönem İngilizce öğretmenliği yaptığından bile dem vuracaktı bir kafe önüne konmuş heykelinin önünden geçerken. Bense yine dalmış çok da uzağımızda olmayan Brijuni Adaları’nı düşünmekteydim…  1893’te ünlü Viyanalı iş adamı Paul Kupelwieser, aynen Opatija örneğinde olduğu gibi bir süper lüks sayfiye yerine çevirmişti bu takımadaları. 1983 yılında Doğal Park alanı olarak yeniden düzenlenmesi öncesine kadar da bu şaşalı yaşamın set alanı olmaya devam edecekti. Buraların son efendisi eski Yugoslavya’nın ünlü başkanı Josip Broz Tito’ydu. Soğuk Savaş sırasında, Dönemin başkanları olan Mısır’ın Nasser’i ve Hindistan’ın Nehru’su ile 1956 yılında Brijuni’de toplanıp, tam da burada Bağlantısızlar Hareketi’nin temellerini atmıştı. Hiçbir güç bloğuna dahil veya hariç olmayacaklardı… Tito’yu bu adalarda 100’ün üzerinde ülke başkanı ziyaret etmişti. Aralarında John F. Kennedy de vardı. Sadece başkanlar mı, Tito’nun verdiği çılgın patilerin davetlileri arasında Sofia Loren, Elizabeth Taylor gibi dilberler de varmış… Başta söylediğimiz gibi, bir defa aşkla kutsanmıştı bu topraklar ve onun gücünden kimse kaçamıyordu… başkan bile olsa…

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK
                                            

                                        






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder