28 Temmuz 2011 Perşembe

PARİS ÖLMEK İÇİNDİR…BÖLÜM 2:DÜNYANIN EN ÇOK ZİYARET EDİLEN MEZARLIĞI; PERE LACHAISE

Paris'teki en büyük mezarlık; tam 48hektar…! Adını Fransa’nın 72 yılla en uzun süre tahtta kalma rekoru kıran ve kendini mitolojik Apollo ile özdeşleştirdiği için “Güneş Kral” lakabıyla da tanınan XIV. Louis’nin günah çıkardığı rahip Pére François de la Chaiseden alıyor. Bu rahibin 17.yy sonlarında yaşadığı ve bir zamanlar bugünkü mezarlıktaki şapelin yerinde olan Cizvit evi ve arsası; 1804 yılında belediye tarafından satın alınmış. Aynı yıl Napolyon tarafından kurulan mezarlık yıllar içinde genişletilmiş.
Bugün dünyanın en ünlü mezarlıklarından biri ve en çok turist çeken(!) mezarlık olarak ayrı bir saygınlığı var. Peki nedir yılda yüzbinlerce turisti kendine çeken bu yerin sırrı? İlk açıldığında şehirden bir hayli uzakta kaldığı için, ölü yakınları arasında ölülerini gömmek için pek rağbet görmemiş. “Ne yapalım ne edelim de bu mezarlığı daha cazip bir hale getirelim” diye düşünen yöneticilerin aklına en sonunda dahiyane bir fikir gelmiş: La Fontaine ve Moliére’den kalanları buraya getirmek…! Açıldığı yıl şaşalı bir transferle gerçekleştirilen bu pazarlama icraatı gerçekten de mezarlığın popülaritesini bir hayli arttırmış. Bir diğer büyük transfer şöleni de 1817 yılında, 12.yy’ın ölümsüz aşıkları Abélard  ve  Héloise’ dan kalanlar mezarlığa getirildiğinde yaşanmış. Ve böylelikle Pére Lachaise artık “ünlülerin” gömülmeyi tercih ettiği bir mezarlık halini almış… Bir zamanlar birkaç düzine mezardan oluşan bir yerken; bugün, 300.000 bedenin son istirahatı için gömülmüş olduğu adeta devasa bir ölüler mabetidir.
Mezarlığa metro ile ulaşmak mümkün. Tabi birkaç girişi var, 2 Nolu hattaki Philippe Auguste durağı ana girişe yakın, 3 Nolu hattaki Pére Lachaise durağı ise yan girişe 500mt uzaklıkta, yine 3 Nolu hattaki  Gambetta durağında inildiğinde başka bir yan girişten girip önce Oscar Wilde’ın mezarını görüp oradan yokuş aşağı bir rota izleyerek ana kapıya gelinebilir. Benim tercihim ana girişi kullanmak oldu. Girişin hemen yakınında bulunan ofisten ziyaretçilere bedava planlar dağıtılıyor ve başlanıyor kişinin hevesi, zamanı ve enerjisine göre süren bir saklambaç oyununa…! Benimkisi tam 4 saat sürdü. Önce biraz zorlanıyorsunuz aradığınız kişileri bulmak için, öyle hiç de görüldüğü gibi kolay değil. En sonunda baktım kolay kolay çıkamayacağım işin içinden, bir kenara oturdum ve başladım görmek istediğim mezarları ve numaraları çıkarmaya, daha sonra kendimce bunları başka bir sıraya koydum ve rotama entegre ettim. Gezim bu işlemden sonra daha rahat oldu. Ve bu kişisel gezim boyunca, ardına irili ufaklı gruplar takmış gezdiren birçok meslekdaşımı gördüğümü de eklemeden edemeyeceğim!
İşte geldim, Abélard  ve  Héloise’ın mezarının önündeyim ve hatırladım birden… İstanbul’dayım, Aksanat Kültür Merkezi’nde. Sene 1996, karşımda Tilbe Saran ve Cüneyt Türel. Bir tarafta filozof ve şair Abélard ve bir tarafta güzel öğrencisi Héloise… Biri 37 diğeri 15 yaşında ve fikirsel alışverişe dayanan ilişkileri kısa sürede fiziksel ilişkiyle de birleşerek ömür boyu sürecek bir aşka dönüşüyor… Ve işte burada, karşımda, Pére Lachaise’de aşkları sonsuzluğa kavuşuyor! Ancak birbirlerine yazdıkları o mektupları kanlı canlı karşımda okumaları, hala aklımda…
Devam ediyorum yürümeye ve yaşlı başlı amcalar klasik Fransız nezaketiyle “bonjour” diye selamladıktan sonra kimi aradığımı soruyorlar. Amaçları sadece yardımcı olmak… “Sağol amca, ben bir rota yaptım ona göre ilerliyorum” gibi kabaca bir cevap veremeyeceğimden dolayı bir anda ağzımdan “Jim Morrison” çıkıyor…”La”, orada… James Douglas Morrison, 1943-1971… Zaten orada kümelenmiş kalabalık,  yeri haritadan daha iyi işaret ediyor. Görenlerin aşırı tepkilerinden olsa gerek, çevresine bir bariyer konulmuş. Tam köşesine “olması gerektiği” gibi bir “peace” işareti kondurulmuş. Yanındaki ağaçın üzerine bilimum kalemlerle bilimum insan bilimum akıllarına geleni dökmüş… Olması gerektiği gibi... Ve ben hatırlıyorum, sene 1992, sinemalarda Oliver Stone’un The Doors’u gösteriliyor. Okul formalarımızın gömlek cebinden filmin soundtrack albümü görünüyor. Okul koridorlarında “She lives on Love Street…” nameleri yankılanıyor… Bu sıradışı hayat 3 Temmuz 1971’de Paris’te, Beautreillis Sokağındaki kiralık bir apartman dairesinin banyo küvetinde son buluyor. Ve işte şimdi o da karşımda, 40yıl sonra ilginçtir ki başında en çok insan gördüğüm mezar onunkisi…
İlerliyorum… İşte aradığım şey tam da önüme çıktı, tabi ya…! Daha uygunu olmazdı: Bir dikilitaş! Ve hatırlıyorum, Kahire’de dünyanın insanı en derinden etkileyen müzesindeyim ve karşımda grubum. Diyorum ki onlara; “Değerli misafirlerim, bu karşımızda gördüğümüz büst mısırbilimin babası sayılan Jean François Champollion’a ait. Yanında gördüğünüz de bir kazı esnasında kazayla bulunan ve yüzyıllarca çözülemeyen hiyeroglif yazısının çözülmesinde en büyük faydayı sağlayan Rosetta Taşı’dır. Taşın üzerindeki yazıt Mısır’da halkın kullandığı dil olan “demotik”, hiyeroglif ve Antik Yunanca olarak yazılmıştır. Ve bu sayede Champollion hiyeroglifi deşifre etmiştir. Tahmin edersiniz ki bu gördüğünüz taş orijinal değildir, sadece kopyadır. Bilin bakalım orijinali nerededir? Evet zaten başka bir cevap düşünülemezdi, Londra diyenler kazandılar…” Rahat uyu Champollion, Dünya sana çok şey borçlu…!
Tabi ki bu mezarlıktaki ünlülerin hepsiyle ilgili bir hikaye anlatacak olsam bu yazı asla bitmez. Dolayısıyla yavaş yavaş son hedefime doğru yaklaşıyorum. Ancak kimleri görmüyorum ki yaklaşırken; Honoré de Balzac , Georges Bizet, Frédéric Chopin, Eugéne Delacroix,Max Ernst, Yves Montand, Joachim Murat , bizimkilerden Yımaz Güney, Ahmet Kaya ve adını burada saymadığım daha niceleri…
Ancak hedefimden önce bir kişi daha var ki ondan bahsetmek isterim… Küçücük çocuğum, ailece arabaya sığışmış tatile gidiyoruz ve Zülfü Livaneli’nin “Ada” albümünü dinliyoruz…  Ve en sevdiğim şarkı geliyor;
Okul defterlerime
Sırama ağaçlara
Kumlar kar üstüne
Yazarım adını

Okunmuş yapraklara
Bembeyaz sayfalara
Taş, kan, kağıt veya kül
Yazarım adını

Yıllar geçiyor ve Figueras’a Gala-Salvador Dali Müzesi’ni gezmeye giderken misafirlerime anlatıyorum “İşte size Salvador Dali’yi anlatırken bol bol bahsini ettiğim Rus kökenli gizemli kadın Gala, daha önceleri bu mısraların yazarı Paul Eluard ile evliydi…” İşte o da burada, son derece alçakgönüllü bir mezarda karşımda durmakta… “Ey Özgürlük” diye fısıldıyorum ustaya…!

Hedefime doğru hızla ilerliyorum artık… Aklıma neler gelmiyor ki…! Ama en çok müzik geliyor, melodiler geliyor. “Tu me fais tourner la tete! (Başımı döndürüyorsun…)” diyor o melodiler, “La Foule(Kalabalık)” diyorlar, kalabalık içinde birbirinden kopan çiftin hüzünlü hikayesini anlatıyorlar, “La Vie En Rose” diyorlar, “Padam Padam” diyorlar; önce 14 Temmuz’u sonra da sarkastik biçimde çocukluğumuzun Karam yağları reklamını hatırlıyorum. Ve birden alıp beni Çiçek Pasajına götürüyorlar… Bir rakı sofrasında bir zamanların efsanevi Madam Anahitine soruyorum: “Bayan Anahit, Edith Piaf bilir misiniz?” , şöyle küçümser bir bakış fırlatıyor bana dev Anahit ve diyor ki:”Hepsini bilirim, hangisini istersin?”… Çal be Madam Anahit, hepsini çal… Paris ölmek içindir Anahit,  önce yaşamak ve sonra ölmek…

C’EST FINI
BENGİ IŞIL GÖKTÜRK


























Hiç yorum yok:

Yorum Gönder