28 Aralık 2013 Cumartesi

VERDİ WAGNER’E KARŞI, BİR VERONA BALADI

Maestro, hangisini söylemek sizin için daha iyi olurdu: “Keşke yapmasaydım” mı, yoksa “Acaba yapsaydım” mı?

 “Benim hayatımda ‘keşke yapmasaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep sezgiyle, yürekle özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en çok sevilen romantik trajedileri ‘La Traviata ve Rigoletto’ bana ait, yine Shakespeare etkili Macbeth, Otello ve Fallstaff adlı dramalar da benim eserlerim. Ancak o berbat yıl sonrası sipariş edilen komik operayı hiç yazmamalıydım! İlk operam olan Oberto 17 Kasım 1839’da La Scala’da ilk defa sahnelenmişti ve çok büyük başarı kazanmıştı. Bu benim tarihe geçtiğim gündü. Aslında  hayatımın büyük trajedisi başlamıştı: Hem oğlumu hem de kızımı daha ikinci yaşlarına basmadan teşhisi konulamayan bir hastalık yüzünden kaybetmiştim… Daha ‘artık çocuklarımın olmadığı’ fikrine alışamadan, taparcasına sevdiğim eşim Margherita’yı da bir beyin hastalığından dolayı kaybettim. Artık ailem yoktu. Tüm bunların üzerine sipariş almış olduğum komik opera ‘Bir Günlük Kral’ ilk temsilinden sonra yuhalanarak, fiyaskoyla sonuçlanmıştı… O dönem başarı hırsıma yenik düşmemeliydim, hayatımın en büyük keşkesi o dönemleri düşündüğümde belirir aklımda: Keşke aileme daha fazla vakit ayırsaydım…”

“Benim hayatımda ‘acaba yapsaydım’lar ağır basar. Kişiliğimi de müziğimi de hep akılla, beyinle özdeşleştirdiler benim. Opera tarihinin en zor seyredilen dört serilik ‘Der Ring des Nibelungen’ bana ait, bazen modern müziğin başlangıcı olarak kabul edilen Tristan und Isolde  de yine benim eserim. Hayatta canım ne istediyse, aklıma ne estiyse onu yaptım ben. Son derece net ve keskin bir insandım, başkalarının benim hakkımda ne düşündükleri asla umurumda olmadı. Ben dünyada eşi benzeri olmayan bir yetenektim ve hatta diyebilirim ki; yetenek mevzu bahis olduğunda kimse bana yaklaşamazdı… Belki benden birkaç ay sonra doğmuş o romantik İtalyan biraz yaklaşabilirdi ancak o kadar! Asla benim son derece entelektüel müziğimin yanından bile geçemezdi. Bazen düşünmüyor değilim, ‘acaba’ mesela: Minna ile evli olmama rağmen, hep bana destek olmuş, beni takdir etmiş beyefendilerin karılarıyla aldatmasaydım onu? Acaba o bana ilham veren güzel kadınların koyunlarına girmeseydim? Ben de sıradan bir erkek olsaydım eşine her daim sadık, dostlarının kadınlarına göz koymayan? Asla olmaz! Nasıl besteleyecektim o harikulade operaları? Güzellikti bana ilham veren ve güzelliğin sahibi başkası olamazdı. Çünkü operalarımda size verdiğim o güç ve tutku hissi ile kendinden emin olma durumu ancak tüm o güzelliklerin kayıtsız şartsız bana ait olmasıyla mümkündü!”

“La Scala konusunda çok hassastım. Aslında müziğe olan yeteneğim ben çok küçük yaşlardayken keşfedilmişti. Keşke babam konuyla ilgili daha ciddi girişimlerde bulunsaymış. 19 yaşında Milano Konservatuarına başvurduğumda beni almamalarının en büyük nedeni yaş haddiydi bence. Üzerine beni La Scala’da yuhaladıklarında gerçekten çok üzüldüm… Oysa aslında seyirci daha sonra alkış ve takdir konusunda son derece cömert davranmıştı bana. Olsun, bir kere darılmıştım ben ve bu dargınlık hayat boyunca ara ara hissettirdi kendini bana… Oysa başarısızlıktır, bazen de insanları başarıya götüren, keşke hiç darılmasaydım!

Ben, son derece köklü ve oturmuş İtalyan kültüründen geliyordum. Kökenleri Antik Roma’ya, Katolik Kilisesi ayinlerine ve Rönesans’a kadar uzanıyordu. Bizim için en ciddi gelenek “Grand Opera”ydı. Aslolan ‘bel canto’ yani iyi şarkı söylemekti. Operalarımı yazarken aklımda her rol için mutlaka bir isim olurdu. Sanatçılara göre yazardık eserlerimizi. Biliyorum o kendini beğenmiş Alman bu gelenekten tiksiniyordu. Onun için opera ‘Gesamtkunstwerk’ yani ‘birleşik sanat eseri’ adını verdiği bir müzik, şiir, dans gibi tüm sanatların  harmanıydı. Benim için opera eğlenmek içindi: İnsanlar gelir; sanatçı aryasını söyler, en yüksek notaya ulaşır ve alkışlanırdı… Onun içinse, insanların son derece geniş kapsamlı  artistik bir olayı izlemek amacıyla bir araya geldikleri sosyal bir ritüeldi… ”

“Babamı çok küçük yaşta kaybetmişim. Annemin onun yerine evlendiği ressam bozuntusu da genç yaşta öldü. Biz dokuz kardeşten çoğumuz sahne, müzik ve oyunculukla ilgilendik. 15 yaşına kadar müzikle ilgili herhangi bir gelişme göstermedim. Ancak o ilk gençlik yıllarımdan itibaren ışık hızıyla yeteneğimi göstermeye başladım. Acaba çok küçük yaşlardan itibaren müzik hayatımda olsaymış, daha çok eserim olur muydu? Sanmam! Çocuk yaşta sadece çok iyi eğitim almış insanların anlayabileceği çapta olan müziğimin hakkını veremezdim. Tam zamanında başlamıştım.

Ben yüksek kültürünü ancak 18.yy’da oturtabilmiş Alman ekolünden geliyordum. Bu kültür ilkin barok çağın dâhileri Bach ve Handel ile kendini göstermiş, daha sonra Gluck, Hayden ve Mozart gibi klasikçilerle iyice yükselmişti. Kültürümüzde devamlı olarak gelişen entelektüel, diplomatik ve ekonomik etkiler, ortak kimliğimizin oturmasında ve Germenik ülkelerin  kültürel devrimin merkezi olmalarında önemli bir rol oynamıştır. Benim müziğim ise tüm bu gelişmeleri ve Alman yüksek kültürünü taçlandırmıştır! Acaba ben ve müziğim olmasa, ulusal kimliğini yeni oturtmuş ve ulusal birliğine yeni kavuşmuş Birleşik Almanya bu kadar yüksek telden temsil edebilecek miydi kendini?”

“Böylesine kadim geçmişi olan bir kültürün, ulusal birliğine bu kadar geç ulaşmasına hep şaşırmışımdır aslında. Yeniden yükseliş adını verdiğimiz ‘Risorgimento’ dönemi boyunca Nabucco’daki ‘Va Pensiero’  aryasının bir özgürlük sembolü haline gelmesi hayatım boyunca gurur vermiştir bana. Suriye ve Babil Kralı Nabuccodonosor’un Filistin’i boyunduruk altına almasıyla, o dönemler Avusturya boyunduruğu altında yaşayan İtalyanlar kendilerini özdeşleştirmişlerdi. Esirler korosu tarafından söylenen ‘Va Pensiero’ adeta bir devrim marşı haline gelmişti ve ben de bir devrim kahramanı…”

"Acaba aşırı milliyetçi olmasaydım ve bu yüzden 12 yıl İsviçre’de sürgünde yaşamak zorunda kalmasaydım daha üretken olabilir miydim? Sanmam! Benim için Almanya, Alman Kültürü ve saf ırk kavramı her şeyden önce geliyordu. ‘Die Meistersinger von Nürnberg’ adlı eserimin sonunda açıkça belli ettim bunu. Anti-semitik düşüncelerimden dolayı da bir çok insan benden nefret ediyordu. Düşünmüyor da değildim acaba Parsifal’de bu kadar belli etmese miydim diye hislerimi? Ancak ben Yahudilerden arınmış bir Almanya istiyordum, bunu da mutlaka söylemem gerekiyordu…!”

“Ömrümün en önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün ve para bahşetmişti hayat bana. Milano’da emekli müzisyenler için bir huzurevi açtım. Bugün Casa Verdi olarak bilinen bu evin kapısı yaşlı müzisyenlere hala açıktır… Ben öldükten sonra tüm İtalya yasa büründü ve birden birisi mırıldanmaya başladı, ardından bir başkası, öbürü ve öteki derken kitlelerin dudaklarından şu mısralar dökülmeye başladı cenaze törenimde: Va’, pensiero, sull’ali dorate; Va, ti posa sui clivi, sui colli, ove olezzano tepide e molli l’aure dolci del suolo natal! (Uçun hayallerim, yükselin altın kanatlarla. Gidin oturun tatlı rüzgarların taze toprak kokusu taşıdığı, anavatan bayırlarına, tepelerine…)”

“Ömrümün en önemli amacını gerçekleştirecek kadar ün  bahşetmişti hayat bana ancak paradan yoksun bırakmıştı beni. Bayreuth’da gördüğüm o güzel bina yeniden inşa edilmeliydi ve içerisinde sadece benim eserlerim sahnelenmeliydi. Her şeyiyle kendim ilgilenmeliydim bu sahnenin, çünkü başka kimse benim eserlerimin icrası için nelere gereksinim duyulacağını benden iyi bilemezdi. Paraya ihtiyacım vardı. Bereket tüyleri yeni yeni çıkmaya başlayan Kral II. Ludvig’in bana karşı duyduğu o sapıkça aşk imdadıma yetişti. Hayatım boyunca tüm arkadaşlarımı, bana yardım eden herkesi ustaca kullandığım gibi kralın  hislerini de kullanarak yüklü bir devlet fonu kopardım. Acaba kötü mü oldu? Tabi ki hayır! Venedik’te kalp krizi geçirdikten sonra Bayreuth’a getirilen naaşıma saygı gösterecek ve cenaze törenime katılacak pek arkadaşım kalmamıştı. Fikirlerimden o kadar etkilenen Nietzsche bile sırt çevirmişti bana. Ama olsun. Bugün yaptırdığım o salonda düzenlenen festivale katılan insanlar bilet bulmak için en az 5 yıl bekliyorlar. Mutlak sessizlik sağlamak için yaptırmadığım havalandırma eksikliği yüzünden, saatler süren operalarım boyunca fenalaşanları görmek, ölen olsa bile verdiğim talimat gereği kapıların açılmayacağını bilmek, orkestra piti görünmediği için, o ünlü maestroların, müzisyenlerin pişerek atlet ve şortla sanatlarını icra ediyor olmalarını bilmek bana sonsuz bir mutluluk veriyor!”

Adige Nehri’nin at nalına benzer bir kıvrım yaptığı ve çepeçevre sardığı toprak üzerine kurulmuş, dünyanın en romantik kentlerinden biri olan Verona’dayım. Romeo ve Jülyet’in şehri, aslında onlardan yüzyıllar önce ilkin Romalıların vatanı olmuş. Romalılardan bize miras kalan, dünyanın en iyi korunmuş amfitiyatrolarından biri olan Verona Arenası’nda Verdi ve Wagner Aryaları Galasını izleyeceğim. 2013 yılının Ağustos ayındayız. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da romantik akımın en önemli temsilcilerinden Verdi ve Wagner’in eserlerinden bir seçki beğenimize sunulacak. Sunacaklar arasında Placido Domingo’nun olması beni ayrı olarak heyecanlandırıyor! (Şef Daniel Harding’in yönetimi de cabası) Bu konser Verona’da her yıl düzenlenen geleneksel Yaz Opera Festivali kapsamında veriliyor. Festival 2013 yılında 100. Yaşını kutluyor. Verdi’nin doğumunun 100. yılı onuruna ilkin 1913 senesinde düzenlenmiş. Her iki müzisyen de birkaç ay arayla aynı yıl doğduğu için, 2013 yılında, doğumlarının 200. yıl dönümü onuruna, Verdi’yi Wagner’e kırdıran, ikisini birbiriyle kıyaslayan tonla konser verildi. İşte bunlardan birinde ben de hazır bulunmaktayım. Ancak aklımdan şöyle bir soru geçiyor: Şiir mi, düzyazı mı? Hayatta kimin hem acabaları hem de keşkeleri yok ki…?

BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder