1 Kasım 2013 Cuma

BILBAO’YU HARİTAYA YERLEŞTİREN PROJE: GUGGENHEIM MÜZESİ BÖLÜM I

Alana girdiğimiz anda ilk olarak, yaptığı işler konusunda eleştirmenleri iki zıt kutuba bölen Jeff Koons’un Puppy’si karşılıyor bizi. 12 metre boyunda, 15 ton ağırlığında içi metal, dışı çiçeklerden oluşan bir mantoyla kaplı, son derece sevimli bir West Highland terrier köpeği Puppy. Mayıs ve ekim aylarında olmak üzere, yılda iki defa mantosu değiştiriliyor. Begonya, petunya, lobelya, Hint karanfili gibi yaklaşık 38000 çiçekten oluşan yeni mantoyu her defasında vakur bir biçimde taşıyor üzerinde. Anlamlı bir şekilde insana optimizm ve güven aşılıyor. Güven hissi:  Bask Ülkesi’nde farklı bir boyutta algılanıyor kuşkusuz. Müze açılmadan birkaç gün önce cereyan eden olayları yaşayanlar, hala dehşetle hatırlıyorlar bahçıvan kılığına girmiş ETA bölücü örgüt üyelerini. Heykel üzerinde çalışıyor havası vererek neredeyse müzeyi havaya uçuracaklardı. Kahraman polis memuru Jose Maria Aguirre her ne kadar açılan ateşte hayatını kaybetse de, müzeyi kurtaran kişi olarak tarihe geçiyor. Adını yadigar bıraktığı  alanı koruma görevi de Puppy’ye düşüyor…

14. yüzyıl başları… Biscay Körfezi’nden 15 km içeride, Nervion Halici kıyısında, Kastilya’dan getirilen tahıl ve yün ticaretiyle zenginleşmiş Bermeo Limanı’na alternatif olarak kuruluyor Bilbao. Stratejik ve özellikle korsan saldırılarına karşı korunaklı konumundan ötürü kısa zaman içerisinde zenginleşiyor şehir. En büyük talihi “demir” oluyor, öyle ki 18.yy’da başlayan sanayileşme ile güçlü bir metalürji ve donanma merkezi haline geliyor. Barcelona’dan sonra, İspanya’da sanayisi en güçlü ikinci şehir konumuna yükseliyor. 1855 Paris Dünya Fuarında, Bilbao demiri altın madalya kazanıyor. 1857’de, ülkemizdeki Garanti Bankası’nın da küçük bir payına sahip BBVA (Banco de Bilbao) kuruluyor. Aslında kuruluş amacı demiryolu inşaasını finanse etmek. Milenyumun sonuna kadar devam ediyor bu gelişmeler, ancak 1970’lerden itibaren ekonomik bir durgunluk başlıyor: 1986’da İspanya’nın Avrupa Birliği’ne katılması  Bask endüstrisini çok sert bir rasyonalizasyon sürecine sokuyor. Aynı yıl Euskalduna Gemicilik şirketi, 1996 yılında ise, İspanya’nın uzun süre en büyük kuruluşu konumunda kalmış Biscay Maden Eritme Ocağı kapanıyor. Şehir nüfusu 1981-91 yılları arasında %14 kadar azalıyor. Tarihi boyunca ekonomik ve endüstriyel gelişim her zaman limana bağlıydı, tüm bunlar halici inanılmaz kirletmişti, turistik rotaların tamamen dışında, gri bir şehir yaratmıştı…

Bask yönetimi tamamen çaresizdi. Bir şeyler yapmaları gerekiyordu. Çılgın bir fikir geldi akıllarına: Bir “müze”, enkaz haline dönmüş bir şehri, yeni yüzyıla hazırlayabilir miydi? Kültürel bir girişim, tüm bu olumsuz gelişmelere karşı bir umut olabilir miydi? Denemeden bilmeleri mümkün değildi. O yüzden 1991 yılında Bask yöneticileri ünlü Guggenheim Vakfı ile temasa geçtiler. Vakfın direktörü Thomas Krens zaten Salzburg’da olası bir proje ile ilgilenmekteydi. Her şey çok çabuk gelişti: Fabrikaların, tersanenin ve endüstriyel alt yapının terk edilmiş olması, halici temizlemeyi mümkün kılacaktı. Buraya dünya standartlarında yepyeni bir müze kurulacaktı! İlk görüşmelerden 6 ay sonra, müzenin yapılacağı yer de, mimarı da belliydi. ABD’li Frank Gerhy, Japon Arata Isozaki ve Avusturyalı mimarlık stüdyosu Coop Himmelb(l)au’nun sundukları projeler arasından seçileni Gerhy’ninkiydi. Tek bir sorun vardı: Guggenheim Vakfı asla yeni merkezleri için para bağışında bulunmazdı. Bu paranın Bask otoriteleri tarafından sağlanması gerecekti. Bu maddi yükün altından kalkabilecekler miydi?

Solomon R. Guggenheim (1861 -1949),  talihini altın, gümüş ve bakır madenciliğinden yapmış Yahudi bir İsviçre göçmeninin 10 çocuğundan biriydi. Bankeri bol olan bir aileden gelen eşi Irene Rothschild, kendisini resimle ilk tanıştıran kişiydi. Ancak adını taşıyan vakfın 1937’de kurulmasına önayak olan kişi Alman sanatçı ve aristokrat Hilla Rebay olmuştu. İlk kurulan yapılar kısa zamanda, devamlı büyüyen sanat koleksiyonunu sergileyemeyecek duruma gelince, New York Central Park yakınlarında yepyeni bir müzenin siparişini vermişti. 1959’da açılan müzeyi ne Solomon Guggenheim’ın, ne de organik stiliyle ünlü mimarı Frank Lloyd Wright’ın ömrü yetmişti görmeye…

Frank Gehry projesi seçildiğinde 62 yaşındaydı. İnşaat trendini heykel kriterleri üzerine oturtan akımın en önemli temsilcilerindendi. Kendisi kabul etmese de bir çokları onu “dekostrüktivism” (yapıbozumculuk) akımı içerisinde görmekteydi.  Bu akım düz çizgiler yerine, kavisli yüzeyleri ve çizgileri kullanıyordu. Daha çok yeni, 1989’da mimarinin Oscar’ı kabul edilen Pritzker Ödülü’nü almıştı. Kendisinden istenen çok zor bir şeydi: Can çekişen Bilbao’yu diriltmesi ve Vakfın diğer merkezleriyle boy ölçüşecek  bir yapı… Acaba Gehry’nin buna cevabı nasıl olacaktı…?


BENGİ IŞIL GÖKTÜRK

1 yorum: